30 Nisan 2012 Pazartesi

Eskiye Rağbet Olsa Bit Pazarına Nur Yağardı..



Geçenlerde kısa bir yurt dışı gezisi yapmıştım ve sizinle paylaşmıştım hatırlarsanız.

Atalarımız "çok gezen bilir" diye boşuna dememişler. İnsan her gün yeni bir şeyler öğrenebiliyor hayatta.

Viyana’da Schönbrunn diye bir saray gezdik. Avrupa’nın en güzel saraylarından biri olduğu söylenen bir saray. Gezmek güzel ve keyifliydi.




Ama anlatacağım sarayın kendisi değil  tabii ki..

Sarayı biz kulaklık alıp gezdik. Türkçe çeviri de vardı. Her odada ilgili numarayı basıp kulaklıktan anlatılan bilgileri dinledik. Ama eş zamanlı olarak bir turist grubu da rehber eşliğinde geziyordu. Rehber İngilizce anlattığından çoğu zaman onlara çaktırmadan karıştık ve biz de rehberi dinledik.

Tam aşağıdaki resmin önünden geçerken rehber kulaklıkta olmayan bir şey anlattı.

Bit pazarı nedir bilir misiniz?

"Bit Pazarı" adını nerden almıştır ?

***

Eskiden biliyorsunuz Avrupa’da yıkanma alışkanlığı yoktu. Hatta bilirsiniz, parfümün icadının nedeni de budur. İnsanlar yıkanmadıkları için doğan kötü kokuları engellemek adına parfüm sürerlermiş.

Her neyse o başka bir konu, girmeyelim.

Biz Türkler yıllardır hamamlarımızla ünlüyüz, yıkanmayı hatta uzun uzun yıkanıp keselenmeyi severiz.

Ama Avrupalılarda bu alışkanlık olmadığından, bitlenmek çok olağan bir hadiseymiş.

Resim Belçika’da bir Pazar yerini tasvir ediyor.




İnsanlar Pazar yerinde sıraya girmişler. Orada çok maharetli bir maymun var.Bitlerini kırdırıyorlar. Resimde tahta bir platform üzerindeki maymun ve önünde kafalarını eğmiş Avrupalılar görülüyor.

Yıkanmayı da bizden öğrenen Avrupalılar, şu anda bize güzel kokmayı , her gün duş almayı öğretiyorlar. (Ama hala klozetlerinde taharet çeşmesi yok, neden onu hala ısrarla koymuyorlar konusunda hep şaşkınım.)

Avrupa’da bir çok şehirde bit pazarlarının hala önemi var. Tabii ki yukarıda anlatılan anlamda değil, ama ikinci el, az kullanılmış ve nadide parçaların neredeyse tüm Avrupa başkentlerinde bit pazarlarında bulabiliyorsunuz.

O zaman yazımızı , “Eskiye rağbet olsaydı , bit pazarına nur yağardı “  sözü ile kapatalım.

Bu söz, antika merakının neden ülkemizde yaygın olmadığının kanıtı. Bu yüzden çoğu Türk'ün ailesinde atalarından bir anı ya da eşya yoktur. Hemen eskileri yok ederiz. Eski evlerimizi yıkar yerine apartman yaparız.

Hiç bir Türk erkeği "bu babaannemin yüzüğü" diyerek nişanlısına eski yüzük takamaz. Gider bir sürü para verir tek taş alır.( taksa zaten terkedilir o ayrı.) Beş yılda bir yapılan genel temizlik esnasında tüm eskiler gözden çıkarılır ve "eskiye rağbet etmeyerek" modernleştiğimiz imajı konu komşuya ve cümle aleme ilan edilir.

Tarihimizle beraber biz de yokoluyoruz farkında olmadan..


Not : Yazının Yalın'ın "Bit Pazarı" adlı parçasının eşliğinde okunması tavsiye edilir.


http://fizy.com/#s/1ago2h


28 Nisan 2012 Cumartesi

Kaybettiğimiz Aslında Hayatımızın Işığı Değil Mi?


Ofisimde beraber çalıştığım arkadaşlarımdan birinin kardeşi bu akşam evleniyor.
Bir çalışma arkadaşım da bu yaz.

Yani ofiste gelinlik, düdüklü tencere, gelin başı, düğün salonu konuları en trendy konular şu an..
Yaşı 40 olan  ve 15 senelik evli bir kadın , üstelik kadınlık genlerinin “süslenme, moda trendlerine uygun giyinme, düğün, nişan, kına gibi sosyal oluşumlardan zevk alma” bölümleriyle oynanmış biri olarak, sanırım arkadaşlara hayatı zaman zaman zindan ediyorum.

Zira gelinin güzel olmaması ve düğünün çok beğenilmemesi gerektiğine, evlenirken evin tüm eşyalarının tam olmamasının doğru olduğuna inanan bir yapım var.
Bence gelin çok güzel olursa nazar değer..

Düğün güzel olsa ne yazar,olmasa ne yazar. Önemli olan o salonda geçirilen  iki saat değil, sonrasında inşallah beraber geçirilecek 50 yıldır.
Evlenirken tüm eşyalar tam olsun diye, taraflar tarafından uzun uzun düşünülüp beraber keyifle seçilmeden, sırf evde olması gerektiği mantığıyla alınan ev eşyalarının fonksiyonel olmayacağını düşünürüm.

Bu konulara nereden geldik diyeceksiniz.
Geçen akşam gençlerle sohbet ediyorduk. Ata Demirer ‘in, Demet Akalın’ın düğünlerinden konuştuk. Aynı anda Burcu Kara ve Buğra Gülsoy ‘un boşanmalarından da. Daha 10 aylık evlilermiş. Çok yazık.



