31 Ocak 2012 Salı

Son Pişmanlık Fayda Etmez..

Eşim bugün bana bir mail attı.



Artık mesaj mı vermeye çalışıyordu, yoksa masumane bir mail miydi bilmiyorum.
Ama okuyunca aslında son zamanlarda (Türkçesi: yaşlandıkça, 40'a basınca) tam olamasa da elden geldiğince yapmaya çalıştığım şeylerin bir özetini okumuş gibi oldum.

Konu "Ölmeden önce yaşanan beş pişmanlık " idi.
Avustralya’da yıllar boyunca evlerinde ölümü bekleyen hastalarla çalışan hemşire Bronnie Ware, emekli olduktan sonra anılarını bir kitapta toplamış.

İnsanların ölümlü olduğu gerçeğiyle yüz yüze geldiklerinde çok önemli değişimler geçirdiğini belirten Ware, ölmek üzere olan hastaların inkar, korku, öfke, pişmanlık ve sonunda kabullenme gibi aşamalardan geçtiğini söylemiş.
Ware, hastalara en çok nelerden dolayı pişmanlık duyduklarını sorduğunda şu beş ana cevabı almış.


1. "Keşke başkalarının benden beklediği hayatı sürmek yerine düşlerimi gerçekleştirme cesaretim olsaydı."

2. "Keşke bu kadar çok çalışmasaydım."

3. "Keşke duygularımı dile getirmeye cesaretim olsaydı."

4. "Keşke arkadaşlarımla ilişkimi sürdürseydim."

5. "Keşke kendime daha çok mutlu olmak için izin verseydim."

Eeee, atalarımız ne demiş?
“Son pişmanlık fayda etmez.”

Hayatımızın merkezine işimizi koyarsak, kendimize mutlu olmak için izin vermezsek, gerektiğinde sırf istediğimiz için aptallıklar yapmazsak, son nefesimizi verirken neler hissedeceğiz acaba??



Sanki daha çok varmış o günlere  gibi geliyor değil mi ?
Ama belki de çok yok, belki yarın, belki yarından da yakın..



Yazıyı okuyunca çok sevdiğim dostlarımla da paylaştım.
Bir tanesi “ Pişman olmamak için çözüm önerilerimi “sordu. Artık ciddi miydi, dalga mı geçiyordu anlamadım.



Ama diğer dostum da çok güzel bir cevap verdi.



Sonuç olarak aslında bu yazı da benim değil onun yazısı oldu . Şöyle dedi Aslıcığım:
“Arkadaşlarını işinin önüne koyacaksın.



Aileni işinin önüne koyacaksın.
Ablanı, kardeşini, işinin önüne koyacaksın.(Benim ne ablam ne de kardeşim var)

Sevgilini işlerinin önüne koyacaksın.(Benim sevgilimi ayrıca aile kategorisinde de inceleyebiliyoruz ama olsun)
Telefonunu, mailini, chat’ini zamanında açacaksın.



İhmal etmeyeceksin.
İhmal etmeyeceksin ki, ihmal edilmeyesin…”



Daha ötesi var mı?
Denecek başka bir şey kalmış mı??

30 Ocak 2012 Pazartesi

İnsan Sayısı Artıyor, Ama Ya İsimlerin Sayısı?


Çocuk sahibi olmak çok güzel şey.

Hamileyken yaşanan heyecan her şeye bedel. Alınan bebek arabası, yatak, ana kucağı, bir taraftan yapılan bebek bezi stoğu, anneanne ve babaannelerin hazırladığı pike, nevresim, örülen yelekler, bebek odası, duvar kağıdı vb vb .

Ama en heyecanlı bölümlerinden biri de isim belirlemek.

Buna yönelik sürü web sitesi var aslında. Bu sitelerden isim belirlemek, liste yapmak, listedeki isim adedini mümkün olduğunca elemek ve sonunda mutabakat sağlayıp isme karar vermek gerekiyor.

Bazı isimlerin fonetiğini  beğeniyorsun ama anlamı çocuğa koyulacak gibi değil.(Bkz :Nalan-ağlamak, inlemek)

Bazılarının anlamı güzel ama söylenişi kulağa hoş gelmiyor.(Abdürrezzak-Bütün mahlukların rızkını veren Allah'ın kulu )

Bizim işimiz daha da zordu tabii..Aynı anda iki tane birden olunca iki isim bulmak gerekiyordu.

Gördüm ki,bazı isimler zaman zaman çok popüler, anlamına bakmadan herkes aynı ismi koyuyor, bazı isimler de, aslında çok güzel olmalarına rağmen, kullanılmaya kullanılmaya yok olup gidiyorlar.

Örneğin son yıllarda bazı isimler var ki, hemen her çocuğa o isimler koyuluyor, sanki zorunlulukmuş gibi. Sanki üzerinde konuşulmamış ama kabul edilmiş bir kural var. Doğan erkek bebeklerin tümü  Ege, Efe, Mert, Can…

Aynı şekilde kızlara da Ada, Doğa, Maya, Selin, Melis gibi isimler konuyor. Tüm kız bebeklerin isimleri sanki bu isimlermiş gibi geliyor...

Annem öğretmenlik yaparken, yani bundan 25 sene önce, bir sınıfında tam beş tane Sibel olduğunu hatırlıyorum, demek ki her konuda olduğu gibi isim konusunda da moda gerçeği var.

Cumartesi sabah arkadaşlarımızla geçirdiğimiz tatilin son kahvaltısını ederken, arkadaşım kızların ismini nasıl koyduğumuzu sordu. İsimler önceden belli miydi, hangisine hangi isim, neye göre uygun görülmüştü?

