31 Mayıs 2012 Perşembe

İnsanlar Alemi - Episode 2


Bir önceki yazıda insan ilişkileri üzerine yazdığı kitabını uygulamalı anlatmaya çalışan bir öğretim görevlisinin öğrencileriyle yaptığı performansı anlatan "İnsanlar Alemi" adlı komedi programından bahsetmeye başlamıştım ama bitirememiştim.

Kaldığımız yerden devam edelim..




İrem Sak: Sanırım erkek olsam hayatımın kadını bu kadın olurdu. Bir insan hem bu kadar sevimli, hem bu kadar yetenekli ve başarılı hem de bu kadar mı güzel olur? "Şen Yuva"' da salak Şehrazat roluyle ilgimi çekmişti. Ama Yalan Dünya'dan sonra sanırım kendisini tanımayan bilmeyen kalmadı. Kendisinin "Yakalarsam Tık Tık " performansı (Lady Gaga versiyonu ve boynundaki bulaşık teli ile sahne performansını lütfen You Tube'dan seyredin.) ve kitap okurken girdiği entellektüel hava, en sıkıntılı anlarımda bile yüzümde gülümsemeye yol açıyor. Eminim yolu çok açık olacaktır.

Okan Çabalar : Kimse alınmasın ama bence programın iki yıldızından biri o. Kendisinin  giremeyeceği karakter olmayacağından endişeliyim. 24 Mayıstaki dede rolünü sanırım etrafımda anlatmadığım kimse kalmadı. Onu da ilk Şen Yuva'da görmüştüm. Şehrazat'a olan aşkını ifade ediş biçimlerine bayılmıştım. Kendisinin gerçek hayatta da İrem Sak ile beraber olduğunu öğrendim. Bence ikisi de birbirleri için olağanüstü seçimler. Bu adamı bundan sonra tutmanın imkanı olmayacak kanaatindeyim. Günümüzün Jim Carrey'si  olur mu olur. Ekşi sözlükte kendisiyle ilgili şöyle bir yorum okudum : İrem Sak ile beraber alındığında etkisi iki katına çıkan depresyon ilacı.



Aylin Kontente : Ben onu ilk kez bu progranda gördüm. Sanırım bu benim ayıbım. İlk bölümü izlediğimde "Yazık, bu kadar iyi oyuncunun arasında işi zor, vah vah, garibim " dediğimi hatırlıyorum. Ama gördüm ki, programın Okan Çabalar'dan sonra ikinci yıldızı o. Bence Türkiye'deki kadın komedi sanatçısı açığını kapatmaya adaydır kendisi. Özellikle Aziz Hoca'nın "Rolüne nasıl hazırlandın evladım?" sorularına verdiği doğaçlama yanıtlardan sonra insan bir süre kendine gelemiyor. O çıkardığı garip ses, o bebeksi şımarık konuşma nasıl yapılır yarabbim. Bu programın enteresan taraflarından biri de şu. Okan Çabalar -İrem Sak çiftinden sonra Aylin Kontente ile Alper Kul'un da gerçek hayatta beraber oldukları konuşuluyor. Bu beraberliklerin programa farklı bir enerji verdiğinden eminim.

Sonuç olarak derim ki, son dönemde yapılmış en kaliteli programlardan biri, eğer komedi seviyorsanız, "Komedi Dükkanı"'nın hayatınızda eksikliğini benim gibi siz de hissediyorsanız, size haftada bir doz "İnsanlar Alemi" yazıyorum.

29 Mayıs 2012 Salı

İnsanlar Alemi - Episode 1



Birkaç haftadan beri Perşembe akşamları özellikle izlediğim bir program var.

Prime time programları genelde izleyemiyorum, o saatlerde genelde kızlarımla vakit geçiriyorum.

Ama bahsettiğim programın saat 22'de başlıyor olması benim tarafımda izlenme olasılığını artırıyor.

Hangi programdan  bahsettiğimi sanırım tahmin ettiniz.

"İnsanlar Alemi.."

Daha önce aynı ekip "Beşer Beşer " diye başka bir program yapıyormuş ancak ben o programa hiç denk gelmemişim.

İnsanlar Alemi'nde Ali Sunal, Alper Kul, İrem Sak, Erdem Yener, Okan Çabalar ve Aylin Kontente rol alıyor.




İnsan ilişkileri üzerine yazdığı kitabını uygulamalı anlatmaya çalışan bir öğretim görevlisinin öğrencileriyle yaptığı performansı anlatan bir program bu. 

