30 Haziran 2012 Cumartesi

Bavul Hazırlamayı "Ben Bilmem Beyim Bilir"


Geçen hafta Twitter’ da takipçisi olduğum Mirgün Cabas ‘ın bir Tweet’ini gördüm. Ünlü çanta markası Louis Vuitton‘un bavul hazırlama tekniği ile ilgili yayınladığı bir bilgilendirme yazısını içeriyordu.

Bundan yıllar önce, işten ayrıldığım için şu an itibarıyla yüzyıllar önce bir eğitime gitmiştim. Sunum becerilerini içeren bir eğitimdi. Bizden tam 10 dakika sürecek bir sunum istemişlerdi.Ben en hakim olduğum ikiz annesi olmak konusunu seçmiştim.

Sınıfta bavul hazırlama konusunu seçen bir arkadaş vardı ve bana konu olarak çok ilginç gelmişti, taa ki eşim bu konunun sunumlarda kullanılan en klasik konulardan biri olduğunu söyleyene kadar.

Bugün tatilin son günü. Bu nedenle bavul konusu trendy bir konu benim için. İki kız ve ben, toplam 3 kişi, çamaşır makinesi olmayan bir eve 10 günlüğüne tatile, üstelik kontrol mekanizması olan baba motifi olmaksızın gidince, işin suyu çıkıvermiş.

Bunu gelirken değil de dönerken anlamam ayrı bir safdillik ama neyse o konuya hiç girmeyelim.

Eşimin her zaman dediği ve her zaman da haklı çıktığı gibi dünya kadar eşya almışız. Kaldığımız yerin otel olmaması ve banyo havlusunun dahi götürülmesi gerekliliği belki bir ihtimal bahane olarak kabule edilebilir ancak yine de dönerken eşyaların bir türlü bavula sığmak istememesi ile bana geldiler.

Hatta uçağa binerken bir an ağırlık hakkımızı aşacağız diye endişelendim ama neyse endişem boşunaymış.

Arkadaşımın kızıyla Dalaman’da buluşup bir anda 3 çocuk sahibi olunca bagaj hakkımız artıverdi.

Hangi konuya gelmek istediğimi merak ediyorsunuz sanırım.

Tatil eğer deniz kıyısındaysa günün yaklaşık 10 saati mayo, şort ve tişört ile geçiyor. Hatta pareo ile. Buradan yola çıkarak 10 günlük bir tatil için 5 tişört, 3 şort, bir terlik ve 5-6 iç çamaşırı gerekirken, 10 tişort, 8 elbise, 36 kilot, 78 fanila, sayısız  ve bir kütüphane kitapla yola çıkarsanız çantalar tatili keyif değil eziyet haline getiren bir unsur oluveriyor.



Yaşarken ihtiyaç duyduklarımız eşyaların bize hizmet etmesi gerekirken, farkında olmadan biz insanlar eşyalarımızın, sahip olduklarımızın kölesi oluyoruz.

Yıllar önce bir arkadaşımın çok sevdiği üniversite hocasıyla ilgili bir hikaye dinlemiştim.

Bu hoca, 1 haftalık tatile çıkarken üstüne bir tişört, altına bir şort geçirir, akşamları bunları elinde yıkarmış. Tatilden döneceği son gün, en yakındaki bir dükkandan yeni bir şort ve tişört alır, eskileri çöpe atar ve hayatına devam edermiş.

Eeee, işte adam boşuna öğretim üyesi olmamış, herkese öğreteceği bir şeyleri var.

Ya da bir Türk kadını olarak çok klasik bir şekilde yazımı kapatayım.

”Ben bilmem beyim bilir.”

27 Haziran 2012 Çarşamba

Anneler Bilirler.. Her şeyi.. Telefonu Da..


Bir haftadır Datça’dayım. Kızlardan biri artık havuzdan mı, yoksa yolda otobüsle gelirken TV seyrederken kullandığı kulaklıktan mı bilmem, orta kulak enfeksiyonu oldu. Antibiyotik filan toparlandı şimdi.

Hafta sonu eşim İzmir’de buluşmayı teklif etti. Hem arkadaşlarla görüşecek hem de birbirimizi görecektik.

Kızın kulağı ağrıyınca baştan biraz bırakıp gitmeye çekindim. Ama anneler her zaman harikalar yaratır bilirsiniz, annem kendisinin ilgilenebileceğini söyleyince ben de bir geceliğine bırakıp İzmir’e gittim.

