30 Kasım 2011 Çarşamba

Yarma Buğday ve Kuzu Gerdan : Keşkek..

Dünkü yazımı tamamlamış bilgisayarı kapatırken , televizyonda bugünün konusu gözüme ilişti.

“Keşkek UNESCO kültürel mirası olarak kabul edildi.”

“Türkiye’nin birçok yöresinde “düğün yemeği” olarak kabul edilen keşkek, UNESCO’nın “somut olmayan kültürel miras” listesine girdi. Keşkek, Endonezya’nın Bali Adası’nda toplanan UNESCO Somut Olmayan Kültürel Miras Hükümetler arası Komitesi tarafından, “hazırlanışından sunuluşuna ve tüketilişine kadar kadın-erkek eşitliği ve paylaşımı açısından önemli bulunduğu” gerekçesiyle bu listeye alındı. Komite, yemek kültürünün kendilerine nasıl sunulması gerektiği konusunda diğer adaylara Türkiye heyetinin keşkek hazırlığını örnek gösterdi.”

Bu listeye Türkiye’den daha önce Kırkpınar,Karagöz,Meddahlık gibi değerlerimiz de girmeyi başarmış.Listenin toplamı 232 maddeyi bulmuş.

***

Çocukluğu Çanakkale ‘de geçmiş biri olarak keşkek konusuna aşina biriyim.Daha sonra Mustafakemalpaşa’ya taşınınca bu güzel tattan yıllarca uzak kalmıştım.

Ancak bu tat ,unutulmaz bir tat olsa da “ Ay kız, kalk da bi keşkek yapalım “ tarzı kolay bir yemek olmadığından , bunu yiyebilmek  için yıllarca beklemişliğim vardır.

Bundan birkaç sene önce , and içip ,baş koyup  keşkek yapmaya karar verdim.

Gidip özellikle kuzu gerdan alıp , bir gece suya bastırıp kanının tamamen suya geçmesini sağladım.

Diğer yandan aşurelik buğdayı da bir gece sıcak suya bastırıp yumuşattım.

Ertesi gün kemikleri buğdaya karışmasın diye tülbente bağladığım gerdanları , buğdayı hep beraber tencereye koyup saatlerce pişirdim.Piştiğine kanaat getirince tülbentten çıkardığım boyunların kemiklerini ayıkladım , tokmakla olmasa da , eldeki modern versiyon bir ezici aletiyle saatlerce eti ve buğdayı dövdüm , hatta yetmedi , blendırla da hemhal ettim.

Üzerine kırmızı biber, kimyon ve tereyağdan oluşan sosu da döktüm,bu özel gecenin misafirleri olan annemlere, kayınvalidemlere ,kuzenlerime ve eşlerine ikram ettim.

Bence ve annemce çok leziz bulunan keşkek , özellikle eşim tarafından pek beğenilmedi.Çünkü onlarda keşkek kültürü yoktu ve damağı bu tada aşina değildi.

Ben de bu zahmetli yemeği bir daha yapmadım.(erkek milletine yaranılmaz.)

Aradan yıllar geçti , bir anneler gününde 3 kuşak beraber Amasya’ya gittik.(annem ,ben ve kızlar ) Amasya mutfağının en önemli yemeklerinden biri olan keşkeği , orada kana kana yedim.

Unesco olayını duyunca aklımdan  , “Acaba eşim sonunda aslında neler kaçırdığını fark etmiş midir ?” diye geçti.

Önyargısı ile beğenmediği bu yemek , şimdi dünya kültür mirası listesine girince , acaba bir anda en sevdiği yemek olabilecek miydi??

Durun , bu hafta sonu ben bir kez daha keşkek yapmayı deneyeyim  de yine aynı ekibi eve yemeğe davet edeyim.

Sahi sizler de bize keşkek yemeğe gelmek ister misiniz???

29 Kasım 2011 Salı

Müstehcen Tavuk, Vezir Parmağı ve Pirinçli Köfte

Dün sabah ofise gittim, masamda her zamanki gibi gazetem vardı.

Yerime oturdum, bilgisayarımı açtım, gözüm masamdaki  gazetenin en tepesindeki bir yazıya ilişti.

Başlık şu : Müstehcen tavuk olur mu olmaz mı?

Geçtiğimiz hafta, aynı gazetenin ekinde verilen yemek tarifinin görseli olan bu resim bir okuyucuyu son derece rahatsız etmiş.


Okuyucu, resmi müstehcen bularak gazetenin okur temsilcisine şikayet mektubu yazmış.


Anneannem gibi söylenirken buldum kendimi:


Allahım, ne günlere kaldık, yarabbim sen benim aklımı koru..

Yazının devamı arka sayfalardaydı, direk ilgili sayfayı açtım.

Okuyunca güleyim mi, ağlayım mı, harakiri mi yapayım, yoksa hemen bavulu toplayıp, çocukları okuldan alıp, evi kapatıp ilk uçakla bu ülkeyi terk edeyim mi bilemedim.


Okuyucu diyor ki :

“Ölü bir hayvanın gövdesinin böyle garip bir şekilde sergilenmesinin sağlıklı bir zihnin eseri olmadığını düşünüyorum.”