Öyküsüne gelince:

Aziz Güngör Esen'in (Ali Sunal) yeteneksiz öğrencileriyle insan ilişkilerini irdeleliği konferansları artık televizyonda milyonlara ulaşmaya başlamıştır. Bütün ekibin aynı lojmanda yaşamasıyla işler daha da karmaşık bir hal alır. Hocasına hayran ve hocasının bu girişiminin hayatının projesi olduğuna inanan İsmail (Alper Kul), mahalle kızı Sinem (İrem Sak), bitirim Hakkı (Okan Çabalar) olarak tandığımız karakterlere, şöhret budalası Hüseyin (Erdem Yener) ve zengin kızı Burcu'nun (Aylin Kontente) eklenmesiyle Aziz Güngör Esen'in işi iyice zorlaşır...

Ali Sunal şimdi genetik olarak Kemal Sunal'ın oğlu olduğu için, durduğu yerde komik bir adam. Daha önce kendisine karşı sırf birisinin oğlu olarak ön plana çıktığından dolayı negatif önyargım vardı. Babasının rahatlığına tezat bir ağırlığı var. Komedi Dükkanı'na konuk olduğunda ilk bayılmamı yaşamıştım. Bence bu programda rolu gereği performasını pek gösterme fırsatı olmuyor. Bence bu rolu kabul etmesi büyük tevazu, zira ben kendisine "Benim Annem Bir Melek"'ten beri hayranım.

Erdem Yener : Ben uzun zamandan beri kendisini Kemal Sunal'ın tahtına aday görüyorum. Yüzündeki ifade bile benim ilk bakışta kendisine gülmeme yetiyor. Avea yüzü olduktan sonra sanırım herkes tarafından tanınıyor. Ama aslında benim bugüne kadar takip edemediğim müzisyen tarafı da oldukça başarılı. Şu an insanlar aleminde gerçekten üst düzey bir performans izliyoruz. Zil çaldıktan sonra, Hüseyin olarak oynadığı karaktere geri dönüşleri falan çok başarılı.


Alper Kul : Bundan bir kaç sene önce eşimle "Mağara Adamı " isimli tek kişilik performansını izlemiş ve bayılmıştım. Saatlerce salonu hem kırıp geçirmiş hem de performansından bir gram bile kaybetmemişti. Daha sonra bu programdaki ekibin yarısının yer aldığı "Şen Yuva" da ailenin hayırsız ve kayırılan oğlu olarak karşıma çıkmıştı. "Sümela'nın Şifresi"'ni seyretmedim ama o filmle ilgili hep iyi şeyler duyduğumu hatırlıyorum. Ancak en son 24 Mayıs tarihli bölümdeki "babaanne" rolünden sonra gerçekten koptum, daha fazla birşey diyemeyeceğim.

Hoca +5 kişi olduklarından yazı bitmedi. Daha anlatmam gereken üç kahramanımız daha var, o nedenle bir sonraki yazıda buluşalım.

27 Mayıs 2012 Pazar

İzmir'de Kahvaltı Etmek..Boyoz..

Diyete devam, yemeklerle ilgili hayaller artarak büyüyor.

Sık sık çok sevdiğim arkadaşım ve ailesiyle İzmir çevresinde buluşuruz.

En son, Şubat tatilinde gittik, size bahsetmiştim.

Her sabah özellikle kızım Başak'ın talebi üstüne ise boyoz alındı.

Hafta sonları bazen pastaneye gittiğimizde, almak için sorduğum bir üründür boyoz.

Eskiden çok yakımızda bulunan bir pastanede oluyordu, şimdi o pastane de kapanınca boyozun kapsama alanından tamamen çıktık.

Bu sabah arkadaşlara kahvaltıya giderken Darphane civarında girdiğim pastanede boyoz var mı diye sordum, adam bana Chateaubriand (Şatobiryan) istemişim gibi baktı.

Boyoz İzmir'e özgü ve İzmir damak tadı ile özdeşleşmiş, Türkiye'nin başka yerlerinde, çoğu kez, ya sadece ismi bilinen, ya da ismi bile bilinmeyen, yağlı un da denen özgün bir hamur işidir.

Boyoz 1492 yılından sonra İspanya'dan kovulan Yahudi cemaatinin, İzmir'e yerleşmesiyle Türk kültürüne kazandırılmış bir yiyecek. Seferad yahudileri, Ege Bölgesi başta olmak üzere İstanbul ve Anadolu’nun pek çok yerine dağıldıklarında da boyozu Anadolu halkına tanıtmışlardı. Ama sadece İzmir ve çevresinde beğenilip, ticari bir ürün gelebildi boyoz.

Yine Sefarad kökenli nüfus gruplarının yoğun olduğu Arjantin, Şili, Peru, Meksika   gibi ülkelerde de peynirli ve ıspanaklı boyoz yapılıyor ve seviliyor.

