31 Ekim 2011 Pazartesi

Paşa, Kolesterol ve Kaz

Bir dostum kısa bir süre önce evine bir kedi almaya karar verdi. Adı Paşa …
Aslında ona bir sokak kedisi almasını tavsiye ettim, böylece bir yavruyu kışın sokakta kalıp çöp karıştırmaktan kurtaracaktı, ama o asil bir yavru "siyam"ı tercih etti..

Benim iflah olmaz bir kedi sever olduğumu bildiğinden sordu:

“Hangi malzemeleri almalıyım kedi için? Hangi kabı, hangi tabağı, hangi kumu ve hangi mamayı?”

Benim eski kedim "part time "ev kedisi olduğundan, yani tuvalete dışarı çıkıp geldiğinden  kum kabı, kedi kumu sorunumuz olmadı. Yemeğini eski bir kaseye koyuyorduk, mama ise kaçamadığımız zorunlu tüketim maddesiydi. İlk geldiğinde 3 gün aç bıraktık ama ölüm orucuna girdi, ev yemeği yemedi, mama bekledi.

Arkadaşıma dedim ki “Paşa‘yı mamaya alıştırma… Ev yemeği ver… Ben çok uğraştım beceremedim lakin belki sen becerirsin.”

“Yok, ev yemeği vermem, tüyleri dökülüyormuş, koku yapıyormuş, kedi sağlıksız oluyormuş “ dedi.

Durduk ve aynı anda birbirimize ”İyi de neden bizim saçımız dökülmüyor o zaman?”  dedik.

E, biz kediye ev yemeği verirsek  mama satan petshop endüstrisi nasıl kalkınacak???

****
Bundan 4-5 sene önce eşim daha 35 yaşındayken baş ağrısı şikayetiyle doktora gitmişti. Doktor standart tahlilleri yaptığında “Senin kolesterolün yüksek, ilaç kullanmalısın“ dedi. Eşimin o zaman 35 yaşında olduğundan yola çıkar ve Türkiye’de ortalama yaşam süresinin 72 olduğunu kabul edersek, en az  37 sene ilaç kullanacak olması, ilaç sektörü için iyi bir haber …Çünkü bir defa kolesterol ilacına başlarsanız, bir daha bırakamıyorsunuz.

E, doktor ilaç yerine spor önerirse ilaç sektörü kolesterol ilacını nasıl  satacak?
****
Geçen sene annem koşa koşa gidip domuz gribi aşısı oldu.
11.09.2009 tarihinde T.C Sağlık Bakanlığı "Her 100 kişiden 33 ü domuz gribi olabilir " dedi. 2009 yılında bakanlığın domuz gribi bütçesi 140 mio TL idi.
Hastalıkta ölüm oranı 1/10.000 olarak seyretti. (Türkiye’de trafik kazasından yıllık ölüm oranına yakın) Obama, hastalığın tedavisi için 1.8 mia USD tahsis etti.
Eğer tüm dünyaya ilaç satmanın yeni bir yolu bulunmazsa krizdeki Amerikan ekonomisi başka türlü  nasıl refaha çıkacak?
****
Sağlık sigortanız mı var??? Eğer hastane "erkek" olsanız dahi, check–up yaptırmaya gittiğinizde utanmasa size "menapoz" testi yapmaya kalkmasa özel hastaneler hayatlarını nasıl idame ettirecek??
Bizler, her birimiz  farklı sektörlere para kazandırmak için kullanılan konu mankenleri olmaktan nasıl kurtulacağız?



30 Ekim 2011 Pazar

Francesca Simon ve Kıvanç Tatlıtuğ..








Geçen günkü yazımda, Felaket Henry’nin hayatımızdaki önemli yerinden bahsetmiştim…
Cuma günü evimize yakın bir sinemada oynamadığından taa Şişli’ye gittik filmi izlemek için. Metrobüs, metro, ciddi bir çaba harcayıp sinemaya vardık, üstelik 3D film, gözlük parası derken 3 kişi için “servet” değerinde bir para ödeyip çıktık..
Korkmayın, size filmi anlatmayacağım…Sadece kızlar hayatlarında  seyrettikleri filmler arasında en çok bunu beğendiklerini söylediler. Ben geçen sene gittiğimiz Pıtırcık ‘ı daha çok beğenmiştim oysa..

Neydi bizi kalkıp taa  oralara götüren ?