Sonra bu hafta Murat Ünalmış ve Birce Akalay diye bir çift boşanmış. Tanımıyorum ama ikisi de aynı dizide oynuyorlarmış. Onlar evleneli de  henüz bir yıl olmamış.
Perşembe günü cep telefonuma not aldım. Kendi kendime, “ünlülerin evlilik kurumunu oyuncağa çevirmesi, pat diye evlenip, küt diye ayrılması konusunu ilk yazımda işleyeyim bari” dedim.

Ve dün sabah gazeteyi elime aldığımda ne gördüm sizce?
Daha önce, yani evlendiklerinde eleştirdiğim ve hatta haklarında yazı da yazdığım çift olan, 1 Temmuz 2011 de evlenen Ali Taran ve Ayşe Özyılmazel çifti şiddetli geçimsizlik nedeniyle dün tek celsede boşanmışlar.

Her evlilik özeldir ve mutlaka kendi içinde bir dinamiği vardır, dolayısıyla onları diğer insanlar gibi yaş farkı, ölmüş eşi vb gibi şeylerle yargılamak değil niyetim.
Ama neredeyse elimizde olumlu örnek yok. Tek tek saymak istemiyorum ama 2011-2012 yıllarında boşanan ünlü sayısı, toplam Cumhuriyet tarihi ünlülerinin boşanma sayısını sollar.

Çünkü bu çiftler, ünlü oldukları ve hayatlarının büyük bölümünü kameralar önünde yaşadıkları için ayrılıklarını da, ilişkilerinin sorunlarını da kamera önünde yaşıyorlar.
Anlayamadığım şu :

Zaten bu insanların işleri çok zor, geceleri gündüzleri yok ..Hayatlarını toplumun önünde yaşıyorlar, rahatça sokağa çıkıp yürüyemiyorlar ..Bazıları hayranlarını evlilikleri nedeniyle kaybetmek istemiyor, bazılarına evlilik sorumluluğu zor geliyor. Düzensiz hayatları ya da yaşadıkları hayatın koşulları eşlerini aldatmaya zemin hazırlıyor. Bilemiyorum.


Peki neden bu ısrar?

Evlenmek zorundalar mı? Evlenirken, evlilikten ne bekliyorlarmış?
Evlilik kurumu bu kadar örselenmeye değer bir kurum mudur?

Birbirlerinin arkalarından söyledikleri onca laftan dolayı çocuklarına karşı mahcup olmuyorlar mı?
Kendilerinin gençler ve hayranları için rol model olduklarının farkında değiller mi?

Yoksa bu kişiler için evlilik Kim Kardashian örneğinde olduğu gibi sadece paralarına para katmak için kurguladıkları filmin bir parçası mı?
Niyetleri Kim Kardashian örneğinde olduğu gibi muhteşem bir düğün yapıp, düğün foto ve görüntülerinin telif haklarını milyon dolarlara satıp, hem kendinin, hem de basketçi eşinin isimlerinin reklam değerini kat be kat artırıp 72 günde boşanmak mı?

Bilemiyorum, ama artık, halk tarafından ünlülerin düğün haberinin çıktığı gün boşanma için kronometrenin çalıştırılmaya başladığını tahmin ediyorum.
Anonim bir düşünür boşanma için demiş ki : Boşanma sürekli arıza veren trafonun kaldırılmasıdır. Yerine yenisinin gerekip gerekmediği hususu ise ihtiyaç duyulan elektrik miktarı ile doğru orantılıdır.
Hayatımızı aydınlatan ışıkların hiç sönmemesi dileğiyle..

26 Nisan 2012 Perşembe

İdrak Yolları Enfeksiyonu..


Geçen Pazar bir gazetenin insan kaynakları ekinde bir yazı okudum.
Sonra bir daha okudum. Yazarı, Serdar Devrim, yani söz konusu ekin editörü. Çok uzun süredir bu camianın ve dolayısıyla konunun tam da  içinde olan biri. Çok şaşırdım, nasıl olur da bunları yazabilir, nasıl da toplumdan ve gerçeklerden bu kadar uzak olabilir dedim J

Konu "yöneticiler ve çalışanlar"..

Hadi beraberce göz atalım.(tırnak içindekiler yazıdan aynen alıntıdır.)

“Ne yazık ki, bulunduğu makama bilgi, tecrübe ve emeğiyle, ehliyeti sayesinde gelmemiş pek çok yönetici var.”

Mümkün mü? Siz hayatınızda böyle bir yöneticiye hiç denk geldiniz mi?

“Bunlar,  sadece ‘emir kulları’ ile çalışmak isterler. Yani ‘doğru yere doğru adam’ değil, verilen kararın yanlış olduğunu bilse de ‘Aman efendim gene ne kadar güzel düşünmüşsünüz’ diye verilen işi yapar gibi yapacak adam ararlar.”

Ben Türkiye’de hiçbir yöneticinin böyle bir tutum ve tarz sergilediğini görmedim.

“Her şeye karışır, sürekli müdahale eder, yol boyu kırk kere karar değiştirirler; en büyük tutarlılıkları tutarsızlıklarıdır.”

Ben tüm yöneticilerin olması gerektiği gibi “tam delegasyon, tam yetkilendirme" kuralına göre çalıştığından eminim halbuki..

“Ama bu, emir kulunu hiç rahatsız etmez, aksine işine gelir: Sadece verilen emri yerine getirmekle yetinince, riske girmemiş olur.”