Gittim gitmesine de, bir taraftan aklım ve gönlüm kızlar ve annemde kaldı. Annem benden daha iyi bakar, ondan şüphem yok, ama kendini paralar ve üzer diye endişelendiğimden sık sık arayıp sormaya çalıştım.

Pazar sabahı aradım, konuştuk fakat öğlen 11 den itibaren ne zaman annemi arasam telefon kapalı.

Bir daha, bir daha hep kapalı.

Evde telefon yok, tek iletişim kaynağı annemin cep telefonu. Kızların da henüz telefonları yok.

Bilirsiniz böyle zamanlarda insanın aklına hep kötü şeyler gelir. Getirmemeye çalışıyorum ama geliyor, sanırım bu da annemden geçen bir özellik.

Neyse, önce aynı yerde tatil yapan arkadaşıma SMS attım. Ondan da cevap yok. İyice kıllanmaya başladım. En son yüzsüzlüğü ele alıp annemin arkadaşını cep telefonundan aradım ve durumu anlattım.

-Merak etme ben şimdi gider bakarım.

Dedi.

Beş dakika sonra annemden telefon geldi. Telefonun şarjı bitmiş. Normal, bitebilir. O da fark edip şarja takmış zaten.

Ama işin garip tarafı, fark ettiği ve şarja taktığı halde,telefonu açma gereği hissetmemiş. Kapalıyken öylece şarja takmış.

Hatta üzerine de ailecek öğlen uykusuna yatmaya karar vermişler.

Annemin arkadaşı sağolsun haber verince bir sorun olmadığını anlayarak rahat ettim.

Annemin telefon hikayeleri ünlüdür.

1997 yılında ilk defa cep telefonum olmuştu. Bir akşam Taksim’de annemle buluşacak ve  AKM de opera bale gibi bir gösteriye gidecektik. Buluşma saatinde bir aksilik oldu ve buluşamadık. Annemde cep telefonu yoktu, ama o bende olduğunu bildiği halde beni aramamıştı ve hatta kalkıp taa Kadıköy’e eve geri dönmüştü.

Ama benim en sevdiğim hikaye şudur. Sevgili koyu Fenerbahçeli kuzenim, eskiden ilk fırsatta herkesin cep telefonunu alır ve zilini Fenerbahçe marşına çevirirdi.

Bir gün annemin telefonunu da ele geçirmiş ve anneme haber vermeden zilini Fenerbahçe marşına çevirmiş.

Annem muayene olmak için Marmara Üniversitesine gitmiş, sırasını beklerken bangır bangır bir Fenerbahçe marşı başlamış. Annem de kendi kendine “Ne saygısız insanlar var, hastane ortamında telefon hem bas bas bağırıyor, hem de açmıyorlar” diye söylenmiş. Telefon bir daha bir daha çalınca yanında oturan diğer bekleyenlerden biri “Teyzecim sizin telefonunuz çalıyor, açsanıza ” deyince annem çok utanmış.

Bu anne–çocuk telefon hikayeleri hiç bitmez. Çocuğunu “Nerde kaldın, bu saatte eğlence mi olur?” diyen annenin aslında o anda canlı fasıl çalan bir  gece klübünde olduğunu öğrenebildiğimiz, telefonu kapattım sanıp kapatmadan, az önce konuştuğu kişinin dedikodusunun yanındakine yapmaya başlayan ve telefon kapanmadığından dedikodusu yapılan kişinin duyabildiği bir dönemde yaşıyoruz. Genç aşıklar gibi Whatsapp'tan babalarıyla sabahtan akşama mesajlaşan anneleri olduğunu anlatanlar var.


Ama ne olursa olsun, anneler bilirler, anneler öğrenirler, telefonu da, bilgisayarı da, her şeyi..Anneler her zaman çok tatlıdır.

Allah onları başımızdan eksik etmesin.

Not : Fotoğraftaki kişi annem değildir, annem o fotoğraftaki hanımefendiden 15 yaş daha genç olmakla beraber annemin kendi  fotoğrafını burada kullanmak istemediğimden internetten bulduğum bir başka fotoğrafı kullanmaktayım. İlgililere duyurulur.

25 Haziran 2012 Pazartesi

Haçlı Domatesler..