Evde en azından 10 tane Felaket Henry kitabı var. Bu nedenle kitapların nerdeyse tümünü okudum. Çünkü kızlar, öğretmenlerine bir kitabı okuduklarını, ancak bizden, kitapla ilgili sorulara doğru yanıt verip, imza aldıktan sonra ispatlayabiliyorlar. Soru sormak için de kitapları okumuş olmak gerekiyor tabii ki… 
İki çocuğu olan bir anne olarak net olarak söyleyebilirim ki, kitapta yazılanların hiçbiri için “Aaaaa, ne kadar ilginç bu durum, bizim evde çocuklarla hiç böyle birşey  başıma gelmedi.”demedim. Zira her evde aynı yaramazlıkların, kardeşler arası tartışmalarının, birbirini gammazlamanın, anneleri ve babaları ve hatta öğretmenleri kandırmaya çalışmaların yaşandığını tahmin ediyorum. Ama Francesca Simon, bizlerin yapmadığını yapmış, bu yaşadıklarını kağıda dökmüş. Aralık 2006 dan beri 60 kitabı çıkan serinin 30 tanesi dilimize çevrilmiş durumda..
****** 
Açıkçası kıskanıyorum, evet itiraf edeyim kıskanıyorum… 
*******
Evde iki çocuk var, kitapta olağanüstü bir kurgu ve macera yok ama kitap 24 ülkede yayınlanıyor ve 15 milyon satıyor…
Türkiye’de de bir sürü çocuk yazarı var. Hatta kurgusu daha iyi olan çocuk kitapları okudum. Ama hangi çocuk kitabımız dünyaca ünlü? İlkokul 1'de okuma yazma öğreten “Ece ile Yüce”, daha büyükler için “Ökkeş” serisi  ve ”Babannem Süsleniyor “ gibi birkaç kitap dışında başka Türk yazar tarafından yazılmış çocuk serisi aklıma gelmiyor.
Ama şundan eminim, dünya çapında bir seri yok, sanırım bunda mutabığız….
*******
Türkiye‘de zorunlu eğitim çağında çocuk sayısı 16 milyon, İngiltere’de 8 milyon..
********

Francesca Simon, Oxford ve Yale Üniversitelerinde ortaçağ tarihi okumuş, birikimlerini dünyaca bilinen bazı gazetelerde serbest gazeteci olarak değerlendirmiş ve 1989 yılından beri tüm enerjisini çocuk kitapları yazmaya vermiş.
Birçok konuda olduğu gibi gerideyiz, ülkemizde İngiltere’nin yaklaşık 2 katı çocuğumuz varken, çocuklarımıza onların kitaplarını okutuyoruz. Kitapta da marka yaratamıyoruz. Mesela Tony Bros çizgileri olmasa Felaket Henry o kadar ete kemiğe bürünemezdi bence. Ama bir de lütfen elinize bir Türk yazar tarafından yazılmış çocuk kitabı alın. Çizgilere, kurguya, kapağa bakın..Hatta bir seri, ismini vermeyeceğim, o kadar ağır bir mitolojik bilgilendirme içeriyor ki, ben 40 yaşında, 3.sayfadan sonra konsantrasyonumu yitiriyorum.
Aynı Harry Potter gibi, Felaket Henry de bir pakettir. Konusu, çizgi filmi, kitaptaki çizgileri hatta sinema filmi ile yapılmış harika bir P&R paketidir.
Biz anne babalar çocukları hala Kırmızı Başlıklı Kız, Uyuyan Güzel, Pamuk Prenses gibi ithal eski masallarla ya da Joody Moody, Saftirik, Felaket Henry gibi yine ithal serilerle büyütelim, bir taraftan “yerli “dizilerimizi izleyerek.
Şu anda Ortadoğu ve Türki cumhuriyetlere ancak dizi ihrac etmek aklımıza geliyor..
Belki Türkiye'den  çıkacak bir  çocuk  kitabı yazarı, kitabında Kıvanç Tatlıtuğ’a yer vermeyi akıl eder de, çocuk kitaplarımızı da bu  coğrafyalara satabiliriz ne dersiniz??




















29 Ekim 2011 Cumartesi

Eğitim Şart...Şart da Neden?

Hayat tarzım gereği  çok farklı profildeki insanlarla yüzyüze gelme şansıma sahip oluyorum.

Bu sayede çok farklı konular hakkında bilgi sahibi de  olabiliyorum.