İsim bulmaya çalışırken ciddi emek harcadığımı hatırlıyorum. Eşimden isim önerisi gelmedi, ama her bulduğum isme de birer kulp taktı. Eğer karşınızdaki bir kız babasıysa, kızları daha doğmasa da, onları koruma ve gözünden sakınma güdüsü hemen başlıyor.

- Kızlardan birinin adını Deniz koyalım aşkım..

-Olmaz, kızıma” Deniz’e girdim derler..”(pes)

Derin ismiyle ilgili yaptığı yoruma ben burada hiç girmeyeyim, anlayan anladı zaten.

Sonuç olarak kızların isimlerini yine ben buldum, ama en azından bu bulduklarıma takacak kulp bulamadı, bu nedenle isimler netleşmiş oldu..Defne ve Başak..

Eşim sarışın olduğundan kızlardan en azından birinin renklerinin babalarına benzeyeceğini öngörüyordum. Bizim zamanımızda öyle  üç boyutlu ultrason filan yoktu, bebeğin yüzü filan anlaşılmıyordu. Bu nedenle “Sarışın olana Başak koyarız, diğerine de Defne “ dedik kendi aramızda eşimle..

Ama doğumda, kulakları çınlasın, kadın doğumcum, direkt kızların  isimlerini koymuştu, bize de kabul etmek kalmıştı, sadece sorun şuydu,  kızlardan biri değil, ikisi de sarışındı.

Kızlar okula başlayınca fark ettim ki, göya isim koyarken üstünde çok düşündük ama  biz de sürünün parçası oluvermişiz. Kızın sınıfı 20 kişiydi, ama sınıfında üç Defne, servisi 15 kişiydi ama servisinde de üç Defne vardı.

Allahtan kızlara anneanne ve babaannelerinin isimleri olan Ayşe ve Fatma’yı da koymuştuk. Defne kendisi dışında bir sürü Defne olduğunu görünce, okulda ismini otomatikman Ayşe’ye dönüştürmüştü.

Bazen arkadaşları telefonla arayınca Ayşe’yi istiyorlardı, ben telefona bön bön bakıyordum. Taaa sonra Defne’yi aradıklarını anlıyordum.

Bugünkü aklım olsa kızlarıma güzel ve nesli tükenen eski isimlerden birini koyardım, hem o eski zenginliği yaşatmak, hem de çocukları sürünün parçası, bir sürü Defne’den biri olmaktan kurtarmak için..

Elli yıl sonra Ekrem, Tarık, Tuğrul, Maide, Leyla gibi isimler dünya üstünde kalacak mı sizce??

28 Ocak 2012 Cumartesi

Kapılar..


Tatil bitti, artık güzel anılarıyla vakit geçireceğiz ..

Bozdağ’da iki gün kalıp iyice üşüdükten sonra, Pamukkale’ye gidip termal sularda ısınmak istedik.

Giderken, harita üzerinden nasıl gideceğimize baktığımızda, yıllardır görmek istediğim ama bir türlü yol üzerinde olmadığından gidemediğim Birgi’yi gördüm.

Birgi aslında Ödemiş’in yaylası. Yazın Ödemiş’e göre 5-6 derece serin, kışın da 5-6 derece sıcak olduğu söyleniyor. Eski ahşap Türk evleriyle ünlü.

İki araba arka arkaya Birgi’ye girdik. ”Bende şans olsaydı zaten erkek olurdum” sözüne uzaktan selam çakarak, Çakıroğlu Konağı’nın bir müze olduğunu ve müzelerin Pazartesi günleri kapalı olduğunu fark ettim. Böylece müzeye dışarıdan bakıp, yanından geçip gitmek zorunda kaldık.

Ardından durağımız köy meydanı ve Ulucami oldu. Okuduğum kadarıyla özellikle minberi nedeniyle şaheser kabul ediliyor. Çivi kullanılmadan ahşaplar geçmeli şekilde inşa edilen bu camiyi görmeyi çok istiyordum. Ancak tam da  o sırada öğlen namazı vaktiydi. Cemaati rahatsız etmemek için namazın bitmesini bekledik. O sırada el dokuması çarşaflardan aldım, çocuklar da otlu gözleme ve ayran keyfi yaptılar.

Namaz dağılınca camiye gittim ama kapı kilitliydi, kapıdaki cep telefonundan hocayı aradığımda ise Ödemiş’e gitmek üzere yola çıktığını ve geri dönmesinin mümkün olmadığını söyledi. Yani müze girişiminden sonra cami girişimi de başarısızlıkla sonuçlanmıştı.

Ama ben moralimi bozmadım tabii, bu durum bir daha Birgi’ye gelebilmek için kullanılacaktı.

Etrafta biraz dolaştıktan sonra ara sokaklara daldık eşimle..Evler çok güzeldi, eskiler ve aslına uygun olarak restore edilenler vardı. Ama benim evlerden çok ilgimi çeken evlerin kapılarıydı. Ahşap kapıların her biri farklı bir metal kilit mekaniği ile kilitleniyordu. Bence orası amatör fotoğrafçılar için cennet sayılabilecek bir yerdi. Ben de bir sürü kapının fotoğrafını çektim ve Pamukkale’ye devam etmek için arabalarımıza bindik.


Kapılar..

Yolda bu konuyu düşündüm. Beni neden kapılar ve kilitler etkilemişti bilemedim ama çok keyif aldım onları incelerken..

Aklıma yıllar önce yaptığım başka bir gezi geldi.

Dublin’e gitmiştik eşimle..Bu şehirde bitişik nizam evler ve her evin birbirinden farklı renklerde kapıları vardı. Çok güzel bir görüntü oluşturuyorlardı.