Rivayete göre, İzmir'de boyozun en iyisini Boyozcu Avram Usta yapmış, o öldükten sonra İzmir'de boyozlar "Avram Usta’nın boyozu" adı altında satılmıştır. 

Özellikle iş dünyasının yoğun olduğu Konak, Çankaya, Basmane, Alsancak civarındaki tüm iskele ve duraklar boyoz satıcıları ile doludur, tartışmasız işbirlikçisi yumurta ile birlikte.
Çünkü boyoz yumurta olmadan yenmez çoğunlukla. 
Sonunda, bu sene mayıs ayında 'Boyoz'un festivali düzenlenmiş.

Festivale katılan binlerce İzmirli, pazar sabahı olmasına rağmen 1.Kordon' daki festival alanına akın etmiş. Radyo Romantik Türk ile Konak Belediyesi 'nin ortaklaşa düzenlediği organizasyona katılan İzmirliler, ikram edilen boyoz ve peynirleri almak için uzun kuyruklar oluşturmuş. Hatta belediye başkanı siyasilere birçok mitinglerde bile bu kadar kişinin toplanmadığını belirterek mesaj vermiş.

Sonuç olarak eğer yaşadığınız şehirde boyoz yeme şansınız varsa, boşverin diyeti filan, yarın sabah kahvaltıda bir yumurta haşlayın, yanında da güzel bir demli çay koyun, kapayın gözlerinizi, Alsancak'ta ya da Karşıyaka'da yiyormuş gibi yapın.

Bulamıyor musunuz yakınınızda?

O zaman düşürün bu yaz yolunuzu İzmir'e..

Bakın tadına ..

Bakalım beğenecek misiniz?

Bir tane de benim için yiyin olur mu?

25 Mayıs 2012 Cuma

Antalya Usulu Tahinli Piyaz..

Bir iki haftadan beri diyet demeyelim ama yediklerime dikkat etmeye çalışıyorum.


Yaş 40 oldu, malum önümüz de ramazan, şimdi dikkat ettim ettim, sonra ipin ucu iyice kaçacak sanki.


Neyse, öğlenleri bir sebze yemeği, akşamları evde minimum yağ ile hazırlanmış haşlama-ızgara birşeyler ya da yine sebze.


İşyerimin tam karşısında da çevremizin en ünlü kebapçısı var, bütün gün ortam buram buram kebap kokuyor, akşam üstü de arkadan balık kokusu, iradem  günde kaç fasıl sınanıyor size anlatamam.


Hepiniz bilirsiniz böyle "kontrol" dönemlerinde, insanın gözünün önünde hep bir yemekler belirir, uçuşur, canınız birşeyler çekip durur.


***
Bundan birkaç sene önce yaz tatilinde Side tarafına gidecektik. Gece geç saatlerde Antalya'ya vardık. Karnımız da nasıl aç..Her zaman her tatilimizde yanımızda Gezi Rehberi adlı kitabımız olur. Bu kitapta hem gezilecek yerler detaylıca yer alır, hem kalınacak hem de yiyip içilecek yerler..


Gecenin o saati olmasına ve aç olmamıza rağmen, hemen kitabı elimize alıp, Antalya'da ne yenir diye baktık.


Bütün oklar şiş köfte denen kavram üstünde birleşiyordu. Biz de  akşam akşam sadece bu şişçilerden biri olan Şişçi Ramazan'ı açık bularak gidip yedik.


Köfte fena değil. Yine gitsem yine yerim. Ama yazımın konusu bu değil.
Bugün aç tavuk kendini darı ambarında sanır modelinde gözümün önünde orada yediğim piyaz uçuştu.


Aslında fasulye piyazı..Ama bildiğiniz fasulye piyazı değil. Adı "Antalya fasulye piyazı" veya "Taratorlu fasulye piyazı"






Öncelikle şu malzemeleri hazırlıyoruz.


4 diş sarımsak
1 kahve fincanı tahin
2 kahve fincanı zeytinyağı
1 kahve fincanı sirke
1 limonun suyu
2 çorba kaşığı haşlanmış fasulyenin ezilmiş hali


Ancak bu malzemelerle sosu hazırlarsak ancak Antalya'ya özel bu özel tadı yakalayabiliyormuşuz.


Ama ayrıca bu piyaz öyle herhangi bir fasulyeden olmuyormuş.  


Çeltikçi ya da Çandır fasulyesi bulmazsak, kesinlikle piyazımız Antalya fasulye piyazı olmuyormuş. Maydanozu moleküllerine ayırana kadar kesmek ve yanına haşlanmış yumurta koymak da işin jargonuymuş.


Aslına bakarsanız eğer humus seviyorsanız ve tarifi okursanız "Yahu bu bizim humusa benziyor, sadece nohut yerine kuru fasulye var" derseniz yanılırsınız.