***

Önce müstehcen nedir onun tanımına bakalım:


Sözlükte, özellikle cinsel nitelikli çağrışımlarla, genel olarak toplumun utanma ve edep duygusunu inciten, şehvet duygusunu uyandıran açık saçık ve yakışıksız durum şeklinde açıklanmış.


Lütfen tavuk, cinsel çağrışım, utanma, edep duygusu, şehvet ve açık saçık kelimelerinden  oluşan bir cümle kuralım. (kurabilen beri gelsin.)

Şükürler olsun ki, bunu söyleyen bir erkek değil. Bir kadın…Alimallah ya erkek olaydı? O zaman biz kadınlar neler yapacaktık, kestiremiyorum.

Korkuyorum, ülkemizin gidişatından korkuyorum, insanlarımıza ne oluyor? Herkes  topluca cinnet mi geçiriyor??

Geçen gün duydum, televizyon kanallarından birinde yemek tarifi veren bir beyefendi, kırk yıllık kadınbudu köfteye” pirinçli köfte”, dilber dudağına da “ay tatlısı” dememizin daha doğru olduğunu belirtmiş :)

Yedikleri yemeğin isminden tahrik olabilen  bir ülkenin evladıyız, helal olsun hepimize..

Ben de derim ki, bu durumda acilen hanım göbeği ve vezir parmağı yemeklerinin de isimleri değiştirilmeli..Yemeklerin bu isimlerle yapılması durumunda, toplumda oluşabilecek yozlaşmayı, çirkinleşmeyi, toplumsal çöküntüyü ben hayal bile edemiyorum ki, bir de  üstüne bu yemeklerden çocuklarımızla beraber ahlaklı bir ortamda yiyebilelim.

Acaba hangi yemekler en terbiyeli, aile ortamına en uygun bilemedim. Hangileridir sizce?

28 Kasım 2011 Pazartesi

Büyük Balık Küçük Balığı ... Yutabilse...Keşke...

Yaklaşık bir aydır, haftada  bir gün ofisimize  gelen bir iş ortağımız var.

Geçen Perşembe yine ofisimizdeydi. Fırsat oldu, öğlen birkaç arkadaş beraber yemeğe çıktık.

Hüseyin, balıklara, balıkçılığa ve özellikle de çevreye gönül vermiş biri. Geçen hafta yıllık izninde kalkıp Çanakkale’ye balık tutmaya gittiğini biliyordum.

Ama aslında hiçbir şey bilmiyormuşum.

Anlattı..

Herşey geçen sene 3 Kasım‘da başlamış. Hüseyin, Başbakan’a bir mektup yazmaya karar vermiş.

“Bu güzelim balığın geleceği sizin elinizde. Lütfen bir şeyler yapın. Gerekirse 2-3 yıl lüfer soyundan olan çinekop ve sarıkanat gibi balıkların avlanmasını yasaklayın.”
Daha önce bildiğiniz gibi Lüferle ilgili çeşitli kampanyalar başlatılmıştı. TÜDAV, Fikir Sahibi Damaklar gibi sivil toplum örgütleri “İstanbul Lüfere hasret kalmasın “ demiş, İstanbul’ daki bazı restoranlar 5 yıl boyunca lüfer satmamayı taahhüt etmişti.

Hatta Greenpeace küçük balıkların tüketilmemesi için ‘Sizinki kaç santim’ sloganıyla bir kampanya başlatmıştı.

İşte tüm bu sivil toplum örgütlerinin yapmaya çalıştığını, Hüseyin tek başına bir mektubuyla başarmış ve konunun gündeme alınmasını sağlamış.
Hüseyin’in mektubunu işleme koyan BİMER (Başbakanlık İletişim Merkezi), konuyu gereğinin yapılması istemiyle Tarım ve Köy işleri Bakanlığı’na iletmiş. Bakanlık da Hüseyin’e bir hafta içinde BİMER aracılığı ile yanıt vermiş. Bakanlık, Hüseyin’in  talebinin dikkate alınacağını, konunun avlanmayla ilgili düzenleme yapan Su Ürünleri İstişare Kurulu’ nda değerlendirileceğini belirtmiş.
Hüseyin bu olayın hemen ardından eşinin abisi ve hayattaki en has arkadaşını kaybetmeseymiş, konunun  üstüne daha fazla düşebilir, belki çok daha fazla yol alınmasını sağlayabilirmiş.

***
Lütfen balık almaya gittiğimizde 24 cm den küçük lüfer cinsi balık almayalım. Eğer hepimiz aynı bilinçte olur da almazsak, satacak kimseyi bulamayan balıkçı küçük balık tutmayacaktır. Boğaz’da arkadaşlarımıza, sevgilimize, eşimize hava atmak için ısmarladığımız her küçük balık, torunlarımızın önündeki tabaktan çaldığımız lüferler olacak.
Yoksa çocuklarımız lüfer’i dinazorlar gibi filmlerden ve kitaplardan göreceği bir "yaratık" sanacak.

Ben balıklar sadece çiftlikte yetiştirebildiğimiz  bir “bitki” olmasın diyorum ama, siz ne dersiniz?