17 senedir iş hayatındayım , yanlış olduğunu düşündüğü konuyu söylemeyen, üstlerini uyarmayan, uyarsa da kritik alan bir iş arkadaşım olmadı, Allah Allah..

Serdar Bey diyor ki:
“Eğer siz aptalsanız...
Yani şirketin çıkarını gözetiyorum sanarak, yanlış karar ve uygulamaları alkışlamıyorsanız; koltuğunuzu korumanın ve terfi almanın yolunun işinin ehli olmaktan, işini hakkını vererek yapmaktan geçtiğini sanıyorsanız; sonunda benim kıymetim bilinir diye düşünecek kadar safsanız...
Şansınız yok demektir.”
Şoktan şoka giriyorum şu an..Aksi mümkün değil ki zaten ..Nerde yaşıyor bu adam? Uzayda mı?
“Emir kulları sizi bir tehdit olarak algılayacaklar ve sizi, (sizin ulaşamadığınız ama onların sürekli beynini yıkadıkları) yöneticiye sinsi ve planlı bir şekilde gammazlayacaklardır.
Bir müddet sonra, etrafındaki bu yalancı halkasıyla gerçeklerden kopmuş olan yönetici, duyduklarına inanmaya başlar. İnanmasa bile, acilen bir günah keçisi bulunması gerektiğinin o da farkındadır."

Ayıp ama artık, bir de işe kuru iftira  eklendi...
Sonuç olarak da  yazıda diyor ki:
“Eğer siz çok aptalsanız...

Yani büyük bir istikrarla verilen yanlış kararları eleştirmeyi bir hak, hakkın ötesinde, şirketin çıkarları gereği göreviniz zannediyorsanız;
Doğru bildiğinizi söylemeyi, dürüstlüğü marifet addetmeye devam ediyorsanız.




Yani, kendi çıkarlarınıza ters düştüğünü bile bile, işin gereğidir, şirketimin menfaatidir diye yöneticinizle ters düşmeyi göze alıyorsanız;

Hasılı (çok haklı olsanız da) şirketin çıkarını patrona karşı savunacak kadar akılsızsanız..


Hiiç ağlamayın!!!

Ben de patron olsam, kendi çıkarını bile kollayamayan bir adamla çalışmam.”

***
Sanırım benim idrak yollarımda enfeksiyon var. Okuduğumu anlayamıyorum.En iyisi şu yazıyı ben bir daha okuyayım..Görüşürüz..


24 Nisan 2012 Salı

Bir Yaşgünü Hediyesi Projesi Çalışması- Sonuç


Önceki yazıda kaldığım yerden devam ediyorum. Mustafa’nın kuyumcuda broşları seçmesi aşamasında kalmıştık.
Mustafa aradı. ”İşlem tamam “dedi.

Şimdi sıra broşun çaktırmadan Aslı’nın oteldeki odasında yatağına konmasına ve sürprizin son aşamasına gelmişti.
Görev son derece tehlikeliydi. Çok dikkatli olunmalıydı J

Mustafa otele gitti. Resepsiyondaki görevliden rica etti. Ardından da aradı.
-İsimleriniz yazıldı, kutu odasına kondu, her şey hazır.

dedi.
Operasyon tamamdı.



Bütün bunlar halledilirken ben iş yerindeydim, çok yoğun bir gündü, kafamı kaldıracak durumum yoktu. Kendimi kasmışım. Her şey hallolunca, işler de biraz hafifleyince  “Ohh “ dedim ve tuvalete gittim.
Bilirsiniz, Türk’ün aklı nerede gelir. Tuvaletten çıkıp yukarı geri döndüğümde  panikle Mustafa’yı aradım. Bir toplantıya girmek üzereydi, acelesi vardı. Ona Ömer’in eşinin broşunu ne yaptığını sordum.

Dinnnkkk.
Ömer’in eşinin broşu da Aslı’nın broşuyla beraber Aslı’nın yatağının üstündeki kutuda kutunun açılmasını bekliyordu.

Mustafa toplantıya girecekti, ne otele gitmeye vakti vardı, ne de telefon etmeye.
Ben bütün yüzsüzlüğümle oteli aradım. Resepsiyondaki görevliye durumu anlattım. Kutuda asma yaprağı şeklindeki broşun kalması gerektiğini, gül şeklindeki broşun oradan alınmasını, mümkünse kendisinde beklemesini, Mustafa Bey’in gelip o broşu kendisinden alacağını anlattım. Yalvar yakar oldum. Sağ olsun beni kırmadı. Hemen halledeceğini, halledince beni arayacağını söyledi.

On beş dakika sonra aradı. Halletmişti.
-Bana Mustafa Bey verirken Aslı Hanımın yaş günü olduğunu zaten söylemişti. Ama ikisini de odaya konmak üzere verince,  diğer çiçek şeklindeki broşu da Aslı Hanımın eşi takacak diye düşündüm.

Dedi.
Koptum. Hem de fena halde. Gülmekten kendimi uzun süre alamadım. Sinirlerim boşaldı.

***
Akşam geç saatte beklenen telefon geldi. Aslı yatağında bulduğu kutuyu ve sürprizi çok beğenmişti. Tam da onun zevkine uygun bir seçim olduğunu, bizler gibi arkadaşları olduğu için bizimle gurur duyduğunu söyledi.

Ben de projeyi başarıyla sonuçlandırmanın keyfiyle, başka projelere yelken açtımJ

Not : Resimdeki broş kıskanç Ömer'in eşine alınan broştur :))

23 Nisan 2012 Pazartesi

Bir Yaşgünü Hediyesi Projesi Çalışması -Giriş..