Geçenlerde sohbet ediyorduk, öğrendim ki Türkiye’de 2015 yılı itibarıyla ısı yalıtımı bulunmayan binalarda binanın yeri ve iklimine göre “emisyon vergisi“ uygulanacak. Uygulamaya göre 2017 yılına kadar bütün konutların “enerji kimlik belgesi“ alması gerekiyor. Bu kapsama sadece yeni binalar değil, mevcut binalar da dahil.

Tabii amacım sizi teknik bilgilerle boğmak değil.

Bir dostum  1940‘lı yıllarda teknik üniversitede mühendislik okumuş, şu anda bahsettiğim yalıtım işleriyle ilgili bir firması var.

Dedi ki: “Bütün bina yönetimleri, tüm kat malikleri mutabık kalsa, gerekli para toplansa, bu işi yapacak yeterli miktarda firma olsa dahi, Türkiye’deki toplam usta sayısı, tüm evlerin yalıtımlarını yapmaya yetecek kadar değil.”

“Neden? “ dedim.

“Türkiye’de inşaat mühendisi çok ama, işi yapabilecek teknik eleman yok” dedi. ”Herkes çocuğunu düz liselerde okutuyor, kimse teknik eğitim almıyor, sonra ortalıkta bir sürü inşaat mühendisi var ama iş yaptırabilmek için kalkıp taa Romanya’dan, Bulgaristan’dan usta getiriyoruz, hem işi bizden daha iyi biliyorlar, hem daha disiplinliler, hem de daha az paraya çalışıyorlar. “

“ Üstelik adamlar hem piyano çalmayı biliyorlar, hem kayak kaymayı, hem de gülle atmayı..."

Oysa biliyorsunuz, bizde piyano çalmak, kayak yapmak üst gelir grubunun, A segmentinin  harcıdır..

*******
Geçenlerde bir mail gelmişti, aslında baştan herkes gerçek sandı, oysa esprili bir maildi. Mailde bir proje çocuk, 3 dil öğreniyor, piyano, keman çalıyor, spor yapıyordu. Ama sonunda hepimiz gibi bir işte çalışıyordu. Mailde eleştirilen, bu kadar aktiviteye rağmen çocuğun sonuç olarak sıradan bir iş yapıyor olmasıydı.

******
İşte yaman çelişki bu ...

Türkiye'de insanlar ancak üst gelir grubuna sahipse, kişisel gelişimine katkısı olan, sanat kültür gibi aktivitelerinde bulunabiliyor, devlet tüm çocuklara bu imkanı sunmadığı için, bunları yapabilen çocuğun ve ailesinin hayattan beklentisi daha yüksek oluyor..Herkes çocuğunun mühendis, doktor olması gerektiğini düşünüyor, teknik eğitim sadece başka bir tabakanın harcı diye kabul ediliyor.

Oysa biz aileler her şeyi paraya tahvil etme dürtüsünden kurtulsak aslında resmin gerçek yönünü görebileceğiz:


Çocuklarımız spor yapmalı, resim yapmalı, satranç oynamalı, yani ilgi alanları neyse, o alanda bir aktivitede bulunmalı..

Neden mi diyorum???

İnternetin, cep telefonlarının, televizyonun, bilgisayarın, yani bizim dönemimize göre çok fazla uyarıcının olduğu bu dönemde, çocuklarımızı korumak, hayatlarına anlam kazandırmak, olumsuz uyaranlardan (uyuşturucu, kumar vb) uzaklaştırmak için onları mutlaka bir uğraşa yönlendirmeliyiz fikrimce...İnsanca yaşamak, donanımlı olmak sadece 3-5 meslek grubunun harcı olmamalı..
Yoksa ıssız adaya düşen ve dişi Cuma ile karşılaşan Robinson'un, kendinden her şeyi isteyebileceğini söyleyen Cuma'dan, onunla "ilgilenmek" yerine, sadece maillerine bakmak istemesi gibi durumlarla daha sık karşılaştığımız  yeni bir  nesil yetiştireceğiz diye korkuyorum...

Siz ne dersiniz???

*** Can Dostum , "Robinson  ve Dişi Cuma" fıkrası için teşekkürler..
**** Irmak 'ın Babası, Asma yapraklarını çıkarıp kadınla "ilgilenmek" yerine, o asma yapraklarını çıkarıp  "yaprak dolma" sarma önerisini hatırladıkça gülüyorum, on  numaraydı..