Not : Hüseyin, iyi ki varsın...
Not 2: Bu olay bana gösterdi ki, vatandaş olarak, mektup yazarak, mail atarak her konuda hakkımızı arayabiliyor ve cevap alabiliyoruz. Lütfen bu hakkımızı hepimiz her platformda  kullanalım.

27 Kasım 2011 Pazar

Çok Gizli..(Top Secret )

Geçen Perşembe ofiste bir iş arkadaşımla konuşuyorduk.

Laf aramızda, ikimiz ofisin yaş ortalamasını yükselten kişilerdik.(yaşlı demedim)
Bana “Durumda bir değişiklik olursa haber verin.” dedi.

Ben de bir anda gülmeye başlayıp “Ölmüş” dedim.
***
Bizim yaş kuşağı çok iyi hatırlayacaktır.

Top Secret.
Sinema tarihinin kült filmlerinden biridir.

Komedi filmlerinin anasıdır.
Kaç kere seyrettiğimi hatırlamıyorum ama 15-20 den fazladır.

Ama her yeni  seyredişinizde, bir önceki izlemenizde gülerken bazı sahneleri kaçırdığınızı fark edersiniz.
Top Secret!, casusluk ve Elvis Presley filmlerinin karışımı  bir 1984 ABD yapımı komedi filmidir. Filmin yapımcıları Jim Abrahams, David Zucker ve Jerry Zucker'dır. Filmin baş rolünde Val Kilmer vardır..


Filmin en önemli unsurlarından biri başka filmlere yapılan ironik göndermelerle dolu olmasıdır.


Nick manajeri ile birlikte bir kültür festivalinde sahne almak için Doğu Almanya 'ya seyahat eder. Filmde o sırada Doğu Almanya 'da Nazi rejimine benzer bir rejim hüküm sürmektedir. Rivers, burada güzel Hillary  ile tanışır ve ona babası Paul 'un hapisten kurtulması için yardım eder. Hillary 'nin babası Paul bir araştırmacı ve bilim adamı olup, Almanlar tarafından ölümcül bir bomba yapması için zorlanmakta ve bu yüzden esir tutulmaktadır. Hareketin lideri Hillary'nin eski sevgilisi çıkar (Nigel). Nigel, Nick, Hillary ve adamları ile birlikte bilim adamını kurtarmayı planlamaktadır.


Film teknolojik oyunların bulunmadığı , tamamen gerçekçi ve zekice esprilerle dolu bir filmdir.

Ağaca dayanmış tüfeğin çekildiğinde ağacın devrilmesi, normalde insan heykelinin üzerine kuşların inip kalkması gerekirken, kocaman bir kuş heykelinin üstüne uçan insanların  inip inip kalkması,doktorun çay kaşığıyla tünel kazması ve Val Kilmer’ın sonuçta iki şeritli bir tünel görmesi, trenin hareket ettiğini sanırken , tren garının hareket edip gitmesi,kızın motorsiklette uçuşan saçlarının motorsikletten inince de aynı kalması , yani saç modelinin böyle olması ,uçaktan paraşütle atlarken yaşanan romantik sahnede , geri planda şöminenin de paraşütle atlaması ,büyüteçle inceleme yapan adamın , gözünün doğal olarak büyük görünmesi ,ama gözünden büyüteci çekince de gözünün zaten çok büyük olduğunun fark edilmesi , ilk etapta hemen aklıma geliverenler.Ama eminim seyrettiğinizde bir bunun kadar daha komik bir sürü  sahne daha  yakalayabilirsiniz.

Çok fazla anlattım, affedin beni ama, bir yakınımızı kaybettiğim bugünlerde bile yazımı yazarken yüzümde gülümsemeye yol açan film ,27 sene sonra da olsa, hatırlanmayı hak ediyor sanırım.

Zaten küçük şeyler değil midir hayatı güzelleştiren?

Zaten hayatı sevmek değil midir küçük şeylerle mutlu olmayı bilmek?

Not : Girişte anlatılan sahne şöyle gelişir.Adam telefonda birisinin sağlık durumunu sorar.Dinler , dinler, “Durumunda bir değişiklik olursa bildirin “ der.Telefonu kapatır ve yanındakine döner.”Ölmüş” der ve sahne biter.

26 Kasım 2011 Cumartesi

Hiç Ölmeyecekmiş Gibi Mi ,Yoksa Yarın Ölecekmiş Gibi Mi???

Kuzenim geçtiğimiz  yaz evlendi..Uzun süreli bir ilişkinin sonucunda gerçekleşen bir evlilikti. Gençler fazla beklemek istemediklerini ve hemen çocuk sahibi olmayı planladıklarını değişik platformlarda söylüyorlardı.

Ve Çarşamba akşamı beklenen haber geldi. ”Önümüzdeki temmuza bebek nevresimlerini hazırlayın” dediler. Hepimiz çok sevindik. Oysa daha geçen kurban bayramında,b ayram yemeğinde annemlerde “Yemek masasına ancak sığıyoruz, aileye bir kişi daha gelirse sığamayacağız, ona göre kimse aksiyon almasın .“ da demiştim amaJ..