Renkli kapılar ile ilgili iki farklı hikaye var.

Bunlardan birincisi, çok içki içen erkeklerle ilgili. Dublin’li erkekler o kadar çok içiyorlamış ki, evler de birbirinin aynısı olduğundan, akşam dönerken, kendi evleri yerine başka evlere giriyorlar ve başka bir kadının yanına yatıp uyuyorlarmış. Kadınlar da kocalarını kaybetmekten korkarak kapılarını renkli renkli boyayıp, kocaların doğru eve gelmesini sağlıyorlarmış.

Diğer hikaye ise şöyle..


İngiltere Kraliçesi Victoria‘nın  ölmesi üzerine yas ilan edilerek  bütün kapıların siyaha boyanması emredilmiş. Dublinliler de asi olduklarından, bırakın kapıları siyaha boyamayı, normal renkli kapılarını da rengarenk boyamışlar.

Hangi hikaye doğru bilmem ama, insanın şehrinin, mimarisinin bir karakterinin, bir özelliğinin olması çok güzel bir duygu olsa gerek.

Bizler yaşadığımız şehirlerde mimarinin, sadece eski binaların yıkılıp yerine yeni plazalar  yapılması olduğunu sanıyoruz değil mi??

26 Ocak 2012 Perşembe

Nüfus Cüzdanı ve Döpiyes


Tatilde kalacağımız otele giriş yaparken, her otelde  olduğu gibi kimlik istediler. Biliyorsunuz otellerde kalırken mutlaka kimlik fotokopisi alınıyor, polisle ve hatta interpol’le paylaşılıyor. Bu bir zorunluluk....

Çok normal ve doğru..

Ancak bırakılan kimliklerin fotokopilerinin başkalarıyla paylaşılması, satılması ve hatta bu kimlikler  üzerinden kredi kullanılması, dolandırıcılık yapılması gibi nedenlerle, kimliği verip fotokopisi alınana kadar bekleyip, hemen geri alınmasının doğru olduğu konuşulmaya başlandı.

Beraber tatil yaptığımız arkadaşımız da bu konuda hassastı. Resepsiyon görevlisine bekleyeceğini ve kimliğini hemen geri almak istediğini söyledi.

Geri de aldık.

***

Bu olay yaşanırken aklıma yaklaşık bir buçuk sene önce yaptığım bir iş gezisi ve oradaki anılarım geldi.

İş gezisi için Erzincan’a gitmiştim. Ramazan ayıydı, iftarımızı yaptık, ben sabah uçak 7’de olduğundan, ben de ona binebilmek için sabah 5.30 da kalktığımdan yorgundum ve iftardan sonra hemen otelime dönmek istedim.

Otele gittiğimizde resepsiyonda benden kimliğimi istediler. Birkaç dakika beklememi, fotokopisini alıp geri vereceklerini söylediler.

Ben de beklememek için :

-Acelesi yok, sabah çıkarken alırım .

Dedim.

Yanımda, işyerimin o bölgeden sorumlu müdür arkadaşım Nagehan Hanım  vardı. Nagehan Hanım bana dedi ki:

-Yok, olmaz, kimliğinizi alın, başucunuza koyun, öyle uyuyun. Burası Erzincan, burası deprem bölgesi, gece ne olur bilinmez, gece deprem olur da başınıza bir şey gelirse, arkanızdan kim olduğunuz belli olur.

O anda bende soğuk duş etkisi yapan cümlenin üzerine  sonradan düşündüm. Bizler için deprem sadece televizyonda izlediğimiz bir olay, oysa Erzincanlıların hayatının bir parçası. Bu nedenle de hayatlarının her anını ona göre organize ediyorlar. Yani bana ilk anda itici gelen bu uyarı, aslında gayet iyi niyetli bir şekilde yapılmış bir uyarı.

***

Aynı gece, Ramazan olduğundan, sahurda bir şey yiyip yiyemeyeceğimi sordum resepsiyona..

Beni gece telefonla uyandırıp sahura çağırabileceklerini söylediler. Sabah kahvaltısında yaptıkları açık büfeyi gece sahurdan itibaren kuruyorlarmış. Ben de huzurla ve biraz da yorgunlukla erkenden yattım uyudum.

Gece telefon çaldı, kalktım. Sahura çağırılıyordum.

O an fark ettim ki, ben iş gezisine gelmiştim, yanıma sadece takım elbise vb gibi  iş kıyafeti almıştım, bir de gecelik.

Gece saat 4 tü ve ben otelin yemek salonuna gidip bir şeyler yemek durumundaydım.

Ama üstüme giyebileceğim ya dantelli geceliğim :),ya da etek, ceket, gömlek ve topuklu ayakkabıdan oluşan iş kıyafetim vardı.

Çok zor bir karar aşamasındaydım.

Doğal olarak takım elbiseyi seçtim. Gecenin 4 ünde, evimden 1000 km uzakta , bir otelin yemek salonunda, gayet karizmatik :) bir giysiyle sahur yapıyordum.

Ama olsundu. Önemli olan kurumumu en doğru şekilde temsil etmekti. Herkes bana bakıyor ve çaktırmadan gülüyordu.

Deprem uyarısı nedeniyle soğuk duşla başlayan o gece, hiç de unutamayacağım bir şekilde, yüzümde büyük bir gülümsemeyle sonuçlanmıştı.

Hayatın kendisi de bu değil miydi zaten? Acıları da minik gülümsemeleri de nakşetmek değil miydi hayatın içine??

24 Ocak 2012 Salı

TRT FM ve Yavuz Sultan Selim..