Şu Mısırlı bilim adamları da olmasa bize yazı malzemesi çıkmayacak sanki. Her gün yeni bir konuda yaratıcı bir görüş açıklıyorlar da biz de neşemizi buluyoruz.

Son açıklamalarını okudunuz mı bilmem. Domatesi ortadan ikiye kesmişler. Çıkan görüntüyü zorlamışlar zorlamışlar, Malta haçına benzetmişler. Sonra da şu karara varmışlar :



" Domates yemek haramdır. Çünkü domates Hristiyandır. Domates Allah yerine üçlemeye hamdeder. Filistin'de yaşayan bir kız kardeşimize sevgili Peygamberimiz görünmüş, Peygamberimiz ağlıyormuş. Ümmetini domates yememeleri konusunda uyarıyormuş." Bu nedenle de, bir Müslüman olarak  bu görüşü herkese yaymamız gerekiyormuş.




Selefiler denen bu radikal grup Facebook'ta bu konuyu işlemelerinin ardından 2800 civarında yorum gelince geri adım atmak zorunda kalmış :

"Biz domates yemeyin demedik, kesince içinden haç çıkmayacak şekilde kesin." diye bir açıklama yapmışlar.

19. Yüzyılda Sünnilerin bir kolu olarak ortaya çıkan Selefiler diğer Müslüman inançlarını da dışlıyorlar. Onlara göre gerçek Müslümanlık kendi yaşadıkları Müslümanlık. Mısır'da sayıları 5-6 milyonu bulan Selefiler sosyal medyayı çok etkin bir sekilde kullanıyorlar ve bazı kolları da ne yazık ki zaman zaman şiddete başvurabiliyor.


Hatırlarsanız aynı grup bundan bir süre önce ölen eşleriyle ilgili burda bahsetmekten utanç duyacağım bir açıklama yapmışlar hatta bu fikirlerini de parlementoda kabul ettirmeye çalışmışlardı.


Bu blogun yazı yayınlandığı günden beri en popüler ve en çok okunan yazısı olan  "Tüketirken Dikkatli Olalım " yazısı da hatırlarsanız benzer bir konuya değinmekteydi.


Aman ne olacak, domatesi de yemeyiverelim değil mı? Zaten hormonlular ve hiçbir zaman çocukluğumuzdaki gibi kokmuyor zaten. Domates salçası yerine biber salçası kullanır, ketçabı daha hayatımızdan çıkarırsak çok da sorun kalmaz diye düşünüyorum.


Sakın bu Selefiler bizi hormonlu ve GDO' lu gıdaların olumsuz etkilerinden korumak adına bu özel açıklamaları yapıyor olmasınlar  ?



İnsanları zaten her zaman yanlış değerlendirilen  ve bu nedenle farklı gözle bakılan  İslamiyet'e cephe oluşturabilecek bu yeni açıklamayı sizlerle paylaşıyor ve yorumu size bırakıyorum.

22 Haziran 2012 Cuma

Aşure, Aşura, Ashura..


Birkaç gündür Datça’da annemin yanındayım. Burası bir devremülk. Annem yaklaşık 20 senedir her yıl geliyor, bu nedenle çok fazla eşi dostu var.

Geçen hafta kandildi biliyorsunuz. İnsanımız her yerde insan, tatil yeri deniz güneş dememişler, kalkıp aşure yapıp kandilde birbirlerine aşure dağıtmışlar.

***
Bundan birkaç sene önce eşimin işyerindeki arkadaşlarıyla Garaj İstanbul’da bir izlenceye gitmiştik.

Tiyatro diyemiyorum, müzik gösterisi diyemiyorum, adını ne koyacağımı bilemiyorum.
Adı “aşura “ idi.

***
Kızlar doğduğundan beri yani 10 senedir, evimizde Muharrem ayında mutlaka pişen bir şeydir aşure. Daha önce hiç pişmezdi. Ama kızlar doğunca herkes “Kızı olan aşure yapmalı, yoksa kızların bereketsiz olur “ deyince, biz de her sene yapmaya başladık.

Hiç üzerinde düşündünüz mü?

Nedir aşure?


Hepimiz en basit haliyle aşureyi Nuh Tufanında, elde kalan tüm yiyecek artıklarıyla pişirilen tatlı yiyecek diye hatırlar ve biliriz değil mi?
Ama aslında bu yiyecek tüm inanışlarda yerini alan özel bir yiyecek.