İşyerinde gerçekten çok samimi olduğum birkaç arkadaşım var. Kendimi çok şanslı hissediyorum.
Bilirsiniz, üniversite hayatından sonra,  iş hayatında edinilen arkadaşlara genelde “Çıkar arkadaşlığı”, ”Yüzeysel dost”, “Bugün var yarın yok” filan denir. Ama bu arkadaşlarımla, üstelik farklı şehirlerde yaşamamıza rağmen, dostluğumuz yanı başımdaki bir çok arkadaşımdan daha ileri.

Geçen hafta bu arkadaşlarımdan birisinin, Aslı’nın yaş günüydü.
Diğer üçümüz bir araya geldik. Ne hediye alsak, nasıl ulaştırsak diye düşündük, taşındık,  kafamızı yorduk. Sonuçta deniz kıyısında yaşadığı, dalmayı sevdiği, her hafta sonu denize girme şansı da olduğu için, deniz kıyısında giyebileceği bir ayakkabı/terlik almaya karar verdik.

Bu arada, Aslı bundan birkaç ay önce, satışa çıktığı gün promosyonlu uçak biletlerinden almış. Eşiyle birkaç günlük Mardin kaçamağı/yaş günü kutlaması yapmaya karar vermişler.
Aslı Mardin’de gitmeden bir gün önce biz kıvranıyoruz, nasıl ayak numarasını öğreneceğiz diye..Öte yandan Aslı bana soruyor. “Senin Mardin’de bir arkadaşın vardı, onun telefonunu verir misin? Araba kiralayacağım orda, bana yardımı olur mu? Havaalanından şehre taksi ne kadar tutar,biliyor musun? “vb vb

Ben de verdim telefon numaralarını birbirlerine, görücü usulüyle arkadaş olsunlar dedim, aradan çekildim.
Hala Aslı’nın ayakkabı numarasını öğrenemedik bu arada. Ben de Mardin’deki arkadaşım Mustafa’dan rica ettim:

-Şimdi biz sorsak anlar, sen nasıl olsa gün içinde onunla bir çok kez  konuşuyorsun, arada da soruver bakalım ayakları kaç numaraymış.
Diğer taraftan yaş gününü kutladık, güzel bir Mardin gezisi olması dileklerimizi ilettik. Ben de laf arasında soruyorum:

-Mustafa sana iyi davranıyor mu? Yardımcı oluyor mu ?
-Valla ayakkabı numaramı bile sordu, ne yapacak bilmiyorum ama, siz onun kanalıyla bir işler çeviriyorsunuz gibi geldi ya, neyse anlarız dedi.

Bende o sırada jeton düştü.
Tabii ki bir iş çevirmeliydik. Ayakkabıya filan  gerek yoktu.

***
Daha önce Mardin’e gittiğimde, anneme ve teyzeme telkari adı verilen Mardin’e özgü gümüş el işçiliğinden yapılan broşlar almıştım. Onlar pek kullanmadılar ama, ben çok beğeniyorum. Aklıma bizim Aslı’ya da telkari broş almak geldi.

Hemen yine Mustafa’dan yardım istedim. Bu arada bizim diğer kanka Ömer de kıskançlıktan çatladı.Telkariyi duyunca  ”Aslı’ya alınandan karıma da alınacak.” diye tutturdu.
Sağ olsun Mustafa gitti, broş seçti, fotoğraflarını çekti, bana yolladı. Bir tanesi asma yaprağı, diğeri de gül olan iki broş alındı. Bu arada seçim yapılırken hasbelkader dükkanda bulunan ve kendine gümüş almaya gelen hanımefendiye, Mustafa’nın seçiminde ona yardımcı olduğu için teşekkürü borç biliriz.

Asıl heyecanlı kısım sonraki yazıya kaldı.

20 Nisan 2012 Cuma

Gardrobumuzda Bir Jean'imiz Eksik Olsa Yaşamayı Başarabilir Miyiz?