Doğru Model Olmak…

Evde 10 yaşında iki kızınız varsa, okuduğunuz kitaplar da, gittiğiniz filmler de anne olarak sizin yaşınızla pek uyumlu olmuyor :)

Son bir yıldır bizim evde birçok çocuklu evde olduğu gibi “Felaket Henry” çılgınlığı var.

28 Ekim günü okullar yarım gün olduğundan, o gün kızlara bu filme beraber gitme konusunda söz verdim. Çok değer verdiğim bir dostuma da, oğluyla aynı şeyi yapmasını önerdim. Onun oğlu daha bu yıl okula başladığından ve okuma yazmayı yeni yeni çözdüğünden Felaket Henry ‘yi tanımayabileceğini/ceklerini düşündüm.

Önerime sıcak baktı, ancak film yaşadıkları şehirde çok gidilebilir bir sinemada oynamıyordu.Eve de oldukça uzaktı.

“Olsun, bizim CD ciden alırım ben …” dedi. ”Beraber seyrederiz evlatla…”

*******

Boğaziçi’ndeyken okulun yanında bir sürü fotokopiciler vardı. Hepsi döviz ile satılan ithal kitaplarımızı çok makul fiyatlara buralardan fotokopi olarak yaptırır ve kitap işini de ucuza hallettiğimizden mutluluk duyardık.

*******

Bu sene başında okullar açılınca, kızların okulundan yabancı dil kitap fiyatları geldi ve eşimle dudaklarımız uçukladı. İkiz olduklarını, yani aynı kitaptan 2 tane alınması gerçeğini de eklersek, bilanço gittikçe ağırlaşıyordu:)

Aklıma hemen bahsettiğim fotokopiciler geldi. Aradım, orijinal kitap fiyatının nerdeyse sekizde bir fiyatına halledebilecektik.

Ama.

Bunu yaparsam çocuklara ne öğretmiş oluyordum??

“Emeğe, etik davranışa, vergi ödeyenlere saygı duymanıza gerek yok… “

Onlara ”Siz işinizin bittiğine bakın, başkalarının haksız kazanç elde etmesine, vergi kaçırmasına alet olun” mesajını vermiş olmuyor muydum?

Anne olarak bu ne biçim bir model olma şekliydi?

Sonuç olarak gittik, “seve seve “ orijinal kitapları aldık.

*********

Hemen her konuda % 100 fikir birliğine vardığım arkadaşımla anlaşamadık bugün…

Kitap konusunda bahsettiklerimin Felaket Henry CD si için de geçerli olduğunu düşündüğümü söyledim ona...Bana katılmadı, “Bırak çocuklar hayatın içinde olsunlar, yaşasınlar ve öğrensinler” dedi.

Benim evde, bazen müzisyen:), bazen ressam:), yani günün sonunda sanatçı olmak isteyen bir kızım var..

Ona bugün “yaşayarak öğrenmeyi“ öğretmek, yarın onun ”rızkından olmasına” yol açar mı? Sanatçı olursa arkadaşım gibi düşünenler yüzünden aç kalır mı?

Bilemedim…

Siz ne dersiniz?

27 Ekim 2011 Perşembe

Prenses Miyim? Yoksa Gruşa mı?

Tiyatroyu hep sinemaya tercih etmişimdir.

Eskiden, yani meleklerimden önce, Ekim –Mayıs döneminde tiyatro sezonu boyunca eşimle birçok oyuna giderdik.

Ama sonra kızları yalnız bırakmamak için tiyatro keyfine ara vermek zorunda kaldık. Şimdi senede ancak bir, bazen iki oyun izleyebiliyoruz.

Dün, Azra Bebek ve Steve Jobs’tan bahsederken çok eskilere gittim.

1997 yılında seyrettiğim ve aradan geçen yıllara rağmen hiç aklımdan çıkmayan bir oyun var..

“Kafkas Tebeşir Dairesi”, o dönemde birçok başarılı rejiye imzasını atan Devlet Tiyatrosu yönetmenlerinden Yücel Erten tarafından İstanbul Şehir Tiyatrolarında sahnelenmişti.

Brecht’in bu ünlü eserini bilir misiniz ?

“Görünüşte bebeğinin üzerine titreyen, öksürdüğünde doktorları azarlayan bir prenses, kocası ayaklanmada öldürüldükten sonra sarayı terk ederken, uzun uzun hangi giysilerini yanına alacağını düşünür. Ancak çocuğunu o kargaşada sarayda unutup kaçar. Hizmetçi Gruşa çocuğu yangından kurtarır ve yanına alarak uzak köydeki kardeşinin yanına gider. Çocuğu, peşlerine düşen askerlerden kurtarmak için, kendi oğlu olduğu yalanını söyler. Aylarca bir sığınakta yaşar, nişanlı olduğu halde yaşlı bir adamla gönülsüzce evlenir.