Aşure, (Aşura) Arapça'da  10 manasına gelen "aşara" kelimesinden türemiştir. Sözcüğün Sami diller  arasında ortak bir sözcük olduğu düşünülmektedir. Sevgili Peygamberimizin torunu Hz. Hüseyin ve beraberindeki 72 kişi hicri 61'de Muharrem'in onuncu gününde, Kerbela'da Yezid'in ordusunca katledilmiştir.
Bunun dışında Aşure Günü'nde gerçekleştiğine inanılan dini açıdan önemli bazı rivayetler bulunmaktadır. Bunlar;
Hz.Adem'in işlediği günahtan sonra tövbesinin kabul edilmesi,
Hz İdris'in diri olarak göğe yükseltilmesi,
Hz Nuh'un gemisinin tufandan kurtulması, 
Hz İbrahim'in ateşte yanmaması, 
Hz Yakup'un oğlu Hz Yusuf'a kavuşması, 
Hz Eyyub’un hastalıklarının iyileşmesi,
Hz Musa'nın Kızıldeniz'den geçip halkını Firavun'dan kurtarması,
Hz Yunus'un balığın karnından çıkması,
Hz İsa'nın doğumu ve ölümden kurtarılıp göğe yükseltilmesidir.
Size az önce bahsettiğim ve yıllar önce gittiğim Aşura izlencesinin hikayesi ise şöyle :

Oyunun yaratıcıları “Ashura”’yı , yüzlerce yıldır Anadolu topraklarında “homojen” bir toplum yaratma adına zorunlu göçe maruz kalan ve oradan oraya savrulan insanların dillerini ve dinleri olarak tanımlıyor. Bu insanların göç yollarında, 12 dilde söylediği 25 şarkı da oyunda yer alıyor.
Ashura'nın müzikli kumpanyası,göçe zorlanan bütün insanların dilinde türküler, öyküler, anlar getiriyor sahneye: Türkçe, Arapça, Ermenice, Lazca, Yunanca, Rumca, Süryanice, Kürtçe, Pontus, Sefarad dilinde türküler, ilahiler ve ağıtlar yakılıyor.
"Bizim ashura" diyorlar, "yüzlerce yıldır yok edilen 'ötekiler' için yazılan bir taziye. Yüzlerce yılda oluşan sözlü bir miras ile resmi tarih bilgisinin müzik-tiyatro tanımı içinde yeniden sorgulanması."
Bana sorarsanız , çok beğendiğim bir gösteri olmadı, bence bu günde üzülecek kadar sevinilecek de çok güzel olaylar gerçekleşmiş. Düşünsenize, Nuh Tufanı bitmeseydi bizler olmayacaktık. Ya da Hz Musa ‘nın mucizesi gibi olaylar bu güne denk gelmiş.
Aslında hayat da böyle değil mi zaten , bardağa neresinden baktığınıza göre değişmiyor mu?

20 Haziran 2012 Çarşamba

Ye Sev ve Dua Et..Ve İtalyanca..


Birkaç hafta önce kuzenime gittiğimde uzun zamandır okumayı istediğim ama almadığım bir kitabı okuyup kütüphanesine koyduğunu fark ettim.

“Ye Dua Et Sev” , tam da aslında içinde bulunduğum süreci daha kolay geçirmemi sağlayacak bir kitapmış, bunu ancak okumaya başladıktan sonra idrak ettim.

Kitap adıyla, kapağıyla sabun köpüğü bir kitapmış gibi görünse de daha bitiremesem de içinde bir felsefe barındıran bir kitap olduğunu söyleyebilirim.

Ama benim bugün aslında anlatmak istediğim konu kitabın konusu ya da içeriği değil, İtalyanca dilinin tarihçesi. Kitapta bu konuya uzun uzun değiniliyor.

Eskiden Avrupa ‘da Latince’nin, Fransızca, İspanyolca, Portekizce gibi birçok alt lehçeleri oluşmuştu. Aslında bunlar yöresel olarak konuşulan Latince çeşitleriydi. Ama başkentlerde oluşan lehçe, bölgede baskın lehçe olarak anılmaya başlanmıştı. Bu nedenle bugün Fransızca denen dil, Ortaçağda Paris lehçesine verilen addır aslında. İspanyolca aslında Madrid dilidir (lehçesidir). Ülkedeki en güçlü lehçe ülkenin dilini belirler.