Benim size tavsiyem, her tatilinizde her seyahatinizde her yolcuklukta geçip gitmek, havuz başına bir an önce varmak denize atlayıp açık büfe kuyruğuna girmek yerine, yol üstünde yerel tadları yerel yemekleri denemeden geçmemeniz.


E bu durumda bu yaz Antalya'ya gidip de piyazla koftenin tadına bakmadan gelmek olmaz değil mi?


23 Mayıs 2012 Çarşamba

Erguvan, Mor Salkım, Kırmızı Atkestanesi, Yasemin, İğde, Gül..

Geçen pazar eşimin köyünde dağ bayır yürüyüş yaparken ayak bileğimi fena burktum.

Aslında aynı yerden taaa 11 yaşındayken bir burkmuştum. Aynı yerde yer etti, her sene yeniden yeniden burkuluyor.

Ancak bu defaki gerçekten çok fena oldu. Ben hemen buz koydum, bandajımı sardım. Ama Ben - Gay sürdüm, orda hata etmişim. Ben-Gay ortamı ısıtan bir cins merhemmiş, Voltaren sürmem gerekiyormuş, bu da Allah korusun sizlerin de başına gelirse diye bilginize..

Olayın ertesi günü doktora gittim ve bana birkaç gün istirahat verdi. Üzerine basma dedi. Uzat dedi.


İşyerinde tabureye uzatıp öyle çalıştım.


Ama 5. gün sonunda bana geldiler.


Otur otur nereye kadar. Sabah yürüyüşleri de bitti.


Çok darlandım.


Cuma akşamı işten çıktım eve gittim, aşırı da yağmur yağıyor ama dayanamadım, giyindim yağmurluğu, eşofmanı ve yürüyüşe çıktım yine.


Bu mevsimde yürüyüşün keyfi bir başka oluyor.


Aslında İstanbul gerçekten her mevsim keşfetmek için harika bir şehir.


Nisan gelince önce erguvanlar açmaya başlıyor.


Boğazda bambaşka ama, buralarda , yani Ataköy'de bile inanılmaz güzel.






Benim aslında hayran olduğum ve mevsimi çok kısa olan başka bir bitki var. Mor salkımlar. Mor salkımlar da erguvanlarla eş zamanlı açıyor ve bence hem görsel olarak fark atıyor, çünkü kokusuyla da büyülüyor.






Şu anda dışarı çıksanız, ne yazık ki ikisinin de mevsimi geçtiğinden görme şansınız olamayabilir.

Hepimizin çok bilmediği ama çok özel bir ağaç daha var.






Kırmızı at kestanesi ağacı.


Normalde at kestanesi beyaz açıyor, ama çok nadiren kırmızı açanları var.


Ben Fethi Paşa korusundakileri, eski evimin yakınında Üsküdar Türkan Sabancı Görme Engelliler okulunun bahçesindekileri ve de Ataköy'de 9.kısımda cadde üzerinde olanları her sene aynı dönemde görmeyi seviyorum.




Cuma akşamı yürüyüşte bu defa da güllerin açtığını gördüm. Her renk gül vardı. Beyaz, kırmızı, sarı, sarı-kırmızı, pembe, yavruağzı, ne renk isterseniz.





Üstelik yağmur yağmıştı, yağmur damlaları güllerin üzerinde öyle güzel duruyorlardı ki, benim yürüyüş yine patladı. Resim çekme gezisine dönüştü.
Aslında her gün yanından geçerken atladığımız, göremediğimiz şeylere keşke biraz vakit ayırsak..


Yapmamız gereken şöyle bir durup, etrafa dikkatli bakıp o anın tadını çıkarmak. Vakit varken, görebiliyorken, hala bu güzellikler dünya üzerinde varken..


Haydi , herkes dışarı çıksın...Bari iğde ağaçlarını kaçırmayın , şu an tam onların günleri...Pardon bir de mis kokan yaseminleri..




21 Mayıs 2012 Pazartesi

Odalarda Işıksızım..



Eşimle en büyük kavgamız ben araba kullanmayı öğrenirken yaklaşık 15 sene önce falandı.
Bir de bitmez tükenmez kavga konumuz var ki, Allah ömür verir de 90 yaşını görürsek, eminim yine de kavga konusu olmaya devam edecektir.
Ben akşamları erken yatan, yatınca biraz kitap okuyup uyuyan, "ekran" dan pek hoşlanmayan biriyim. Bu ekran nedir diyecek olursanız, TV den başlayıp, bilgisayar, I pad, I phone ve cep telefonu şeklinde devam  edebiliriz.
Oysa eşim uyuyabilmek için mutlaka bir ekrana bakması gerektiğine inanıyor. TV karşısında uyumak, yatakta bilgisayardan film seyretmek gibi bazı eğilimleri var. Ve ben bundan nefret ediyorum. Özellikle ışıkta kesinlikle uyuyamıyorum.
Yatak odamızın perdesi her zaman koltuk örtüsü kadar kalın bir kumaştan olur bizim.