Biraz bahsettim, şu an ailecek tatil yapıyoruz.

Cumartesi sabahı yola çıktık, feribotla Bandırma’ya geçtik.

Tatilin en sevdiğim yönlerinden biri yolculuğudur. Başkalarının aksine, bir an önce hedeflenen yere varmak için sabırsızlanmam. Yolda görmediğim yerleri görmek, kasabaları, köyleri tanımak, yerel tadları denemek, hepsi bana çok büyük keyif verir.

Hatta TRT FM cıngılı duymak, İstanbul’da dahi içimi ısıtır, tatili aklıma getirir. Neden mi? Çünkü tatile giderken her yerde her kanal çekmediğinden, istisnasız TRT FM dinlenir bizim arabamızda..

Bu cumartesi de, yolda gelirken, bir parça çalıyordu. Eşimle tartıştık, çocukluğumuzun bir sanat müziği parçasıydı, ikimiz de parçayı biliyor ama kimin söylediğini çıkaramıyorduk. Eşim Mustafa Sağyaşar diyor ama ben ikna olamıyordum.

Sonunda kim olduğunu hatırladım. Yanağında yara izi olan gür sesli biriydi, kimdi, kimdi..Evet Yaşar Özel.

Bu ismi sanırım sadece bizim yaşıtlar hatırlar..

Yaşar Özel'i hatırlayınca bir anda aklıma bambaşka bir şey geliverdi.

Neydi o yanağındaki yara izi?

Eskiden ne çok kişide vardı o izden..Bizim çocukluğumuzda yani..Kollarımızdaki çiçek aşısına benzer ama bazı insanların yüzünde olurdu..Yıl Çıbanı dendiğini duymuştum..Artık kimsede yoktu, çocukluk anılarımızdan biriydi sanki..

Aklıma takılan bu konuyu  araştırmaya karar verdim biraz..

Ve çok enteresan bilgilere ulaştım.

Öncelikle artık kimsede olmadığı yalandı, üstelik artık bölgesel olarak görülen bu hastalık, göçler, mevsimlik işler, ulaşım olanaklarının artması gibi nedenlerle artık, doğu illerimiz kadar, büyük kentleri de tehdit ediyordu.

Tatarcık adı verilen sinekler tarafından taşınan bu mikrop, 1950 li yıllarda yapılan çok yoğun bir savaş ile ortadan kalkmış ama, yukarıda bahsettiğim nedenlerle 1980 lerden sonra yeniden artmaya başlamıştı. Üstelik bölgesel olmaktan çıkmış, ulusal bir parazit yapısına dönüşmüştü.

Özellikle İstanbul’da köpeklerden alınan  kan örneklerinin %20 sinden fazlasında Yıl Çıbanı (Şark Çıbanı ) paraziti tespit edilmişti.


İşin enteresan tarafı, son dönemde Kanamalı Kırım Kongo, Kuş Gribi gibi kitle imha silahlarının arasında Tatarcık sineği ve dolayısıyla Şark Çıbanı gösterilmeye başlanmıştı.

Vallahi, bu parazit kitle imha silahı olarak kullanılıyor mu kullanılmıyor mu bilemem..Ama yüzyıllar önce ,büyük padişah ve ilk halife Yavuz Sultan Selim’i imha ettiği biliniyor.

Oğlu cihan padişahı Kanuni Sultan Süleyman babasının ölümünün ardından dememiş mi zaten?


“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi..

Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi..”


Gerçekten, hayatta sağlığımızdan daha değerli ne olabilir ki??

23 Ocak 2012 Pazartesi

Kim, Kiminle, Nerede, Ne zaman??

Biliyorsunuz, geçtiğimiz Cuma günü okullar kapandı.

Biz de ilköğretim çağında çocukları olan anne babalar olarak, yıllık iznimizden kullanalım ve çocuklarımızla beraber vakit geçirelim istedik.

Size daha önceki yazılarımdan birinde  bahsettiğim çocukluk arkadaşım ve onun ailesi ile beraber keyifli  bir tatil planı yaptık.

Cumartesi sabahı hazırlanıp yola çıktık ve onlarla Turgutlu’da buluştuk.

Şu anda koordinatlar Ödemiş Bozdağ. Burada küçük bir kayak merkezi var. Yakınında da volkanik bir göl. Adı birçok volkanik göl gibi Gölcük..Göl kıyısında orta kondüsyonlara sahip bir otelde kalıyoruz. Şu anda göl buz tutmuş vaziyette, hava gündüzleri -1,0,+1 aralığında gidip geliyor, gece ise eksilerde geziyor.

Hem gece lapa lapa kar yağarken, hem de gündüz gölün etrafında dolaşıp keyfini çıkardıktan sonra, dün sabah kayak merkezine gitmeye karar verdik ve yola çıktık. Arkadaşımın bizim kızlardan iki yaş küçük kızı da bizim arabadaydı. Yol olması gerektiği kadar karlı ve buzluydu. Kötü bir şey yoktu. Araçlarımızda kar lastiği olduğundan bir hiçbir  sıkıntı yaşamadık. Ama zincir ve kar lastiği olmayanlar yüzünden topu topu  9 km lik yolda devamlı durup karşı şeridi beklemek, ya da yolda kalanların kendini kurtarmasını beklemek  zorunda kaldık.

Yolda çocuklar sıkıldılar, bir an önce karlarla oynamak istiyorlardı. Biz de onları eğlendirmek için kayak merkezine varmadan, bol karlı, güzel manzaralı, el değmemiş bir yerde durduk.