Ancak İtalyanca’nın durumu farklıydı. Çünkü o dönemlerde İtalyanlar’da bir bütünlük yoktu. Kendi terimleriyle “Fransa ya da İspanya fark etmez, yemek yiyebildiğim sürece “ demekteydiler.

Ülkede bütünlük oluşmayınca, dilde de bütünlük oluşmuyordu.

Bu nedenle de İtalyanlar yerel farklı lehçelerle yüzyıllarca konuşup durdular, Floransalı bir tacir, Venedikli dostuna yazdığı mektupta aslında tam olarak karşısındakinin anlayabileceği bir dilde yazamıyordu.

Bu durumu çözmek için İtalyan entelektüeller 16.yüzyılda bir araya gelip ülkenin milli lehçesini seçtiler. Ancak en güzel lehçeyi bulmak o kadar kolay değildi. Bunu bulabilmek için 200 yüzyıl öncesinin Floransa’sına geri gitmeleri gerekiyordu.

Yani Dante’nin İlahi Komedya’sını yazdığı günlere ve o lehçeye. O günlerde sanat dünyası böyle bir eserin,yani İlahi Komedya’nın nasıl olup da Latince değil, yerel bir lehçeyle yazıldığını anlamakta güçlük çekiyordu.

Dante’ye göre ise Latince bozuk elitlere yönelik bir dil idi.

Yani bugün konuşulan İtalyanca aslında İtalyanca değil, “Dantece” denilebilir.

Ve bu nedenle aslında dünyada hiçbir dil, İtalyanca gibi artistik öğeler taşımaz, Dante gibi inanılmaz bir şairden unsurlar içermez. Bu nedenle hiçbir dil insan duygularını ifade etmede İtalyanca  kadar kusursuz değildir.

Bu nedenle tüm dünyada İtalyanca’ya müzik gibi ya da müziğin dili denir.

 .

Haaa, bu arada, siz de benim gibi bu aralar hayatınızı yeniden yapılandırmaya çalışıyorsanız, bahsettiğim kitaba da kısaca bir göz atın derim.

17 Haziran 2012 Pazar

Hayatın Kendisi Bu..


Blogumun adını seçerken üzerinde çok düşünmüştüm.

Ama aslında farkında olmadan boyumdan çok büyük isim seçmişim. Bu durumu  fark etmek için kısmet geçtiğimiz haftayaymış.

Hayatımın ilginç haftalarından birini yaşadım bu hafta.

Bu nedenle de birkaç gündür yazmadım, yazamadım.

Vaktim olmadığından değil, elim gitmediğinden, ya da işte, bilemiyorum.

Ama sonunda buradayım. Artık sanırım hazırım.

Yeniden merhaba…

***
Yöneticilik becerilerimin sorgulandığı bir eğitim-toplantı ile başladım haftaya…Çok güzeldi. Ama sonuçlarını almak ve kendimi değerlendirmek için 19 Temmuz' a sözleşmiştik, kısmet olmayacakmış. Nereden bilebilirdim?

Aynı sabah boynumdaki et benim kanadı, korkarak doktora gittim. Bir şey yok dedi, rahatladım. Hemen kesip almak istedi, korktum, yapamadım. Biraz düşüneceğim üzerinde.

***
Ayağımı biliyorsunuz, uzun süredir kötüydü. Sonunda MR çektirdim. Nur topu gibi bir bağ kopması, iki tane de kas yırtığım var. Çelik çorap adı verilen bir çorap giyiyorum, 3-4 ay da giyeceğim inşallah. Bağ kopmasını vücut kendi kendine çözebiliyormuş ama kas yırtığını ne yazık ki hayır. Bu 3-4 ay içinde acısı geçer dedi, ama geçmezse ameliyat olmak zorunda kalacağım, inşallah gerek kalmaz..

***
Çarşamba akşamı, hayatımın en zor sınavlarından birinden geçtim.

Bir çalışma arkadaşım, işyerinde ölmeyi denemek istedi.

Son derece soğukkanlıydım, iki saate yakın konuştuk, ikna ettim, sanki uçurumun dibinden çektim onu. Konuşmanın sonunda her şey bitmiş ve tatlıya bağlanmış gibi görünüyordu.

Ama aynı uçuruma ben düştüm. O gece üzüntüden hiç uyuyamadım. Yemek yiyemedim, üstelik yalnızdım, çocuklar, eşim evde yoklardı.