Neyse, hangi doktora gitsinler, diğer minik yeğenin kıyafetlerini ona saklasak mı, kız mı olacak erkek mi konularını düşünüp, araştırıp, bir taraftan da akşamları zarif kızımıza kontrol telefonları ediyorduk.

Derken dün öğlen saatlerinde başka bir telefon geldi.

Eşimden..

Halasını kaybettiğimizi söyledi, tam öğlen saatinde.

Şok ..Aslında bir süredir rahatsızdı, ancak sanki atlatmış gibi görünüyordu.Ama..

Hayatin kendisi bu işte..

Biri doğuyor, biri ölüyor.Birisine çok seviniyorsun, ama diğeri üzüyor.

***

Dün akşam bizim kızlar dedelerini aradı başsağlığı için. Bir tanesi dedesine dedi ki:

-Dedecim, biliyorum çok üzüldün, ben de çok üzüldüm ama ne yapalım , hayatın gerçeği böyle, kabullenmemiz lazım.

Bugün öğrendim ki, en çok bu sözler ağlatmış dedeyi. Farkında değil ki bizim kız boyundan büyük laflar ettiğinin..

Ölüm kaçınılmaz, ama asıl yapmamız gerekeni çok daha net anladım bugün.

Cenazede hoca dedi ki:

Hepimiz her gün bir sürü plan yaparız. Ertesi gün onları gerçekleştirebiliriz ya da bir kısmı eksik kalır. Ertesi gün bir plan  daha, bir plan daha..Bu böyle sürer gider.

Peki ama, ya ertesi gün yoksa?? Ya Allah'ın bizimle ilgili başka planları varsa?

Hayata bakış açımız, hayat anlayışımız  neyse, ona paralel olarak yaşamalı ve bunu asla ertelememeliyiz. Bu ibadet de olabilir, ölmeden önce gidilecek 100 yer listesini tamamlamak da, bungee jumping atlayışı da  olabilir, kariyerde varılması istenen koltuk da, işi bırakıp kendini hayır işlerine adamak da olabilir ya da Michelin yıldızlı bir lokantada çok güzel bir yemek de…

Bunun doğrusu yok ..

Doğru olan tek şey  planları  ertelemeden yapmak, yarın ölecekmiş gibi..

Ya da hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamak mı doğru olan?

25 Kasım 2011 Cuma

Mayonezli Salata, Patatesli Omlet ve Dibek Kahvesi

Pazar günü hava da güzel, çıkıp güzel bir yürüyüş yapmak lazım diye düşündük.

Eşim her zaman yürüdüğümüz güzergaha değil de, sık sık gitmediğimiz, evimize nispeten uzak  bir mesafeye “semtimizi tanıyalım” serisi gerçekleştirelim dedi.

Pazar günleri “pazar” da kuruluyormuş. Mutfak alışverişimizi yapıp döneriz dedik.

Biraz dolaşıp, pazara ulaştık. Çok severim semt pazarlarını…Marketten sebze meyve almaktansa, taze ve ucuz, renk renk, çeşit çeşit alışveriş yapmak hep çok keyifli gelmiştir. Sanırım cocukluğumdan gözüm büyüdüğüm verimli kasabanın bol ve lezzetli sebze meyvelerine alışmış, ondan..

Görmemişler gibi bir sürü şey alıp eve kadar zar zor taşıyarak geldik. (Aslında bu noktada da komik bir şey oldu, eve yaklaşmışken  “terk edilmiş” bir market arabası bulduk ve arabanın etinden, sütünden ve yününden faydalandık.) Akşam Cem Yılmaz’a gidecektik, ancak karnımız açtı ve evde yemek yoktu.

Çabucak bir şeyler hazırlamalıydık, hızlı hızlı yiyip çıkıp gitmeliydik. O sırada aklımıza haince fikirler geldi.
Çocuklar yoktu ,istediğimizi yiyebilirdik. Süper sağlıklı yemekler yapmak zorunda değildik. Beslenme konusunda bugün model olmak zorunda değildik. Ve hemen işe koyulduk. Eşim pazardan aldığımız lahana ve havuçlarla bol mayonezli bir salata yaptı. Ben de bekar evlerinin vazgeçilmezi olan kalori bombası patatesli omlet..

Süperdi…

Bütün kurtlarımızı dökmüş, hatta yemek konusunda bile kaçamak yapmıştık.

Ertesi gün arkadaşıma hafta sonumun nasıl güzel geçtiğini anlatıyordum.

Bana dedi ki:

-Sakıncalı, zararlı şeyleri çocuklardan saklamak yerine, beraber kontrollü olarak denemelerini sağlamak daha doğru, aksi takdirde kontrolsüz olarak merak ederler ve ilerde seni çok üzecek sorunlarla karşılaşabilirsin..
Aslında kulağa mantıklı gibi geliyor ..

Ama ben yine de ilerde çocuklarım beni Piyer Loti’de çay, Gökçeada’da Zeytinliköy’de dibek kahvesi, Moda Ali Usta’da dondurmalı salep ya da Vefa ‘da boza içerken hatırlasınlar istiyorum, rakı masasında kadeh tokuştururken değil..