Birkaç hafta önce gazetede bir yazı okudum.
Araya hep keyifli konular girdi. Ben de bu konuyu halının altına süpürdüm. Ama yok, olmuyor, bir şekilde yüzleşmeliyim yeniden, hatta hep beraber yüzleşmeliyiz.
Biliyorsunuz bir süre önce İstanbul Film festivali vardı. Ben izlemedim ama NTV belgesel filmleri kuşağından China Blue filminin konusu beni bir gün filan yemeden içmeden kesti diyebilirim. Üstelik sadece konusunu okuyarak. Hatta ardından Pazar sabahı yapılan keyifli kahvaltı saatinde tüm aileye okutularak.
Film Jasmine’nin hikayesini anlatıyor. Çin’de yaşanan insanlık suçunu..Ve bu suçu işleyenin oradaki fabrikanın sorumlusu kadar aslında bizler, yani daha fazla , daha marka , daha çeşitli giyinmek isteyen bizler olduğunu.
Boğazında düğümlenip kalıyor insanın.
Şu anda Çin’de insanlık tarihinin en büyük göçü yaşanıyor. 130 milyon Çinli, taşı toprağı altın diyerek kırsaldan kentlere taşınıyor. Ve bunun sonucunda köpekler gibi çalışıp saatte 10 kuruş kazanıyorlar.
Jasmine, birçok yaşıtı gibi fason jean üreten bir fabrikada iş buluyor. Fabrika lojmanında 12 kişi bir odada 4.katta kalıyor. Fabrika verdiği yemeğin parasını da maaşından kesiyor bu arada. Aylık geliri tutarsız ama max 60 usd civarında olduğunu söyleyebiliriz.
Çalıştığı fabrikanın lobisinde “Müşteri her zaman bir numaradır” yazıyor. İşte “müşteri odaklı yaklaşım” kavramının, insan haysiyetini ezip geçtiği an.
Bu gayri insanı çalışma şartları dünya kamuoyunda duyuldukça, özellikle büyük markalar, Çin’deki  üretim tesislerini periyodik olarak gönderdikleri müfettişlerde denetliyorlar. Ama müfettişlerin geleceği zaman da belli, soracakları  sorulara verilecek yanıtlar da..Mesela müfettişlere düzenli mola aldıklarına veya kazandıklarının 3 katı kazandıklarına dair yalanlar atıyorlar. Müfettişler de ikna oluyor L
Aslında oradaki çalışma koşulları, bu markaların umurunda bile değil. Ama o müfettişleri yollayarak yaptıkları göya kamuoyunu, ama aslında, para kapıları olan müşterilerinin içlerini rahatlatmak ve daha çok satın almalarını sağlamak.
Buradaki işçiler günde 4 saat uyuyor, bazen uyuyakalmamak için göz kapaklarını alınlarına mandalla tutturuyor.
Biz de o kanla ve acıyla yıkanmış ayakkabılarımızı, pantolonlarımızı, tişörtlerimizi giyip, çantalarımızı elimize alıp, havalı bir şekilde trendy mekanlara , kafelere , restoranlara gidip, utanmadan, sıkılmadan çevremize hava atıyor, hatta o giysilerle , aksesuarlarla statümüzü ilan ediyoruz.
Sadece daha fazla giysimiz olsun, sadece kendimizi daha iyi hissedelim, sadece kendimize mallarımızla statü kazandıralım diye..İhtiyacımız olduğundan değil..
Eminim hepiniz çok büyük bir telefon üreticisinin Tayvan kökenli en büyük tedarikçisindeki çalışanlardan 12 tanesinin, Çin’deki fabrikalarından birinde intihar ettiğini, yine Çin’de  başka bir fabrikada da 300 işçinin fabrika yönetimiyle anlaşamadığından çatıya çıkarak intihar girişiminde bulunduğunu okudunuz.
Sadece kişisel zevklerimiz için Çin’de her birimizin ayrı ayrı bir köle tutması ayıbıyla daha ne kadar yaşayabiliriz ki?

Not : Fotoğraf, Çin’deki bir fabrikanın mesai saati değişimini göstermektedir.

18 Nisan 2012 Çarşamba

Bir Fincan Kahvenin Kırk Yıl Hatırı Vardır..


Geçen hafta sonu eşim ve onun misafirleriyle yemek yedik. Misafirleri Türkiye’de yaşayan expatlardı. Yanlarında da kendi çalışma arkadaşları vardı.
Başka bir ülkede yabancı olarak yaşamak zor. Hele yemek içmek daha da zor.

Eşim sordu  “En çok neyi özlüyorsun ülkende ?” diye..
“Yemeklerimizi” dedi.

Uzakdoğulu olmaları hasebiyle balık yemeği seviyorlardı. Biz de bu nedenle aslında oldukça iyi tabir edilen bir balık lokantasındaydık.
-Nasıl ? diye sorduk.

-İstanbul’da o kadar çok balık lokantasına gittim, üstelik çoğu en iyi restoranlardı. Ama tümü balıkları aynı şekilde pişiriyorlardı. Hiçbir özgünlük, hiçbir çeşitlilik yok. Aradığım tadı hiç bulamıyorum.
Dedi.

Yemeğin üstüne kahve içtik. Türk kahvesi. Bence hayatın anlamlarından biri. Her gün sade bir kahve içmesem, sanki o günün anlamı olmuyor gibi.
Sonra eşim, o güne kadar hiç düşünmediğim bir şeyden bahsetti. Aynı balık gibi, yüzyıllardır bu kahveyi aynı şekilde pişirip aynı şekilde ikram ediyoruz.Sonra da bizim tanıttığımız bu mucizeyi birileri gelip bize başka şekilde üç kat fiyata satıyor.

Eve geldikten sonra konuyla ilgili biraz araştırma yaptım.
Yengeç ve Oğlak dönencesi arasında tropikal iklime bölgelerde ağırlıklı olarak tarımı yapılmakta. Toprak, aldığı su, güneşlenme zamanı, nem kahvenin tadını ve aromasını değiştirmekte.

Kahve içerdiği kafein maddesinin uyarıcı niteliği yüzünden dikkat artırıcı özelliğe sahip.

Kahve’nin anavatanı olan Etiyopya’da yerli halk bu bitkinin tanelerini un haline getirip bir çeşit ekmek yapıyor. Meyveleri kaynatıldıktan sonra suyu içilmek suretiyle tıbbi amaçlı kullanılıyor ve "sihirli meyve" olarak adlandırılıyor. Kahve, ünüyle birlikte hızla Arap Yarımadası'na yayılıyor ve 300 yıl boyunca bahsedilen metodla pişirilmeye devam ediyor. 14. yüzyılda ise yepyeni bir keşif ile ateşte kavrulan kahve çekirdekleri, ezildikten sonra kaynatılarak içime sunuluyor.

Yavuz Sultan Selim döneminde, 1517'te, Yemen Valisi Özdemir Paşa, Yemen'de içtiği ve çok sevdiği kahveyi İstanbul'a getiriyor.

Kahve, kısa zamanda itibarlı bir içecek olarak saray mutfağında yerini alıyor..