Gerçekten zor bir geceydi.

Perşembe günü iş de zordu, bir gün önce yaşananlar herkesi etkilemişti.

Cuma günü daha sabahtan bir şeyler olacağı her halinden belliydi.



***
Cuma akşamından beri artık çalışan bir kadın değilim :))

Henüz bu fikre tam olarak alışabildim mi? Sanırım hayır. 

Ama çok hafifim şu an.

Kuş gibiyim. Sorumluluk duygusu olmadan hayat bir değişikmiş.

Yarın akşam, tatile çıkıyorum. Belki de yıllardır hayalini kurduğum uzun tatile. Annem, teyzem  ve kızlarımla..

Oralardan, yani Datça’dan yazmaya devam edeceğim, inşallah tabii..

Ama bu aralar kafam biraz karışık.

Saçmalarsam mazur görün olur mu?

Bana iyi tatiller…

12 Haziran 2012 Salı

Salakoloji ...2



Bir önceki yazıda "Salakoloji"'nin, ciddi bir bilim olduğuna dair verilere ulaşmıştım ve sizlerle konuyu tartışmaya karar vermiştim.

Cipolla, "Salak insan, kendisi bir çıkar elde etmeksizin, hatta kendisi de zarar görecek şekilde, başka bir insana veya bir grup insana zarar veren insandır." teorisinin paralelinde, şu iki faktörü ele almıştı.

Ve, bunun sonucunda da insanları 4 ana grupta toplamış.

- Akıllı insanlar : Hem kendine, hem başkalarına faydası olanlar

- Aciz zavallılar : Başkalarına fayda sağlarken kendine zarar verenler
- Haydutlar : Kendine fayda sağlarken başkalarına zarar verenler
- Salaklar : Ne kendine ne başkalarına faydası olan, hatta zaman zaman kendine ve diğerlerine zarar da veren insanlar.

Cipola'ya göre salak insanı asıl tehlikeli kılan davranışının tamamen öngörülemez  oluşunun ve salakların toplumda eşit şekilde dağılmış ve sayılarının sabit ve sanıldığından daima fazla olarak karşımıza çıkmasının altını çiziyor.

Ayrıca şunu da ekliyor: Salakların başkalarına verdikleri zarar, sahip oldukları güç (iktidar) oranında artmaktadır.

Ona göre toplumda eşit dağılmışlar demek, sokaktaki adamın da, bu adamı eğitenlerin de, çalıştıkları şirketi yönetenlerin de, bürokratların da, milletvekillerinin de, bakanların hatta devletleri yönetenlerin de içinde, yaklaşık aynı oranlarda ‘temsil edildikleri’ anlamına geliyor.

Seçim sonuçlarından bahsederken sık sık ‘halkın sağduyusu’ filan gibi bence de, Serdar Beyce de saçma laflar ediliyor. Ancak sandığın, salaklara (Cipolla’nın ifadesiyle) “kendileri hiçbir kazanç elde etmeden bütün topluma zarar vermek için” mükemmel bir fırsat yarattığını da unutmamak gerekir.

“Salak insanlarla çalışmak veya iş birliği yapmak, çok pahalı ödenen bir hatadır!”

Aslında aklıma Aysun Kayacı'nın yıllar önce dediği "Benim oyumla çobanın oyu bir mi?" sözü de geldi ama, o yorumun fazla acımasızca olduğunu düşünüyorum. Çünkü o sadece eğitimsizlikten yola çıkarak bu yorumu yapmıştı. Oysa burada görüyoruz ki, salaklığın pozisyonla, oturulan koltukla, ya da eğitimle yakından uzaktan alakası yok.


Allah hepimizi salakların şerrinden korusun diyelim o zaman..

10 Haziran 2012 Pazar

Salakoloji..1

Hürriyet İK ekinin editörü Serdar Devrim'i gerçekten çok beğenirim.


Daha önce de onun yazılarından faydalandığımı sizlerle paylaşmıştım.



Mayıs ayında yazdığı bir yazı yine çok ilgimi çekti. Konuyu beraberce tartışalım istedim.

Fransız akademisyen ve filozof Roger-Pol Droit 4 Mayıs tarihli Le Monde des Livres’de yayımlanan ‘Salakoloji Dehası’ başlıklı makalesine şöyle söylüyor: Salaklığı asla hafife almayın. Ve ‘insan’ diye vurgulamayı unutmayın.