Kızlar doğana kadar, bu tercihim tamamen kişisel bir tercih olarak görünüyordu. Ama kızlar doğduktan sonra anladım ki, bu aslında sağlık için de şart olan bir şeymiş.
Çocuk doktorumuz, çocuklar uyurken kesinlikle ışıkta uyutmaya alıştırmamamız gerektiğini, karanlıkta uyumanın şart olduğunu, ışıkta uyumanın bağışıklık sistemini olumsuz etkilediğini söylemişti. Hatta gözleri görmeyenlerin kanser olmadıklarını, çünkü onların ışıkta asla uyumadıklarını da sözlerine eklemişti.
Kızlarımı hep karanlıkta uyuttum, gece karanlıktan korkma durumu, yabancı evde kalındığında yerini yadırgama durumu hiçbiriyle karşılaşmadık.
Ben de değişik platformlarda bunu etrafımdakilere anlatırken, eşim bana inanmayan gözlerle bakıyordu. Herhalde uydurduğumu filan düşünüyordu. (Tabii çocukların aylık doktor kontrollerine gelmedi, cahil kaldı.)
Ama geçenlerde kendisi aynı konuda bir yazı okuyunca sanırım bana inandı  ve bana okuduğu yazıyı e-mail attı.
Yazıda körler daha az kanser olur yazıyor, asla olmazlar yazmıyor ama, neyse, öyle kabul edelim artık.
Yazıda belirtildiğine göre, vücudun hücre yenileyici ve bağışıklık sistemi düzenleyici görevini melatonin hormonu üstleniyor ve bu hormon sadece  gece karanlıkta salgılanıyor. "Karanlıkta uzun ve düzenli uyku bu salgıyı ve kansere bağışıklığı artırıyor. Körlerde kanser riski bu yüzden az."
Gece 23.00 ila 03.00 arasında salgılanan ve vücudun savunma mekanizmasını güçlendirip, yaşlanmayı geciktiren bir hormon var: Melatonin. Ve sadece gece ve sadece teknolojinin bütün fişleri çekilince devreye giriyor.


Yani biz ışığı söndürüp, TV'nizi kapamış olsak da yetmiyor, fişlerini çıkarıp, mümkünse yattığımız odanın şalterini indirmemiz gerekiyor.



ABD ve Avrupa'da lösemili ve kanserli çocuk sayılarının artmasından sonra yapılan araştırmalar sonucunda ailelerden çocuklarını kesinlikle karanlık ortamlarda yatırmaları isteniyor.


Çünkü melatoninin güçlü salgılanmasının kansere karşı koruyucu etkisi olduğu biliniyor. Ancak bu hormon ışığa duyarlı. Yapılan deneylerde uyuyan kişinin hormon salgısı izlenirken ışığın açıldığında hormonun azaldığı, karanlıkta yoğun olarak salgılandığı tespit edilmiş.


Yapılan hayvan deneyleri de melatoninin kanser ile direkt ilişkisi olduğunu gösteriyor. Ayrıca körlerin daha az kansere yakalanması da bunun bir göstergesi olarak ortaya çıkıyor.
Bu araştırmaların yanı sıra düzenli olarak gece çalışan hemşirelerde meme kanserinin arttığı tespit ediliyor.  Depresyonlu kişilerde bu hormon düşük.
Vücudumuzun yeteri kadar kendini koruma mekanizması var.
Örneğin düzenli olarak geceleri vakitli yatıp uyumamız vücudun kendini onarması için yapabileceğimiz en güzel hareket.
Eskilerin dediği gibi erken yatıp erken kalkmak dışarıdan melatonin almaya veya antioksidan almaya gerek bırakmayacak bir durum.
Vişne, lahana, badem, fındık türü besinler melatoninden zengin.  Gıdaların akşam saatlerinde alınması daha uygun.

Haaa, bu yazıyı internetten okuyup bana pas eden kim derseniz, evet, eşim,  ama hayatımızda erken yatmaya ve ekrana bakmadan uyumaya yönelik bir değişiklik oldu mu derseniz?



Cevap üzücü demekle yetiniyorum.

19 Mayıs 2012 Cumartesi

Balina Mı Olmak İstersiniz, Denizkızı Mı?

Nisan ayı içinde bana bir mail geldi. Sanırım çoğunuza da gelmiştir, okumuşsunuzdur.