Ya siz ?

24 Kasım 2011 Perşembe

Telefon Zinciri ve Ankastre Fırın

Çok şükür, sonunda sağ salim döndüler…

Giderlerken öğretmen elimize bir liste verdi. Telefon zinciri listesi. Haberleşme bu zincir üzerinden sağlanacaktı. Öğretmen 1.veliyi, o 2.sini, son veli de zincirin tamamlandığını belirtmek için öğretmeni.

Gidip gelmeleri arasında en az on defa zincir döndü. Vardıklarında, akşam otele yerleştiklerinde, dönmek için yola çıktıklarında haber almamız tamam da, yemek yediler, tuvalete girdiler vb  detayları için telefon zincirinin tekrar tekrar dönmesi ne kadar gerekli, ben emin olamadım.

Gerçi bir arkadaşım, kızı bizimkilerden iki yaş daha büyük olduğu halde “ Ay , nasıl yolladın, onlar daha küçüçük, ben benimkini hayatta yollamam ..” dediğine göre sanırım tuhaflık bende var…
***
Televizyonda bugünlerde dönen bir ankastre mutfak ürünleri reklamı var. Reklamda yemek yapan bir anneyi taklit eden küçük kız, plastik oyuncak tenceresini ocağın üstüne koyuyor, ancak ocak o kadar iyi bir ürün ki, oyuncağı tanıyor, ısıyı kesiyor. Başka bir versiyonda da ankastre fırında mısır patlatan neredeyse 20 yaşındaki genç adam etrafı mahvedince fırının kendi kendini temizleme özelliği devreye giriyor.

Yani konu  reklam, çocuklara sorumluluk yükleme, bilinç düzeylerini artırmak yerine, çocukların davranışlarının yol açabileceği olumsuzlukları ortadan kaldıran ürünün iyi ürün olabileceğinin altını çiziyor.

***
Kızların kitap sınavları oluyor her ay…Okuma kitabından. Ve ben doğal olarak her kitaptan birer tane aldım, ikisi beraber planlı bir şekilde sırayla okusunlar diye.

Bizim kız bana bu sabah şöyle dedi.

-Anne biz 2  kişiyiz,sen bize sadece bir tane kitap alıyorsun, arkadaşımın annesi , o bir kişi olduğu halde aynı kitaptan 2 tane alıyor , biri okulda biri evde dursun ki , eğer unutursa falan evde ya da okulda diğerinden kaldığı yerden devam edebilsin diye..(hiç ihtimal vermiyorum, sanırım beni kandırmak için yapıyor.)

***

Yeni nesil anne babalar olarak çocuklara verdiğimiz mesajlar ne biliyor musunuz?

·         Sizler birey değilsiniz,her şeyi biz sizin yerinize düşünürüz, siz düşünerek beyninizi kullanmayın,gerek yok..

·         Biz olmazsak hayatta , ayakta kalmanız mümkün değil..

·         Boşu boşuna kendi ayaklarınızın üzerinde durmaya çalışmayın, zaten duramazsınız.

·         Sorumluluk almayın ,zaten alamazsınız, biz sizin yerinize alırız.
***
Sonra da yetişkin olduklarında ve hayata atılmaları gerektiğinde neden bu yeni nesil böyle sorumsuz diye, bizler ,yöneticiler ve  anne babalar olarak yakınıp duralım.
Çocukların sorumsuz olmak için yeterli bahaneleri sizce de yok mu??

23 Kasım 2011 Çarşamba

Kader Varsa Vicdan Neden Var??

Biliyorsunuz Türkiye’de bir “dönem dizisi” çılgınlığı var.

Ben de seyrediyorum, itiraf ediyorum. Eşim çok eleştiriyor ama, haftada sadece bir gün bir dizim var, o kadar kusur kadı kızında da olur değil mi?
Türkiye’de tarih derslerinde hep resmi tarih anlatıldığından, Hürrem, Kösem Sultan gerçeklerini pek bilmeyiz. Sadece üstü kapalı güçlü kadınlar olduklarını duyarız o kadar.

Hürrem’i diziden olsun, diziden sonra çıkan onunla ilgili romanlar olsun, az çok öğreniyoruz.

Ama ya Kösem Sultan? Belki adını dahi duymadınız değil mi?
Cumartesi akşamı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda oynanan bir oyuna gittik. Adı Zırhlı Kurt…

Oyunda Avcı Mehmet diye anılan padişahın hayatı ve çevresinde geçen olaylarda tüm olayların altından bir şekilde Kösem Sultan’ın çıkmasından bahsediliyor.
Peki kim bu Kösem Sultan?

1590 senesinde doğan Kösem Sultan Rum ya da Boşnak asıllıdır. Kösem Sultan küçük yaşta cariye olarak girdiği sarayda 14 yaşında iken 1.Ahmet ile evlenip sarayın en güçlü kadını olmuştur. 1623 yılında oğlu 4.Murat henüz 11 yaşında tahta çıkarılınca hem Valide Sultan hem de saltanat vekili olarak 1632 yılına kadar 9 yıl boyunca devleti idare etmiştir. Daha sonra 4.Murat 1640 yılına kadar annesi Kösem Sultan'ı devlet işlerinden uzak tutmaya çalışmış ancak 1640 yılında 4.Murat ölüp yerine Kösem Sultan'ın diğer oğlu İbrahim geçince 1648 yılına kadar devlet işlerinde yine çok etkili olmuştur.