İsyan bastırılıp başkente döndüğünde, nişanlısına gerçeği açıklar. İkisi evlenip, çocuğu evlat edinmek isterler. Ancak eski gücüne kavuşan prenses, saraya dönmesinin tek yolu olan çocuğunu geri almak için mahkemeye başvurur.

Yargıç, keskin zekası ve konuşma yeteneğiyle idamdan dönen, aç gözlü eski bir hırsızdır. Şimdi de en çok kim para verirse, ondan yana işleyen bir adaleti uygulamaktadır.Prenses parasıyla, Gruşa da sevgisiyle bu çocuğun gerçek annesi olduklarını kanıtlamak zorundadırlar.

Oyunun finalinde, çocuk ortaya tebeşirle çizilen dairenin içine bırakılır.

Kadınlar aynı anda iki kolundan çocuğu çekmeye başlarlar. Kim kendine çekerse ,oyunu o kazanacaktır.Kısa süre sonra prenses çocuğu kendine çekmeyi başarır. Yargıç Azdak, çocuğun prenseste kalması gerektiğine hükmeder.

Gruşa´nın itirazı üzerine, çekişme tekrarlanır. Yine prenses kazanır. Gruşa yenilgiyi kabul etmeyip, ağlar.

Azdak;
-Madem çocuğu bu kadar çok istiyordun, niye gücünü sonuna dek kullanmadın? diye sorar.

Gruşa´nın yanıtı:

-Çok sert çekip, kolunu mu kırsaydım? olur.

Öyle ya, kimdir anne hakikaten, doğuran, ama onu saraya geri dönebilmek için kullanan mı, seven, büyüten ve kaybetmeyi göze alarak acıtmaktan çekinen midir?

Oyunun sonunda Azdak´ın kararı, çocuğu, doğuran annesinden alıp, bakan annesine vermek olur.

*******
Bizler, çalışan anneler, çocuğumuzun ilk kelimesini duymadan, ilk adımını görmeden büyüten anneler, bizler birer prenses değil miyiz??

Ya sabahtan akşama çocuklarımızla ilgilenen yardımcılarımız ??

Onlar kim???

Tango Sever Misiniz?

16 senedir çalışma hayatının içindeyim.


Yıllar bana tecrübe kattı, ama bir o kadar da dostluklarla doldurdu hayatımı..

Burdan her birine selam olsun, bana verdikleri, kattıkları için ..

Son 1-2 yıldır beraber çalıştığım bir arkadaşım var. Arkadaşım derken yaşı benden oldukça küçük, ama sadece takvim yaşı :))

Geçen gün konuşurken dedi ki, “Müdürüm (bana öyle der), spor yapmaya karar verdim..”

“Aaaa, ne güzel, ne yapacaksın ?” dedim.

“Dansa başlıyorum” dedi.

Hayatımda hiç beceremediğim, ama yapanları seyrederken açıkçası kıskandığım bir beceridir dans…

Ya yaşımdan, ya da tutuculuktan, dans deyince aklıma hemen Tango, Vals, Salsa vb geldi, ne yalan söyleyeyim…

Dedi ki : “ Sanırım oryantal yapacağım.”

Oryantali de pek severim. Lakin annelik damarım tuttu hemen..

Dedim ki: “iyi güzel de, senin artık yaşın geliyor, şöyle tango filan öğrensen de, düğününde de bi tango şovu yapsan bize..”

“Ama müdürüm” dedi, “Erkekler pek tercih etmiyorlar artık bu tip dansları,  tango yapan erkekleri toplum yanlış değerlendiriyor zaman zaman…”

Bu söz, beni daha önceden fark ettiğim, ama üzerinde çok da düşünmediğim bir gerçekle yüz yüze getirdi.
Türkiye’de tango, gerçek anlamda Mustafa Kemal Atatürk’le başlıyor… İşte bu yüzden tangonun kendi vatanı Arjantin’de bile olmayan bir geleneğimiz var… Düğünlerimizde komparsita çalıp, tango yapıyoruz…
Ama bugün, aradan neredeyse 100 sene geçecek, biz tango yapan erkeklere başka gözle bakabiliyoruz. Sonra da "Bu ülkede neden kadına şiddet arttı, neden her gün bir kadın dövülüyor, namus bahanesiyle öldürülüyor ?" diye şaşırıp kalıyoruz.
Eğer biz kadınlar olarak “ Erkektir sever de döver de” diyerek bazı gerçekleri halı altına süpürür, dans eden, piyano çalan erkekleri yargılamaya kalkarsak, gazetelerdeki kadın şiddeti haberlerine çok şaşırmamalıyız diye düşünüyorum. 