Şimdi vurucu yere geldik.

İstanbul'a gelen Venedikli tacirler, çok sevdikleri bu içeceği Venedik'e taşıyor. Böylece Avrupalılar kahveyle ilk kez 1615'te tanışmış oluyor.

Dikkatinizi çekerim. Yıl 1615. Hala batı dünyasında kahve yok.

Önceleri limonata satıcıları tarafından sokaklarda satılan kahve, 1645'te açılan İtalya'nın ilk kahvehanesinde yerini alıyor. Kısa zamanda sayıları hızla çoğalan bu kahvehaneler de; diğer pek çok ülkede olduğu gibi özellikle sanatçıların, öğrencilerin ve her kesimden halkın bir araya gelerek sohbet ettikleri en gözde yerler oluyor. Kahve Paris’e 1643, Londra’ya 1651’de ulaşıyor.

İnsan o kadar üzülüyor ki, gelip bizden öğrendikleri kahveyi, aşağıda yazacağım 50 farklı pişirme çeşidiyle pişirip, getirip önümüze koyuyorlar. Biz de (valla itiraf ediyorum, bazen ben de ) ayran budalası gibi gidip, Türk kahvesine göre fincan başına en az iki katını verip Starbucks’ta kahve içiyoruz.

İnsanın “helal olsun” demekten başka elinden bir şey gelmiyor. Biraz da utanarak.

Vizyonsuzluk böyle bir şey işte..Yapmazsan, yapanların önünde sıra olur, onlara paraları bayılırsın..

Aşağıda sizlerle kahve çeşitlerini paylaşmak istiyorum. Şöyle Starbucks’a ya da benzeri havalı kafelere gittiğinizde rezil olmayın diye söyleyeyim dedim.

Bu iyiliğimi de unutmayın derim.
  • Türk Kahvesi – Telvesi ile servis yapılan tek kahve çeşidi.
  • Mırra - Şanlıurfa'ya özgü, birkaç kez demlenerek hazırlanan acı kahve.
  • Espresso - Makine ile hazırlanan, koyu kavrulmuş, İtalya'ya özgü bir kahve türü.
  • Cappuccino – Espresso ve su buharı ile köpük haline getirilmiş süt eklenen kahve (köpük 2 santim kadar).
  • Caffe Lungo – Espresso’nun büyüğü denilebilir. Espresso’nun makinada daha uzun sureyle filtrelenmesidir.
  • Caffe Americano – Espresso’nun sıcak su eklenerek yumuşatılmış şekli.
  • Caffe Latte – Caffe Lungo’nun uzerine sıcak süt eklenerek hazırlanır. 50% sut 50% kahve olarak yapılır.
  • Latte Macchiato – Sicak süt ve süt köpüğünün üzerine Espresso eklenerek yapılır. Temelde diğer tüm sütlü kahvelerden en büyük farkı sütün kahveye değil, kahvenin sütün üzerine eklenerek yapılmasıdır.
  • Caffe Macchiato – Espresso’ya süt köpüğü eklenerek hazırlanan kahve.
  • Mocha – Latte’ye çikolata tozu veya şeker eklenmesiyle yapılan kahve.
  • Viennese – Espresso’ya çikolata ve krema katılarak hazırlanan Viyana usulü kahve.
  • Filtre Kahve - Orta kalınlıkla çekilmiş kahvenin bir genellikle bir kağıt filtre yardımıyla filtre edilerek demlenmiş kahve çeşididir.
  • French Press - Kalın çekilmiş kahvenin aynı ad verilen bir demleme kapında suyla karıştırılıp ucunda metal bir süzgeç olan pistonla filtre edilerek hazırlanan kahve çeşididir.
  • Cafe au lait – Fransızların sütlü filtre kahvesi. Sütü kahvesinden daha fazladır. 1/3 kahve 2/3 sıcak süt.

16 Nisan 2012 Pazartesi

Leyleğin Ömrü Lak Lakla Mı Geçer?


Sevdiğim bir arkadaşım kurum içi görev değişikliği yaptı.
Ben de ona hayırlı olsuna gittim. Saksı çiçeğimi aldım, yeni ofisini buldum, öğlen yemeği saatiydi, yemek yedik, kahve içtik ve sonra işe döndüm. Arabamı biraz uzağa park etmişim. Arabaya doğru yürürken, bir anda gökyüzünde bir karartı hissettim.

Kafamı yukarı kaldırıp baktığımda, her sene gördüğüm bir manzarayı yeniden gördüm, ama yine ilk defa görmüş gibi yine etkilendim.
Belki de binlerce leylekten oluşan bir leylek sürüsü, mevsiminin geldiğini hissetmiş, hep beraber toparlanmışlar, birlikte yola çıkmışlar, yollarını da bulmuşlar, şaşırmamışlar. Ülkemize yeniden gelmişler.

Kuzey yarım kürede, Nisan ve Mayıs aylarının gelmesi ve havaların ısınmasıyla, leylekler kışı geçirdikleri ülkelerden yazı geçirecekleri ülkelere göç etmeye başlarlar.

Dairesel hareketlerle ve sürü halinde gelen leyleklerden önce erkek leylek yuvaya gelirmiş. Telaşlı bir şekilde, bir sene önceki yuvasını bulan erkek, hemen geçen seneden kalan ve kısmen dağılmış olan yuvasını çer çöp, ot  vb bularak onarırmış.
Yaklaşık bir hafta sonra gelen dişi leylek, hemen yuvaya yerleşir ve hayat oyununda yerini alırmış. Ben izlemedim ama, söylendiğine göre erkek leyleğin eşini karşılama töreni çok özelmiş.O karşılama seremonisi değme aşıkların yapamayacağı bir seremoniymiş. Bu romantik buluşmadan yaklaşık 5 hafta sonra da aileye genellikle ortalama 4 tane yavru katılırmış.