Yazını tümünü aktarmayacağım ama kısaca özetleyeceğim.

Malum yaz yaklaşınca herkes diyete girer, x diyeti, y diyeti, z diyeti, ne varsa denenir, spora yürüyüşe başlanır, spor salonlarına acilen kaydolunur.
İşte bu dönemin etinden sütünden yününden faydalanmak isteyen Avustralya’da, bir spor salonu, camına bir reklam yapıştırıyor.

Reklamda  zayıf ve bronz tenli bir kadının resmi var ve yanında şöyle yazıyor:

Bu yaz, denizkızı mı olmak istersiniz, yoksa bir balina mı?

Bu soruya yaşlı bir kadının verdiği cevap da aslında hikayenin gerisini oluşturuyor.

Balinalara bir bakalım:

Balinaları arkadaşları asla yalnız bırakmazlar, yunuslar, deniz aslanları..
Aktif bir cinsel yaşamları vardır, hamile kalır, sevimli bebek balinalar doğururlar.
Denizde yüzer, oynarlar.
Balinalar harika şarkı söylerler.
Bazı insanlar dışında, onlara zarar vermek isteyecek tek bir varlık yoktur.
Dünyada herkesin sevdiği, koruduğu ve hayran kaldığı şahane hayvanlardır.




Peki ya denizkızı?

Öncelikle ve en kötüsü, hayatta denizkızı diye birşey yoktur.
Var olsalardı da kimlik karmaşası sebebiyle psikolog kapılarında sıra oluştururlardı. Öyle ya, balıklar mı insanlar mı belli değil.
Cinsel hayatları yoktur. Yanlarına yaklaşan erkekleri öldürüyorlar, nasıl olabilir ki zaten? (siren hikayelerini unutmayalım.)
Hem, iyice bir bakın, kadın olabilmek için gerekli "altyapı" nerede? Mutlak bir tesis yetersizliği mevcut.
E, sonuç olarak aynı tesis yetersizliği nedeniyle çocukları da olmuyor.

Zaten balık kokan bir kadını kim ister ki?



***


Şimdi gelelim hikayenin ana fikrine..

Siz ne olmak istersiniz? 

Benim cevap vermeme çok gerek yok, zaten kilo bakımından hangi safta yer  aldığımı belli etmiş durumdayım :))

Ne yazık ki reklam sektörü, tekstil sektörü, kozmetik sektörü, toplumsal trendler, medya gibi tüm güçler günümüzde  sadece zayıf insanların güzel olduğunu savunuyor .
Ama mesela hiç kimse Meral Okay 'ın (Allah rahmet eylesin), Muazzez Abacı'nın, Yıldırım Gürses'in (ona da A.R.E), Ata Demirer'in, Adele'nin, Oprah Winfrey'in, Jay Leno 'nun şişman olmalarına rağmen ne kadar güzel olduklarından bahsetmiyor.

Aslında yazının orjinali şöyle bitiyor :

"Zamanla kilo alıyoruz; çünkü, kafamıza o kadar çok bilgi yüklüyoruz ki yer kalmıyor ve bedenimizin diğer bölümlerine yerleşmeye başlıyor. Yani, biz kilolu değiliz, inanılmaz kültürlü, eğitimli ve mutluyuz.

Bugünden itibaren, aynaya bakıp da kalçamı gördüğümde, şunu düşüneceğim:

Allah’ım ne kadar da akıllıyım! "


***

Bu tabii ki çok egzecere edilmiş bir yorum. Ama benim yorumum da çok çok farklı değil. Sağlığımızı tehdit etmeyen ve gözü yormayan bir kilomuz oldu sürece dert edecek çok büyük bir sorun yok.


Öyle ya, dışını süslemek ve güzelleştirmek  isterken kafasının içini tamamen ihmal eden insanlardan olmaktansa balina olmayı tercih ederim.

17 Mayıs 2012 Perşembe

Keşke Üniversiteli Olsam : Erasmus..


Görgüsüzler gibi çok anlattım ama, bir süre önce biliyorsunuz eşimle küçük bir Orta Avrupa turu yaptık.

Budapeşte’den Viyana’ya uçağımıza giderken  tren yolculuğunu seçtik.

Tren oldukça yoğundu, zor yer bulduk. Bayağı bir uğraştıktan sonra eşimle bir masada karşılıklı yer bulduk. Eşim genç ve uzun saçlı bir genç adama, yanının boş olup olmadığını sordu.(tabii ki İngilizce) Genç adam da İngilizce "Oturabilirsiniz" dedi.

Oturduk, biz ayrı ayrı oturmaya razıyken, karşılıklı yer bulunca eşim bana "Çok şanslıyız" dedi.