Kızların üçü birden kendilerini karlara atıp yuvarlanmaya başladılar. Yerde yatıp kollarını aşağı yukarı hareket ettirip “Melek “oldular. Karlarla kaplı küçük bir tepeye tırmandılar, düşmelerinden korkmasak en tepeye kadar çıkacaklardı. Sonuç olarak  oldukça eğlendiler.


Birçok insan için çok sıradan olan karla oynamak, bizim gibi İstanbul ya da İzmirliler için ekstradan bir eğlenceydi. Hatta gün içinde burası İzmir’den gelen tur otobüsleriyle doldu taştı.

Oyun bitip kızlar arabaya döndüklerinde sırılsıklamlardı ve çok üşüyorlardı. Ayak parmaklarını ve bacaklarını hissetmediklerini söylediler. Yanımızda yedek kıyafet de yoktu. Böyle dursalar üşüyeceklerdi çünkü henüz otelimize dönmeyi düşünmüyorduk. Bu nedenle arabada çocuklara ayakkabılarını, çoraplarını, pantolonlarını, taytlarını çıkarttırdık. Aslında tam olarak “Donlarına kadar ıslanmışlardı” ama onları teklif etmedik tabiiJ.

Islak kıyafetleri  bir çamaşır ipi edasıyla arabanın muhtelif yerlerine asıp, kaloriferi de açtık. Buhardan dışarıyı zar zor göre göre yola devam ettik.

Biz büyükler yolda hoşumuza giden  yerlerde durduk, kar oynadık, bol bol fotoğraf çektik,hatta  sucuk ekmekçide durup bir şeyler yedik. Ama kızlar arabada kemere bağlı bir şekilde oturup, yerlerinden kıpırdayamıyorlardı. Bir süre sonra  söylenmeye başladılar.

Baktım, bizim kızlardan birinden teklif geldi.

-Hadi,”kim, kiminle “oynayalım.

Kızların arkadaşı Duru  bu oyunu bilmiyordu,ona öğrettiler..Ardından isim şehir, kelime oyunu ( biten kelimenin ilk harfiyle başlayan kelime bulmak, ama özel isimler sayılmıyor), başka bir kelime oyunu (kelimenin biten hecesiyle başlayan kelime bulmak, bu daha zor) oyunları gündeme geldi.

Böylece arka koltukta, kemerler bağlı ve belden aşağısı çıplak bir şekilde hafif üşüyerek de olsa, çocuklar anın tadını çıkarmayı bildiler.


Daracık koltuklarda, oyuncaktan, teknolojiden uzak, gerçek anlamda “dağın başında”, biraz üşüyerek de olsa şikayet etmek yerine kendilerine bir çözüm ürettiler, hatta üstüne gayet de iyi vakit geçirdiler.


Biz yetişkinlerin, bütün gün içinde bulunduğumuz şartlardan şikayet etmek yerine, çocuklardan ders almamız gerektiğini düşünüyorum ama bilmem siz ne dersiniz?

21 Ocak 2012 Cumartesi

Yüreğinin Sesini Dinlemek..


Önce iş ilişkisiyle başlayan, ama şu an dostluğumuzun sürdüğü bir tanıdığım var.


Kendisi doktor, emin değilim ama ya dahiliyeci, ya da pratisyen doktor.


Çok uzun yıllardan beri ünlü  bir holdingin iş yeri hekimliğini yapıyor.


Bir bayan için oldukça düzenli bir yaşam. Belirli bir saatte gidiyor, belirli bir saatte geliyor, üstelik prestijli bir işi var, işyeri hekimi..


Kendisinin eşi de doktor. Eşi alternatif tıbba merak sarmış.


Aslında çocuk sahibi olamayan kitle ilgili çalışmayı hedefliyormuş, ama kurulu düzenini de bozmak istemiyor ,nereden başlayacağını bilemiyormuş.


Rukiye Hanım, bir gün bir teklif almış başka bir şirketten. Aslında o da çok ünlü bir firma, üstelik diğer maaşının iki katına yakın teklif vermişler. Ama Rukiye Hanım, alıştığı ortamdan ve arkadaşlarından  ayrılmamak için teklif edilen paraya rağmen şirketini bırakmamış.


Derken bir gün işyerinden bir arkadaşı, ona  uzun zamandır çocuk sahibi olmaya çalıştığını ama olamadığını, kendisinden doktor olarak bir tavsiyede bulunmasını istemiş.


Rukiye Hanın’ın eşi Dursun Bey de tam o günlerde geliştirdiği alternatif çocuk sahibi olma tedavi metodunu deneyecek bir gönüllü arıyormuş.


Rukiye Hanım da arkadaşını almış Dursun Bey’e getirmiş. Tedavi öncesi incelemeler ve testler yapılırken, hanımefendinin aslında çok ciddi bir göz rahatsızlığı olduğu ortaya çıkmış. Genetik olan bu hastalık ileri dönemde körlüğe yol açabilecek bir sorunmuş. Beraber araştırmışlar, bu hastalığı nasıl tedavi edebiliriz diye. Sonuçta görmüşler ki, tıp dünyası bu göz rahatsızlığına tam bir çare bulamamış henüz..



Dursun Bey o noktada bir karar vermiş. Literatürde tam bir tedavisi olmadığı görülen bu göz rahatsızlığına alternatif metodla çare bulacakmış. Buna yönelik çalışmalarına hemen başlamış ve ilk olarak  infertilite tedavisine gelen tanıdıkları üzerinde geliştirdiği metodu denemiş.


Onda başarılı olunca, başkasında, onda da başarılı olunca bir diğerinde derken, ünü namı yayılmış gitmiş.