Üniversitede Ekonomi okudum, 101 ekonomiye giriş dersinde bize arz talep dengesini öğrettiler önce..Talep gören erkek eğer sadece güzel arabalı, bol paralı oldukça, korkarım “Kıskandım çektim vurdum, boşanmak istedi bıçakladım “ haberlerini okumaya devam edeceğiz…

Peki siz Tango sever misiniz ???

26 Ekim 2011 Çarşamba

Her Hayırda bir Şer, Her Şerde bir Hayır Vardır...

Gerçekten zor günler…

Geçen Cuma günü öğlen işyerime yakın olan camide katıldığım şehit cenazelerinde, gözlerimden akan yaşlar daha kurumadan, Pazar günü deprem haberini aldık. Çocuklar etkilenmesinler diye Pazar günü tam olarak TV açamadık, hemen aklıma Van’daki eski ekip arkadaşlarım geldi. Telefonla ulaşamayınca çıldırdım, işyerim Allahtan onlara ulaşmıştı ve sağ olduklarını öğrenince içim rahat etti..

Pazartesi sabah arkadaşıma telefonla ulaşabildim. Bebekleri henüz 1 aylık bile değildi, evleri yıkılmamıştı ama girmeye korkuyorlardı. Oturdukları apartmanın yanındaki müstakil ev, çevredeki insanlara evlerini açmıştı. Tam 30 aile bu eve sığınmıştı. Arkadaşlarımı da bebekleri küçük diye evlerine almışlardı ilk gece.. Dünya böyle yüce insanların yüzü suyu hürmetine ayakta duruyor diye düşündüm kendi kendime…


Deprem ile ilgili haberleri izlemeye devam ederken Çarşamba günü işyerinde TV de bir altyazı gördüm. Azra bebek hayata tutunmuştu. Henüz 14 günlüktü, aslında zaten acele etmişti dünyaya gelmek için, prematüreydi, 29 Ekim’de doğması gerekirken bekleyememişti.. Enkazdan 47 saat sonra canlı çıkmayı başarmıştı.. Hemen bu haberi işyerinde arkadaşlarımla paylaştım, umutla dolmuştu içim, hayata dair, her şeye dair…

Sonra iş arkadaşlarımdan biri geldi yanıma..

Dedi ki : Annesi ? Babası? Onlar yaşıyor mu ? Ya onlar öldüyse?? Azra Bebek ne yapacak ?

Çok şükür Azra ve annesi yaşıyor.. Ereksan Apartmanı’nda Babasını kurtarma çalışmaları bu satırları yazdığımda hala devam ediyordu…

Biz şimdi arkadaşımın sorularına dönelim… Ona cevap olarak Steve Jobs‘u anlattım, gerçek annesi babası hayatta olduğu halde onu istemeyen anne babasını… Ve hiçbir kan bağı olmadığı halde onu yetiştiren, onu büyüten evlat edinen ailesini … Onun yaratıcılığını destekleyen, okul disiplini Steve ‘in hayat anlayışına uymadığı gerekçesiyle okulu bırakmasına aldırmayan, onun dünyayı değiştirmesini sağlayan “gerçek “ ailesini…


Eminim hepimiz şu konuda hemfikiriz, Jobs dünyayi değiştiren dahilerden biri ..Steve Jobs bana umut, ilham veriyor, kendim için, çocuklarım için..

Neyse... Hangimiz bilebiliriz ki Azra Bebek, belki dünyayı değiştirmek için 15 gün daha dayanamadı, acele etti geldi dünyaya…Erken doğmasaydı, bu savaşa tek başına girmek zorunda kalmayacaktı belki..Ama belki bu bu sayede hayata dünyaya meydan okumayı başardı, 47 saat o küçücük bedeniyle ayakta kaldı…

Hangimiz bilebiliriz ki 14 günlükken hayatla savaşan bu beden, gelecekte neleri değiştirecek???

Ben “Her hayırda bir şer, her şerde bir hayır” olduğuna inanırım ….

Ya siz?

İlginizi Çekebilir;

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...