Genç adam da eşime :

 “Aaaaa, siz Türksünüz.”

Erasmus programıyla bir yıllığına Macaristan’a gelmiş.

Çizgi film ve Animasyon okuyormuş. Sohbeti çok hoştu. Biz artık üniversite yıllarını bitireli yaklaşık 20 sene olduğundan, bir çok konuya uzak kalmıştık. Bu anlamda benim için de son derece aydınlatıcı bir sohbet oldu.

Erasmus ile ilgili hep bir şeyler duyar ama fazla detay bilmezdim. Bizim zamanımızda böyle programlar yoktu.

Hadi beraber Erasmus programı nedir bakalım..

Erasmus 1465 - 1536 yılları arasında yaşamış Hollandalı bir felsefe adamıdır. Rönesansla birlikte ortaya çıkan hümanizm akımının öncülerinden ve en büyük temsilcilerinden biri olan Erasmus, Avrupa'nın ortak bir sanat ve bilim çatısı altında birleşmesine yaptığı katkılardan dolayı ve çağının eğitim felsefesine olan etkisi ile programa uygun bir isim olarak düşünülmüş.



Hayatı boyunca Avrupa'nın değişik ülkelerinde bir gezgin gibi yaşayan Erasmusun en önemli eseri "Deliliğe Övgü"  günümüzde de geçerliliğini korumakta ve bağnazlığa karşı kaleme alınmış en önemli yapıtlardan biri sayılmaktaymış.

Programın amacı Avrupa'da yüksek öğretimin kalitesini artırmak ve Avrupa boyutunu güçlendirmekmiş. Erasmus programı, üniversiteler arasında ülkeler arası işbirliğini teşvik ederek; öğrencilerin ve eğitimcilerin Avrupa'da karşılıklı değişimini sağlamakmış..

Erasmus programı ile 1987'den günümüze kadar 1,5 milyondan fazla yükseköğretim öğrencisi, başka bir Avrupa ülkesinde öğrenim hayatının bir dönemini geçirmiş; o ülkenin insanlarını ve kültürünü de tanıma imkanı elde etmiş.

Erasmus programı, Hayatboyu Öğrenme Programına dahil ülkeler olan Avrupa Birliği üyesi 27 ülke, Avrupa Birliğine üye olmayıp Avrupa Ekonomik Alanı üyesi İzlanda, Lihtenştayn, Norveç ve Avrupa Birliğine aday ülkeler arasında yer alan Türkiye ve Hırvatistan ile İsviçre yüksek öğretim kurumlarının katılımına açıkmış.

Bir yıllığına ülkenizden devam ettiğiniz bölümün aynısını , diğer ülkede okuyor, ardından geri gelip eğitiminizi tamamlıyorsunuz. Akademik olarak katkısı zaten olacaktır. Ama bunun yanı sıra edinilecek hayat tecrübesi bakımından paha biçilemeyecek bir deneyim olduğunu tahmin ediyorum. Bavulunuzu alıp, tek başınıza, hiç kimseyi tanımadığınız bir ülkeye gidip, hiç tanımadığınız insanlara karışmak ve bir sene onlarla yaşamak insana hem vizyon, hem farklı bakış açıları kazanmak adına çok şey katar eminim.

Gidenler geri dönmenin gerçekten çok zor olduğunu, post-erasmus diye bir dönemin yaşandığını, bunu atlatmanın gerçekten zor olduğunu, ama ne olursa olsun, ne pahasına olursa olsun, her şeye değeceğini, bu fırsat karşınıza çıkarsa kaçırılmaması gerektiğini, hatta bu fırsatı yakalamak için canınızı dişinize takmanız gerektiğini söylüyorlar.

2010-2011 akademik yılında Türkiye'den Erasmus öğrenci değişim programına yüzde 15 artışla 10.095 öğrenci katılmış. Bunlardan 1786'sı Almanya ve 1511'i Polonya'daki üniversiteleri tercih etmiş.


Erasmus programına yarıya yakını AB bütçesinden olmak üzere yılda 480 milyon Euro kaynak ayrılmaktaymış.

Bizim zamanımızda sadece yaz stajına bir aylığına gidilen AISEC programı vardı, hatta samimi bir arkadaşım Dublin’e gitmiş, bir gazetede staj yapmış ve o zaman gittiği U2 konseriyle beni derinden yaralamıştı.

Bütün bunları duyunca, şeytan diyor ki, gir üniversite sınavına, oku bir sene, ertesi sene hooppp git Erasmusla yurt dışına..(acaba bu program için bir yaş üstsınırı var mı bilemedim ama gerekirse mahkeme kararıyla yaşımı da küçültürüm ne yapayım:))

Tüm gençlere öneriyorum..(“Genius” a esin verdiği için teşekkür ederim.)