Şu anda Google 'a söz konusu göz hastalığını yazdığınızda direkt onun adı geliyor. Dünya  literatüründe onun tedavi metodu kabul edilmiş durumda, hastalık genetik olduğundan gelen çocukları ve ailesiyle Türkiye’ye geliyor, bazen aylarca burada kalıyorlar.


Rukiye Hanım diyor ki,”Eğer diğer firmadan yapılan teklifi kabul etseydim, o arkadaşım bana gelmeyecekti, o gelmeseydi, göz rahatsızlığını tespit etmeyecektik, etmeseydik tedavi metodolijisini geliştiremeyecektik, geliştirmeseydik, şu anda bambaşka bir noktada olacaktık. Eğer sadece rasyonel düşünür, kalbinin sesini dinlemeden karar alırsan, çok hayırlı bazı olayların olmasına engel olursun. Ben rasyonel olanı seçseydim, diğer firmaya gitmiş olurdum, o zaman da bugünkü durumumuza asla gelemezdik. İyi ki de kalbimin sesini dinlemişim”


Bazen hayata, başımıza gelenlere, aldığımız kararlara, her şeye şikayet ediyor, hayatı kendimize zindan ediyoruz. Oysa bilemiyoruz, o hareket,o olay, o karar bizim için çok daha hayırlı bir başka hareketimizi, kararımızı sağlıyor.


Siz en son ne zaman kalbinizin sesini dinlediniz?

20 Ocak 2012 Cuma

Kavanozdakiler ve İşlerinin Başındakiler..


Dün akşam alt kat komşumuzun yaş günü vardı.
Kızlar okuldan gelince oraya gitti, ben de iş çıkışı  katıldım.

Keyifli bir akşam oldu.
Hatta Ada’nın anneannesinin gündüz Oktay Usta programında görüp hemen yaptığı yoğurtlu, kavrulmuş kıymalı ve salça soslu bulgur köftesinin tadı halen damağımda, ben de mutlaka deneyeceğim.

Çocuklar koşturup oynarken biz de sohbet ettik büyükler olarak.
Havadan sudan konuşurken Ada’nın annesi bir şey anlattı.

Ada’nın teyzesi İngiltere’de yaşıyormuş.
Bizim kızlara yakın yaşlarda da kuzenleri varmış.

Okuldan bir proje gelmiş bir gün..
Çocuklar, annelerinin yardımıyla limonata ve kurabiye yapacaklar, sokaklarında kurdukları bir standda satacaklarmış. Deneyimlerini ve fotoğrafları da proje sunumu haline getirecek ve okulda sunacaklarmış.

Limonata yapılmış, fırsat olmadığından evde kurabiye yapılamamış, marketten kurabiye çeşitleri alınmış, küçük bir masa kapı önüne çıkarılmış, güzel bir örtü örtülmüş.
Ada’nın teyzesi standı hazır hale getirip peçete almak için içeri girmiş ve çocukları standın başında yalnız bırakmış.

Dışarı çıktığında bir de ne görsün??
Çocukların önünde kuyruk var.



Bütün ürünler satılmış, çocuklar gayet motive, mutlu bir şekilde eve dönmüşler...
Anne sonra araştırmış.

Meğer bu İngiltere’de standart bir durummuş.
Her çocuğa benzer bir ödev verilirmiş. Bunu herkes bilir, sokakta çocukların açtığı bir standı gören herkes gidip mutlaka bir şeyler alır,destek olurmuş.

Bu çocukların kendilerine güvenmelerini, ayaklarını yere basmalarını sağlayan bir adetmiş.
Bu şekilde çocuklar kendini ifade etmeyi, başarmayı ve ticareti öğrenirmiş.

Çok hoşuma gitti.

Bizler çocuklarımızı kavanozda büyütüp, okutup edip, hatta üstüne master, doktora yaptırıp, 25 yaşından sonra iş hayatına gönderiyoruz, sonra da “Bu çocuk neden bocaladı, neden iş hayatına adapte olamadı?” diye şaşırıyoruz.

Meşhur Y kuşağı çocuklarını iş yerlerimizde yönetmeye çalışıyoruz, en ufak zorlukla karşılaşınca ya isyan eden, ya da ailesinin de desteğiyle, işten ayrılan çocuklara anlam veremiyoruz.

Ben çocukken, ilkokul 1 in yaz tatilinde babam arkadaşı olan bir eczacının yanına beni çırak vermişti. Görevim yerleri süpürmek ve meyva suyu-oralet içmekti. Üstüne 1 lira da günlük yevmiye alıyordum. (Muhtemelen o parayı babacığım eczacıya, eczacı da  bana veriyordu) 33 sene önceydi ama hala hiç unutmam, harika  bir deneyimdi.(Eski patronumun kulakları çınlasınJ)

Benim de planım kızlarım liseye geldiklerinde mümkünse gayrimüslim ya da Kayseri’li, yani esnaflığıyla ün salmış bir esnafın yanında, olabilirse Kapalıçarşı’da çıraklık yapmalarını sağlamak. Hem dillerini kullansınlar, hem hayatı öğrensinler diyorum. Gerçek hayat plazalarda değil ,orada çünkü..

Ben böyle düşünüyorum da..Acaba beni takan olacak mı?

Bilemiyorum J

18 Ocak 2012 Çarşamba

Özlem ve Serhat ve Töre..

Yer İstanbul ..
Üstelik İstanbul’un merkezi..

Özlem , henüz 24 yaşında.

Aslında Çorum’da doğmuş.Ama evlenince ,buraya gelmiş.Sevmiş de evlenmiş kocasıyla..