İbrahim’i pasif bulan Kösem Sultan ,gücünü artırabilmek için, torunu 4.Mehmet’in 7 yaşında başa geçmesini sağlamış, torununu  kandırarak ona babasının ölüm fermanını imzalatmıştır. Ancak olaylar umduğu gibi gelişmemiş, gücünü kaptırmak istemeyen yeni Valide Sultan olan 4.Mehmet'in annesi Turhan Hatice Sultan tarafından boğdurularak öldürülmüştür. (1651).
4. (Avcı) Mehmet ise devlet yönetimini annesine, babaannesine, vezirlere bırakarak kendini ava, korkaklığa, teslim etmiş, hayatının son ve uzun  bölümünü de zindanlarda çürüyerek geçirmiştir.                                              
-Padişahım, imparatorluk gittikçe zayıflıyor..   
–Kimbilir, belki de fazla  şişmandır…

Muhteşem Süleyman’da ilişkiler, kıyafetler, evler, saraylar, gösteriş, mücevherler,  hepimizin hoşuna gidiyor,  ama ya gerçek tarih???

“Padişah anası olmak. Mecburen.

Belki sırf anne olmak isterdi çoğu.

Her biri kendi diyarında.

Evlenip çocukluk aşkıyla.

Ama padişah anası oldular. Can kattılar, can verdiler, can aldılar.

İktidar, iktidar, iktidar…”

Hayatta her iktidarın bir bedeli yok mu zaten?

22 Kasım 2011 Salı

Kitle İmha Cihazı..

Acaba daha neler yapabilirdik?
Sınırları zorlamalı mıydık?
Şaka bir yana, kızlar hala Ankara'da idi  ve bunu sonuna kadar değerlendirmeliydik. Ne de olsa akşama döneceklerdi.
Eşim TV’de kızlar varken seyredemediği bilumum CNBC-e dizilerini seyretti, Akıllı TV ye baktı. Ben internete takıldım, boş boş, aptal aptal oturdum. 30 saniyede bir “ Anneeeeee “ diyen birisinin olmaması oldukça değişik bir duyguydu.

Haaa, neden kızlar varken bütün bunlar yapılmıyor diyeceksiniz.Özellikle de TV konusu.

Bundan yıllar önce, kızlar 6-7 yaşındayken yine 30.000 bakımına, yani  yıllık pedagog görüşmesine  gitmiştik. Öyle ya, araba kullanmak için ehliyet gerekiyordu, biz bir de üstüne ikiz büyütmeye çalışıyorduk, ama çocuklar için kullanma kılavuzu bile yoktu. Nasıl gittiğini anlamak için işinin ehli bir 3.göz gerekiyordu.
Pedagogumuz (kulakları çınlasın, her zaman bize rehber oldu), çocukları ayrı ayrı içeri alıp onlarla sohbet ediyor, ardından da bizimle izlenimlerini paylaşıyordu. Yaş grubu itibarıyla onlara direk soru soramıyor, hikayeler anlattırarak bir şeyler yakalamaya çalışıyordu.
Kızımızın pedagoga anlattığı hikaye şöyleydi:
Bir kuş ailesi varmış. Anne kuş, baba kuş ve  2 tane de yavru kuş.
Bir hafta sonu anne kuşun eğitimi varmış. Baba kuş demiş ki:
-Yaşasın, bu hafta sonu sizinle yalnızız. Çok güzel vakit geçireceğiz, çok eğleneceğiz.
Ancak baba kuş, oturmuş, bütün gün TV seyretmiş. O kadar çok TV seyretmiş ki,yemek bile yapmamış. Yavru kuşlar da açlıktan ölmüş.

Eşim tahmin edeceğiniz gibi hikayeyi duyunca çok çok  üzüldü. İkimiz de evde bulunduğumuz sınırlı sürede, onlarla ilgilenmek yerine TV ile geçirilen her saniyenin aslında onlarda ne büyük yara açtığının  farkında değilmişiz meğer.
O günden beri, çocuklarla evde hep beraberken, çok az TV izliyoruz, onda da program seçimine çok dikkat ediyoruz. Aslında hepimiz, biliyorum, işten eve gelince beyni boşaltmak şu aptal kutusuna bakmak, kendimizi ona kaptırıp bir şeyleri unutmak istiyoruz.
Fakat...Annelik-babalık denen şey zaten başlı başına fedakarlık demek değil midir zaten???
Sahi..Bu akşam hangi dizi var TV de???

21 Kasım 2011 Pazartesi

İşkembe ve Zırhlı Kurt

Bu hafta sonu dün de bahsettiğim gibi kızlar için özel bir hafta sonuydu.
Hayatlarında ilk kez (yazın gidip babaannede köyde, anneannede Datça’da kalmalarını saymıyorum, onlar aile içi geziler çünkü) bizden ayrı, tek başlarına gezmeye gittiler. Okul ile bir gece yatılı Ankara gezisi...