15 Mayıs 2012 Salı

Renkten Renge Girmek Mi, Renk Vermemek Mi?


Bir önceki yazıda hayatın anlamlarından birinden, renklerden bahsetmeye başlamıştık ama bir bakmıştık ki konu uzun, bu yazıda buluşmak üzere dağılmıştık.

Hadi bakalım buyrun..

Mavi: 

Dünyanın hakim rengi olan mavi çekingen bir renk; dinlendiriciliği ve edilgenliği anlatıyor. Koyu tonlarda ya da yoğun olarak kullanıldığında moral bozan, kasvet veren, açık tonlarda ya da beyazla karışık kullanıldığında, yatıştırıcı ve güven veren bir etki yaratıyor. ( Ay mavi deyince, Julliette Binoche'in taa üniversite yıllarımda izlediğim 3 renk serisi filmeri geldi, en güzeli de "Mavi "idi sanki.)  

Mavi renk gökyüzünün ve geniş ufukların, denizin simgesi. Huzuru temsil ediyor ve sakinleştiriyor. Araplar mavinin kan akışını yavaşlattığına inanıyor, nazar boncuğu o yüzden mavi. Batıda intiharları azaltmak için köprü ayaklarını maviye boyuyorlarmış Duvarları mavi olan okullarda çocukların daha az yaramazlık yaptığı saptanmış.


Yeşil:

Sessizliği anlattığı söyleniyor. Duygusal olarak bizi en çok etkileyen bir organımız olan kalp organının, bu rengin yaydığı enerji alanında olduğu düşünülüyor. Doğanın ve baharın rengi. Güven veren bir renk.. O yüzden bankaların logolarında hakim renk. (????) Yeşil yaratıcılığı körüklüyor. Bu yüzden büyük lokanta mutfaklarında yeşil tercih ediliyor. Hastanelerde de yeşil rahatlatıcı özelliği nedeniyle kullanılıyor. Yeşil alanda insanların daha az mide rahatsızlığı çektiği saptanmış.

Mor: 

En kısa dalga boyuna sahip olan mor, geleneksel olarak asaletle ilişkilendiriliyor. Asil olmayanlar mor renk giyemiyorlarmış eskiden. Yakınlık ve güzelliğe de işaret ediyor. Eskiden beri ihtişam ve lüksün son basamağı olarak düşünülüyor. Tarih , yüksek sınıfların, saray mensuplarının daima morla bezendiklerini kaydediyor. Nevrotik duyguları açığa çıkardığından, insanların bilinçaltını korkuttuğu saptanmış. İntihar edenlerin beğendiği renk.(ben sevmeyecem artık mor rengini)

Nötr renkler, beyaz, siyah ve kurşuni gibi tarafsız renkler.. Bunlar belli başlı bir renk özelliğinden ziyade, çeşitli renklerin elde edilmesine yardımcı oluyorlar. Nötr renklerin dinlendirici olduğu , doyurucu, manalı ve olgun bir etkileri olduğu ifade ediliyor. Bunlardan siyah renk, derinlik ve karanlık, beyaz ise aydınlık, temizlik ve yakınlık hissi yaratıyor. (İşte neden kışın siyah, neden yazın beyaz ortaya çıktı, sonra demedi demeyin..)

Renklerin özelliklerine göre, meydana getirdiği ve aksettirdiği değişik havadan, insan ruhu çeşitli şekillerde etkileniyor. Yerine göre bir huzur, ferahlık ve sakinlik verebileceği gibi tersine kötümserliğe de neden olabiliyor. Bununla beraber renklerin üzerimizde bıraktığı etkiler; özel durumumuza, ruh halimize ve tabiat şartlarının mevcut reaksiyonlarına bağlı.

Genel olarak renkler bu saydıklarım ama, bana derseniz ki, toprak rengi, yavru ağzı, kiremit rengi, güvez nedir, vallahi hiç sormayın, bilemiyorum.


İşi abartıp eğer mobilya ya da duvar boyasıyla ilgili olarak  elinize bir katalog alırsanız feleğinizin şaşacağı renk isimleri görmeniz işten bile değil. Mesela, sarıyer sarısı, şampanya köpüğü, hitit güneşi, cam göbeği, çingene pembesi, lila, fildişi vb..

Hayatında renk kavramı ile hiç tanışamamış olanlar var, aslında ne kadar "renkli" bir hayatımız var farkında değiliz.

***
Özdemir Asaf ne demiş? "Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu / birinciliği beyaza verdiler.."

Ben katılmıyorum, neden derseniz, biliyorsunuz, "Renkler ve zevkler tartışılmaz."

İlginizi Çekebilir;

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...