Baba leylek yavruların besinini teminle yükümlü iken, anne yavruları korumak ,kollamak, fırtınadan ,yağmurdan ve sıcaktan korumak gibi görevleri yerine getiriyormuş.
Havalar soğuyunca da, aynen diğer gruplarla buluşarak kışı geçirmek üzere daha sıcak memleketlere doğru yola çıkıyorlarmış.

Haa, bir de leyleklerle ilgili en fazla kullanılan söz “Evladım, seni leylekler getirdi“ lafıdır. Yani bir ebeveynin , çocuğunun bu hikayeye inanmasını beklemesi, çocuğun otomatikman geri zekalı olduğunu kabul etmesidir.

Farzı misal:
-Anne, benim doğum günüm ne zaman?

-17 Şubat evladım.
-Anne, ben nasıl oldum?

-Leylekler getirdi çocuğum.
-Anne, leylekler o dönemde göç etmiş olmaları hasebiyle Türkiye’de değil, daha sıcak bir memlekette olmalılar.

-Eeee, öööö, gak, guk..
****
-Baba, ben kaç kilo doğdum?
-4 kilo 500 gram evladım, tosun gibiydin maşallah, tütütütüüü..

-Baba ben nasıl oldum?
-Leylekler getirdi evladım.

-Baba, ben belgeselde gördüm, leylekler ortalama 2-2.5 kilo civarında oluyorlar? Leylekler beni nasıl taşımışlar?
-Eeeee, ööö, gak, guk.

***
Bu hayvanı uçarken görmek nedense insanlara sevinç verir, hani o sene çok gezileceğine filan işaret denir.

Geçen sene, yaz tatili için gittiğimiz Dalyan’da kaldığımız evin hemen yakınındaki elektrik direğinde, sevimli bir leylek ailesi vardı, iyi ki o zaman resimlerini çekmişim, resmi kullanmak için kısmet bu güneymiş.
Bugünlerde tavsiye ederim, sokakta yürürken , bir gözünüz gökyüzünde olsun, kim bilir  belki siz de yakalarsınız o müthiş geçiş törenini..

14 Nisan 2012 Cumartesi

Viyana, Bratislava,Budapeşte 5

2 gün ayırmaya gerek yokmuş Bratislava'ya, ama biz cahillikten ayırmışız, bir sonraki durağımız olan Budapeşte'ye trene binerek intikal ettik.

Bu yaban ellerin trenleri de bir başka. Bilet alırken biletin belirli gün aralığında kullanılabilen ve koltuk numarası da içermeyen biletler olduğunu gördük.

Netekim bindiğimiz kompartımana bizden sonra binen İngilizler, oturduğumuz yerlerin onlara ait olduğunu iddia ettiler. Biz de ezik bir şekilde kalktık. Ben bir ara uyumuşum. Uyandığımda baktım İngilizcem düzelmiş. Uyurken yanımda bağıra çağıra konuşan İngilizlerden bilinç altıma ciddi bir birikim oluşmuş. Kendimi İtalyanca TV kanalı seyrederken uyuyakalan ve bu sayede İtalyanca öğrenen Yalan Dünya'daki anneye benzettim :)

3  saatlik bir tren yolculuğunun ardından Budapeşte'ye vardık. Budapeşte insanları bize daha çok benziyor. Nedense kendimi orda daha az yabancı hissettim. İnsanlar da daha koyu renkli, kısa boylu ve tıknaz. Yeraltı geçitleri  filan tam ülkemdeki gibi yer yer çiş kokuyordu. "Oh" dedim kendi kendime , "Sanırım yuvama döndüm."

Gezdiğim 3 başkent içinde görsel olarak en etkileyici olan bence Budapeşte. Tarih, doğa hepsi birden göz dolduruyor. Özellikle gece manzara çok etkileyici.


Ben Süleyman'ın yerine olsam, taaa kalkıp buraya gelsem, Budin'i alsam, hayatta geri dönmezdim. Herhalde Osmanlı bir gün buraları kaybedeceğini hiç düşünmemiş. Masal şehir gibi bir şehir. Mevsim de şansımıza tam gezmek için uygun bir mevsimdi.

Burada gezerken gözüme kırmızı pantolon konusu takıldı. Viyana'da fular neyse, burada da kadınlar için kırmızı pantolon oydu. Hayır, boyum kilom tutsa ben de giyeceğim de, yakışmaz biliyorum. O nedenle bu konuda bir fular tarzı "giyeceğim" kararı alamadım.

Sokakta gezen insanlara dikkat ettim. Alışverişe çıkan kadınların elinde poşet ya da bez torba yok. Bizim piknik sepeti tabir ettiğimiz hasır sepetler var. Bu da çok hoşuma gitti. Sepet bizim toplum olarak günlük hayatımızda kullandığımız bir obje değil çünkü.

Tarihi eserlerden Basilica'yı gezerken, Ayasofya 'nın nasıl muazzam bir eser olduğunu bir kez daha anladım. Geçen sene en az 3 kere gittim, ama ilk fırsatta yeniden gideceğim, aklıma koydum.