Konumuz şu :”Çocuklar evde olmayınca hafta sonu eşle yalnız nasıl geçirilir ?” O kadar alışmışız ki onlara endeksli yaşamaya, kursa, doğum gününe, alışverişe  taşımaya, evde onlar ödev yaparken  onlara yemek yetiştirmeye,   evde  olmadıkları zaman sudan çıkmış balık gibi oluveriyoruz.

Sanki kızlar olmadan önce 5 senelik evli olan biz değilmişiz gibi “şimdi biz ne yapacağız” moduna giren eşim ve benden bahsediyorum.

Cumartesi  sabah saat 6 da onları otobüse bindirdik ve yolladık, eve dönerken çok uykumuz var tabii, sabah 5 de kalktık çünkü. Ama ben hemen kurtlanmaya başladım .

-Doğru eve mi gidiyoruz? Olmaz, dışarıda kahvaltı edelim..
-Sabah bu saatte açık bir yer bulamayız, zaten  uykum var .
-Hani bana Fatih’te arkadaşlarınla gittiğin bir çorbacıdan bahsetmiştin, işkembeciden. Ona gidelim.
-Ufff, peki. (eşim işkembe içmez bu arada,ama sağolsun beni kırmadı..)
Ardından eve gidip biraz dinlendik, kalkıp arkadaşların çocuklarının yaş gününe katıldık, ben uzun zamandır planladığım dişçi işini hallettim, eşim bir iş toplantısı yaptı, ben geçen hafta ziyaret edemediğim anneme gittim ve böylece akşam oluverdi.

Çocukların yokluğunda hemen bir gece aktivitesi yapmalıydık. Yoksa kendimi affedemezdim. İnternetten baktım ve birkaç tiyatro oyunu buldum. Hem anneme fiziken en yakını, hem konusu en ilginç olanı, hem de 4 kişi bilet fiyatı toplamı 1 özel tiyatro biletine eşit olan Üsküdar Belediye Tiyatrosu’nda bir oyunda karar kıldık.

Oyundan daha sonra ayrıca bahsetmeyi düşünüyorum, sadece şimdilik adını vereyim “Zırhlı Kurt “ (Neredeyse her semtte  olan, üstelik bu kadar da uygun fiyata sanat sunan  belediye ve devlet tiyatrolarını destekleyelim.)

Oyundan çıktık, saat 11 oldu, sabah erken kalkmıştık, gözümden uyku akıyordu. Annem evine çaya çağırdı, uykum var diyerek reddettim. (Hakikaten de çok vardı,sabah 5’ te kalkmıştık.) Eve doğru yola çıktık, tam evimize gelmek üzereyken ben yine dayanamadım. Sanki bir şeyler kaçıyordu, ellerimin arasından kayıp gidiyordu. Son dakika manevrasıyla zorla kendimi sahile götürttüm, sahilde yürüyüş  yaptık, genç aşıklar gibi gezip üşüdük, ohhh, artık gönül rahatlığıyla eve dönebilirdik.(bu kısmı annem duymasın)

24 saatin 19 saatini ayakta geçirmeyi başarmış, 40 yaş kategorisindeki üstelik küçük çocuklu  insanlar için yeterince dolu dolu yaşamıştık.

Bizim durum , “Görmemişin hafta sonu olmuş “ klasmanında  mi değerlendirilir acaba, ne dersiniz?

20 Kasım 2011 Pazar

Çalgı Çengi..Biz Sanatçıyız Teyze Oğlu..

Eşimin teknolojiyle arası iyidir.

Üstelik benim gibi biraz da teknoloji düşmanı ve özürlüsü birine göre çok çok iyidir.
Ben boş vakit bulunca bir şeyler okumayı tercih ederim, o ise genelde izlemeyi. Ekran ayırmaz, TV, bilgisayar, cep telefonu, adildir, hepsini aynı sevgiyle seyreder.

Uzun zamandır bana izlediği ve çok sevdiği bir filmden bahsediyordu. Hatta bilgisayarında bu film vardı ve bayram tatilinde beraber izlemeyi teklif etmişti. Gece yatağın içinde seyretmeye başladığım filmi, çok beğenmeme rağmen uyku ağır basınca bırakmış ve uyumuştum.
Sizinle paylaşamadım, bu hafta bizim kızlar hayatlarında ilk defa şehirdışına bir okul gezisine gittiler. Ve biz eşimle bu hafta sonu yalnızız ve onlar burdayken yapamadığımız  her şeyi yapmaya çalışıyoruz.
Bu sabah da geç kalkıp, kahvaltı sofrasında bilgisayardan o filmi seyrettik.
Çalgı Çengi..
Duydunuz mu, seyrettiniz mi bilmem…
Geçen hafta sanırım TV’de de yayınlandı.(Büyük olasılıkla oldukça  sansür yemiştir.)