İki odalı bir evi ,kocası ,kayınbabası,kayınanası, kayınbiraderi ile paylaşmak zorunda kalmış.Ardından da bir kızı olmuş.

Kayınanası , beyin kanaması geçirip bir kaç gün içinde gidivermiş bir sene önce.
Evin tüm yükü üstüne kalıvermiş.

Derken yaz gelmiş. Kocası memlekete ağaçlara bakmaya gitmiş.
Özlem eşinin ailesiyle İstanbul’da kalmış.

Ferhat , gündüzleri elma bahçesinde elma yetiştirirken , gece de kuzenleriyle ava çıkar, gezer tozarmış.

Bir akşam ne olmuş bilinmez,Ferhat vurulmuş.Hem de kuzeni tarafından.Kazaen , av esnasında olduğu söylenmiş.…Alkolün de etkisiyle ,kuzenler korkmuşlar yaptıklarından..Ambulans filan çağırmadan , korkudan , atmışlar Ferhat’ı traktöre , getirip Özlem ‘in anasının evinin önüne bırakmışlar.
Ama Ferhat hastaneye kadar dayanamamış.Daha 25 olmadan çekmiş gitmiş bu dünyadan..Ardında 23 yaşında bir karı , 4 yaşında bir kız çocuğu bırakarak.
Ama cahilliğin , parasızlığın gözü kör olsun işte…

Kayınbaba, bir ev gösterip , biraz para verip torununa , gelinine sahip çıkmamış.
Hele Özlem’in ailesi…Kızlarına torunlarına “ Gel ,burası senin evin “dememişler..Yokmuş gibi davranmışlar..

Kız , sığıntı gibi kalmış kayınbabanın evinde..

***
Bir de Serhat var bu arada..
Serhat, Ferhat’ın 4 yaş küçük kardeşi.

Mahalleden bir kıza sevdalı ..Evlenmek istiyor..Hatta Özlem’den yardım istiyor aralarını yapsın diye..

Ama hayat ..

Aile meclisi karar veriyor.
Ortada 4 yaşında kız var,Serpil  var..Anası başkasıyla evlense, kıza sahip çıkmaz adam..



E, sokağa da atamazlar gelinle torunu, evde baksalar, o iki göz oda eve bi de Serhat’a gelin almak lazım..

En iyisi Özlem’le Serhat’ı evlendirmek..

Hem böylece Serhat’ın düğün masrafı da olmaz.

***
Ferhat gideli 6 ay olmuş..

Özlem evleneli 2 ay..

***
Serpil ne diyecek Serhat’a??

Baba mı?

Amca mı??

Hayat neden bu kadar acı??

Hayatın kendisi bu mu hakikaten??

Neden elimizdekilerin değerini bilmeyiz ki hiç??

Not : Bu hikaye tamamıyla gerçektir ,bir çalışma arkadaşımın oturduğu apartmanda ve İstanbul’un göbeğinde an itibarıyla yaşanmaktadır.

17 Ocak 2012 Salı

Satürn,Terazi ve Ben..


Bugün  Astroloji ve burçlardan bahsetmek istiyorum.

Astroloji, gezegen ve yıldızların insanların üzerindeki etkisini yorumlayan bir bilim dalıymış. İnsanoğlunun yazılı tarihinin başından beri var olan astroloji bilimlerin en eskilerinden biriymiş.

Her zaman bildiğimizin aksine ,Astroloji kader değilmiş. (Oh yani), her şey insanın kendi elindeymiş.. Astroloji dönemleri inceler, fırsat alanlarını, şanslı zamanları, doğum haritanızda sizi kısıtlayan, zorlayan alanları, gecikmeleri gösterirmiş.


Gezegenlerin iyi açılar yaptığı şanslı dönemlerde, hiçbir şey yapmadan oturursak  bu fırsatları kaçırabilirmişiz.
Aynı şekilde gezegenlerin zorlayıcı etkiler yaptığı dönemlerde gerekli gayret ve azmi gösterirsek  tüm zorlukları aşabilir, farkında bile olmadığınız içimizdeki gücü ortaya çıkarabilirmişiz.

Ayrıca Astroloji, yıldızların hareketlerini matematiksel olarak hesaplarken, etkin enerjileri oluşturabildiğini de kabul ediyormuş.
Burçlar Kuşağı galaksimizde (Samanyolu) çeşitli isimlerle adlandırılmış takımyıldızlar diziliminden oluşan bir kümeymiş. Bu küme Galaksimizin orta çizgisine (Ekvator düzeyinde) +8° ve -8° lik bir kesişme ile bir yörünge (Ekliptik) üzerinde sıralanmışmış.

Ve bunların sonucunda da hepimizin bildiği 12 adet burç ortaya çıkmaktaymış

***

Kusura bakmayın..
Hiç birine inanmıyorum..

Bana sorarsanız , çok basit bir hesapla dünyaya güneşten sonra en yakın yıldızın yer değiştirmesinin ,sizin üzerinizdeki etkisinin,evinizin sokağında çöpü karıştıran kediden daha fazla olacağını  sanmıyorum.
Zaten biraz oturup düşünürseniz astrolojide burçların içerdiği kişisel özelliklerin herkeste bulunan özellikler olduğunu rahatlıkla anlayabilirsiniz.

Şimdi internetten bugüne ait 4-5 farklı gazetenin sitesini açın ve burçlarınızı okuyun. İki ayrı  gazetede aynı güne ait aynı yorumları okuyabilen kişiler gazetelerini bana getirirse , ben o günkü gazete paralarını kendilerine iade edeceğim.:)
Etrafımda öyle ilginç insanlar var ki, sabah işe geldiği gibi Susan Miller’ın internet sayfasını açıyor , günlük yorum okuyor, cep telefonuna günlük yorum gelmesini sağlıyor vb vb.