Budapeşte'de şehre hakim manzaradaki sarayı gezerken, yeni evlenmiş çekik gözlü bir çift gördüm. Üzerlerinde gelinlik ve damatlıkları vardı. Yanlarında da aileleri ...Ve ayaküstü yemek yiyorlardı. Bir Eyüp Sultan konsepti burada da yakalanmıştı. Demek ki her yerde böyle bu işler. Hatta "Düğünde yemek vermek sünnettir ." anlayışıyla sanırım yemek yiyorlardı.

Eskiden yıllar önce hatırlıyorum, Cihangir'de bir arkadaşıma giderken görmüştüm, Spar süpermarket açılmıştı Cihangir'de. En az 15 sene önce..Sonra tutunamadı ve kapandı. Ancak her 3 gezdiğim ülkede de, etraf Spar ile doluydu. Bakalım Türkiye'de tekrar şanslarını deneyecekler mi?

Tatil güzeldi, gezdik gördük, çocuklarımızı özledik, ama ayrı kalmayı öğrendik. Aslında sağlıklı sürdürmemiz gereken ilişkilerimiz olduğunu, ama çocuklardan dolayı eşlerimizi ne kadar ihmal ettiğimizi anladık. Her sene kısa bir süre de olsa, sadece birbirimize vakit ayırmak gerektiğini yeniden müşahede ettik. Anneanneler olmasa hayatın ne kadar zor olduğunu biliyorduk, yeniden farkettik. (Annem çok sağol) İş yerindeyken, çok büyük sorun olduğunu düşündüğümüz  ve dert ettiğimiz konuların aslında uzaktan bakınca  ne kadar boş konular olduğunu idrak ettik.

Sonuç olarak güzeldi ama bitti.

Yeni bir gezi programında buluşmak üzere..

13 Nisan 2012 Cuma

Viyana, Bratislava, Budapeşte 4


Bratislava'da kalmıştık.
Burası çok yeni bir başkent. Slovakya-Çek Cumhuriyeti ayrılmasından  sonra Slovakya’nın başkenti olmuş. Bu nedenle doğa ve şehir ne kadar güzel olsa da, başkent olmanın getirdiği kültürel ve sosyal birikimi ben burada göremedim.
Tuna nehri bence çok etkileyici, ama Viyana, nehri şehir dışına atmış, Bratislava ve Budapeşte gibi etinden sütünden yararlanmayı becerememiş.
Bratislava'da Tuna önemli bir motif. Tepede Bratislava kalesi var, kaleden şehrin manzarası muhteşem. Kalenin içinde müze olduğunu söylediler. 2.5 EUR luk biletler alarak müzeyi gezmeye girdik.
Müze denen yer nasıl bir yer biliyor musunuz? Görseniz inanamazsınız, toplam iki odadan oluşuyor, 5-6 tane taş, 8-10 tane eski para, 3-5 tane ziynet eşyası, oldu sana müze.
Biz Türkiye'de alışmışız, Efes 'i görmeye, Ayasofya 'yı gezmeye, Sultanahmet'i kanıksamaya, Topkapı'yı gezerken bitirememeye .. Biz normal müzeciliğin, tarihi eserin, tarihin bu olduğunu sanıyoruz. Oysa adamlar, bizim müzelerimizin bir odasında yer alacak malzemeyle müze kurmuşlar. Yani her zamanki gibi, elimizdeki zenginliğin farkında değiliz ve kullanamıyoruz. Yani orayı gezerken duygularım orayı beğenmek yerine, sahip olduklarımızın ne kadar değerli olduğunu fark ederek sevinmek, ama yanlış kullanımımıza da üzülmek oldu.(20 TL vererek aldığımız Müze Kartlarla  gezdiğimiz müzeleri düşününce şu an aklım almıyor.)
4 Nisan 1945 'te Bratislava kurtulmuş. Biz de tesadüfen o gün ordaydık. Meydanda tören yapılacaktı, bando filan geldi, biz de seyredelim dedik. Başbakan, bakanlar, belediye başkanı gibi tüm protokol geldi, ne koruma, ne polis, ne güvenlik, ortada hiçbir şey yoktu.
Protokole 20 m uzakta, arada herhangi bir bariyer olmaksızın töreni izledik. O sırada, ülkemizde bize nasıl potansiyel suçlu ya da potansiyel katil diye yaklaşıldığını düşündüm,  huzurum kaçtı. Öyle bir tören burada yapılacak olsaydı, bizim o meydanda olma şansımız dahi olmazdı da, olabilsek de, tahmin edebileceğiniz yerimize kadar kontrolden x-raydan filan geçerdik.

Farkında olmadan tam da Paskalya döneminde gitmişiz. Bütün meydanlarda paskalyaya yönelik hediyelik eşya standları vardı. İnanın yumurta görmekten içim sıkıldı.Bir süre yumurta yiyemeyecekmişim gibi geliyor. Her taraf yumurta ve tavşan ile doluydu.

Meydanda bir kilise vardı.Hangi saatte oradan geçersek geçelim, önünde kuyruk vardı. Önce  burs , yardım vb dağıtma kuyruğu olduğunu sandık. Ama gece geç saatte bile ve her yaştan insanı kuyrukta görünce, merak edip sorduk. Genç çocuk :
- Paskalya gelmek üzere, paskalya olmadan günah çıkarmamız lazım,o nedenle herkes kuyruk bekliyor, hadi siz de gelin ..
diye cevap verdi.

Viyana'da Stephanplatz gibi ünlü kiliseler varken içleri bomboştu. Oysa gördük ki, Bratislava'da halk çok dindar, bu nedenle kitap ehli kesmiştir diyerek rahatlıkla et yiyebildik .

Umarım sıkılmadınız, çünkü daha devamı var.

İlginizi Çekebilir;

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...