Tamamen amatör ruhla çekilmiş,  çok sıcak, çok samimi bir film.
Yazan ve yönetenin adını, yani,Selçuk Aydemir’i daha önce duymamıştım.(bu benim cahilliğim tabi,lütfen kusura bakmayın)
Film Cem Yılmaz /Fikir Sanat  tarafından da desteklenmiş. Baş rollerde Ahmet Kural ve Murat  Cemcir var. Ayrıca bazı ünlü oyuncular (Erdal Tosun, Hazal Kaya, Arif Erkin, Bora Akkaş ) filmde figüran olmayı kabul ederek filme ciddi renk katmışlar.
Tipler, diyaloglar ve tespitler o kadar doğal ki..
Film 2011 yapımı, ancak TV de yayınlandı hemen. Eşim “Başrolde ünlü birileri olsaydı, uzun uzun sinemalarda gösterilirdi, ama ne çare, burası Türkiye.” dedi.

Filmi anlatmak istemiyorum ama,”Yeşil erik kütür kütür”, “Şadırvanda abdest  ve tereddüt abdesti“,”Teyp açıp karşılıklı göbek atma “ "Çakma Tatar Ramazan "ve “ Biz sanatçıyız bebeğim “ sahnelerinde lütfen bu yazıyı hatırlayın..
Doğallığın, bizdenliğin, samimiyetin kitapta olsun, filmde, çizgide olsun  her zaman yanındayım, biliyorsunuz..(lütfen DVD'de seyredin, internetten indirmeyin)
Bu akşam da, kısmet olursa, can dostlarımın doğum günü hediyesi olan Cem Yılmaz gösterisine gideceğim.
Onda da bu kadar iyi vakit geçirecek miyim acaba?

19 Kasım 2011 Cumartesi

Annelik Başlar da Biter Mi???

Kızlar 2.5 yaşındayken “Çocukla en iyi tatil tatil köyü tatilidir.“ diyenleri dinleyip bir tatil köyüne gittik. (Zaten bir daha da tatil köyüne gitmedik, ama bu konu  başka bir yazımızın konusu olsun.)

Kızlar kumda oynarlarken, arkadaş edindikleri bir çocuğun annesiyle ahbap olduk.

Kızı bizimkilerden biraz daha büyükçeydi.

“Çalışıyor musun ?” dedi bana…

“Evet “ dedim. Ya sen??

“Yok, ben doğum iznindeyim.”dedi.

Şok.

Düşünsenize, yıl 2005…

Baktım kız 2.5-3 yaş arası.

Dedim, “Nasıl oluyor??”

Anlattı, Türk kökenli Alman vatandaşıymış, orada yaşıyorlarmış, tatile Türkiye‘ye gelmişler. ”Hala ücretli doğum iznindeyim “ dedi.

Kendimi düşündüm. İkiz taşımak zordu, ama ya sonrası???

İlk  3 ay hiç uyumadım, saçımı tarayacak fırsatım olmadı, bilinen şeyler, tüm anneler gibi..Sadece benimkiler ikiz olduğundan bir+bir, ikiden büyük ediyordu, sinerji yaratıyordu...

6 ay ücretsiz izin aldım, birikmiş izinlerle filan, kızlar 9 aylık oldular. Artık çalışmam gerekiyordu, iznim bitmek üzereydi ama ikizleri bırakmaya da içim elvermiyordu.

Öyle ya, aynı anda değil de, 2 farklı zamanda 2 defa doğum yapsam, 2 defa ücretsiz izin alabilecektim, iş kanununa göre aslında o anda bile iznimi uzatabilecektim, tüm bunları düşünerek, eskiden çalıştığım kurumda, bağlı olduğum yöneticime gidip konuşmaya karar verdim.

Öyle ya, ücretsiz izin alsam kurumuma da maliyetim olmayacaktı. Sorun yoktu yani…Bana göre tabii.

Giyindim,  gittim, o zamanki yöneticim bana dedi ki:

-Eeee, sen çocukları doğurmuşsun, bir anne olarak üzerine düşeni yapmışsın, 6 ayı  geçmişler, artık emzirmen de gerekmiyor, bırak gel…

-“Ama“ demeye fırsat kalmadan.”Ya da çocuklarına kendin  bakacaksan.Sen bilirsin tabii”

Sonuç..
Değil ekstra bir şey, hakkım olanı bile alamadım.

Eleştirim o yöneticime değil, yanlış anlaşılmasın, Türkiye’de çalışma sistemindeki genel anlayıştan bahsediyorum.

Biliyorum, kanunlarda son dönemdeki çok şey olumlu yönde değişti, doğum izinleri uzadı, erkeklere doğum izni geldi, ikiz doğumlara daha erken doğum iznine çıkma hakkı getirildi vb vb.

Ama hala Avustralya’da ya da İskandinav ülkelerindeki gibi her sabah kapımıza çocuklarımız için süt bırakılmıyor..

Hala anneler, çocuk için en kritik dönem olan, hayatlarında öğrendikleri tüm bilgilerin % 80‘ini  aldıkları ilk 3 senede çocuklarının yanında olamıyorlar..

Sahi, yoksa Türkiye’de annelik doğurunca bitiyor mu hakikaten ???

İlginizi Çekebilir;

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...