Hatta evlenirken “ Ay şekerim ,ben toprak grubundanım, su grubundan biriyle evlenirsem şööle bööle dır dır vır vır  " diyen insanlar biliyorum.
İtiraf edeyim , bu burç hikayesine çoook çok az inanırdım eskiden.İlk hayal kırıklığı Terazi burcunun sanatçı ruhlu olduğunu öğrenmemle oldu.Zira sesim boru gibi,şiir yazmaktan anlamam,Cin Ali bile çizemiyorum , sanatçı ruhum nerde  peki?

Konuya gerçekten ikna olmamı kızlar sağladı.Bunlar ikiz,aralarında iki dakika var aynı saatte doğdular, yükselen burçları da aynı.
Ama???

Tısss..

Sokaktan iki kişiyi çağırıp “ Sen , sen , gel !!” desek ,çağırdığımız kişiler  birbirlerine bizim kızlardan daha fazla benzeyebilirler büyük olasılıkla..
Burdan çıkardığımız sonuç, ben bu Satürn Terazi burcundan 2012 Temmuz’unda çıkana kadar , yani Teraziler öğrenme ve sınav dönemini atlatana kadar , (çok kötü bi dönemden geçiyormuşum,şiddetle reddediyorum) burçlara inanmama konusunda çok netim .

Ama sonrasını bilemem J.Eğer iyi şeyler yazarlarsa duruma göre yeniden değerlendirmeli miyim acaba?

15 Ocak 2012 Pazar

Nar...


Şu an evdeyiz, Pazar akşamı..
15-20 yıl önceki Parlaiment Pazar Gecesi sineması Star ‘da yeniden başladı, ailecek onu seyrediyoruz.(Daha doğrusu eşim seyretmeye çalışıyor, kızlar babalarına sorular sorup, babaya filmi seyrettirmeyip, bir taraftan şiir ezberliyor, ben de yazımı yazıyorum.)

Eşim bir taraftan da kendisinin çok sevdiği, benim her zaman ayıklamaya üşendiğim bir meyve olan “nar “ ayıklıyor, kaselere koyup kızlarına veriyor.

Nar ..

Nar, kınagiller  familyasından içinde küçük çekirdekler ve meyve gövdesini oluşturan yüzlerce tanecikten oluşmuş, hafif ekşi ve bazen tatlı tadı olan, ılıman iklimlerde yetişen, bir meyve türü..
Yahudi  inanışına göre nar, doğruluğu  simgeler. Bir inanca göre göre, Hz.Adem  ile Havva’ya yasak olan cennet meyvesı, elma değil, nardır.

Kuran’da nar sözcüğü 3 kez geçmektedir: Bunların ilk ikisinde nar, Allah’ın yarattığı güzel şeylerin bir örneği olarak verilmiştir, üçüncüsünde ise cennetteki bir meyve olarak anlatılmaktadır.

Nar yemek sabır ister ..Çarşıdan “bir tane “ alıp eve geldiğinizde, cesaretiniz varsa kesersiniz ve “bin tane “ olduğunu görürsünüz. Kesip ,iç kabuklarını ayıklayarak teker teker ayırmanız ve kaselere bölmeniz, tatlı kaşığıyla yemeniz, yerken de etrafa dökmemeniz gerekir. Zira halı ipliklerinin boyanmasında dahi kullanılan nar, ciddi leke yapar.

Dişeti iltihaplarını giderir, yüksek tansiyonu düşürür.
Kalbimizi korur düzenli çalışmasına destek olur
Enfeksiyona karşı vücut direncini korur ve artırır.
Enerji verir, yorgunluğu giderir.
İdrar söktürür. Bağışıklık sistemini güçlendirir hastalıklara karşı korur.
Kolesterol ve kan şekerimizi düzenler.
Bağırsak parazitlerinin düşmanıdır, iyi bakterilerin artmasını sağlar.
İshali  önler .
Ciltte olumlu katkısı vardır, pürüzsüz görünüm sağlar.
Böbrek iltihaplarının giderilmesinde etkilidir.
100 ml nar suyu, yetişkin bir insanın günlük C vitamini gereksiniminin %16'sını karşılamaktadır.

Eski Mısır`da nar, din adamları tarafından kutsal kabul edilmiştir.

Anadolu`da birçok inanç ve adetin konusu nar olmuştur.


Anadolu geleneklerinde evin içinde nar patlatmak vardır. Yere atılan nar parçalanıp taneleri dağılır. Böylelikle eve bereket getireceğine inanılır.

Osmanlı kültüründe; nar, sevilen kıza gönderilerek evlenme teklif edilir.

Aslında Avrupa geleneği olan yılbaşı gecesi kapı eşiğinde ayakla nar ezmek ise artık tüm dünyaya yayılmış bir gelenek olmuştur..
Bizim mutfağımızdan ,salatalarımızdan, içli köftenin üstünden nar ekşisi eksik olmaz..Onun verdiği ekşi tadını, başka hiçbir şeyden limondan filan alamazsınız.

Çiçeğinin rengi, en güzel kırmızıdır. Harika kızarmış tüm yemeklere, tavuklara filan “Nar gibi kızarmış “ denir.
Sizin “nar”ınız hangisi?

Cennetten kovduran mı? Ayıklarken rehabilite eden mi? Halıda ilmek ilmek dokuduğunuz mu? Yılbaşında evde patlattığınız mı?

Yoksa sevgilinin dudakları mı?

İlginizi Çekebilir;

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...