"Çünkü, yumuşakçaların, salyangozun ya da çulluk kuşunun, gerçek veya yakıştırılan salaklığı, insanınki gibi korkunç sonuçlar doğurmaz.”

Droit, dünyaya ve insanlığa en büyük zararı ‘aklı başında’ farz edilen ve aslında, olduğu kadar aklını dahi kullanmayı bilmeyen çok fazla insan olduğunu hatırlatıyor.


Bu okuduklarının üzerine Serdar Bey üniversite yıllarındayken okuduğu bir kitabı hatırlamış. Kitap aslında 1976 yılında basılan ama unutulup giden, fakat İngiltere'de yeniden basılınca 350.000 adet satan bir kitapmış bu. Kitap 

İtalyan ekonomi tarihçisi ve araştırmacı Carlo Maria Cipolla’nın (1922-2000) The Basic Laws of Human Stupidity adlı kitabı. Türkçe'ye "İnsan Aptallığının Temel Kanunları ya da Kuralları" diye çevirebiliriz.


Cipolla, salakları ‘yazılı kuralları, liderleri veya manifestoları olmaksızın inanılmaz bir koordinasyon içinde son derece etkili bir grup’ olarak tanımlıyor.

Hatta kendisi 5 maddelik bir yasa bile hazırlamış.



1- Ortalıkta gezen salak sayısı, herkesçe, daima ve kaçınılmaz şekilde gerçek rakamın çok altında zannedilir.

2- Bir insanın salak olması (salakça hareket etmesi) olasılığı, o insanın diğer bütün özelliklerinden bağımsızdır.

3- Salak insan, kendisi bir çıkar elde etmeksizin, hatta kendisi de zarar görecek şekilde, başka bir insana veya bir grup insana zarar veren insandır.

4- Salak olmayan insanlar, salakların zarar verme gücünü daima küçümserler. Özellikle de, salak olmayan insanlar bir veya birçok salakla çalışmanın ve/veya ortak iş yapmanın, her yerde, her zaman ve her şartta sonuçları çok ağır bir hata olduğunu unuturlar.

5- Dünyadaki en tehlikeli insan, salak insandır.

Cipolla, yukarıdaki 3. kurala dayanarak  insan davranışında 2 önemli faktörü dikkate almış:



1- Bir insanın kendi davranışları sonucu olarak elde ettiği kazanç veya uğradığı zarar.
2- Bir insanın davranışları sonucunda başkalarının kazancı veya zararı.



Dilerseniz bir sonraki yazıda devam edelim, konu enteresan bir konu..




7 Haziran 2012 Perşembe

Hermann Nitsche, Sanat ve Performans..

Son dönemde Türkiye'de de çok güzel sergiler oluyor.

Van Gogh, Rambrant, Dali son dönemdeki en etkileyici sergilerdi İstanbullular için.
Şu anda halen devam eden, Leonardo da Vinci, Michelangelo ve Rafael sergisi var. Herkese Tophane-i Amire'ye gidip bu sergiyi görmelerini  tavsiye ediyorum.(ben henüz gidemedim ama en kısa zamanda gideceğim)


Aslında gelmek istediğim nokta başka.

Yurtdışına çıkınca müzeleri de elden geldiğince görmeye çalışıyorum. En son Gustav Klimt sergisini gezdik eşimle. Zaten kısmen tanıdığım bir sanatçıydı, bu nedenle keyifle gezdim. Ama aynı sergide onunla beraber çağdaşları da vardı. Ve ben aslında bu sanatçıların hiçbirini tanımıyordum.

Türkiye'de 2009 yılında yapılan ve benim farketmeyip kaçırdığım Hermann Nitsch sergisini bu vesileyle gezme fırsatım oldu.


Sergi müzeler bölgesinde  Leopold Binasındaydı. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, içeri giren ben ile dışarı çıkan ben aynı kişi değildik.
Düpedüz dumur oldum ben.

Hermann Nitsch adındaki bu sanatçı, 1938 yılında Viyana'da doğmuş. Çalışmaları hayli farklı ve enteresan. Ben ilk etapta seyrettiğim kısa filmde, neler  olduğunu anlayamadım.
Kendisinin çalışmaları kan, hayvan kadavrası ve insan bedeninin bir kompozisyonundan oluşuyor. Sadece resim olarak düşünmeyin. Hayvan kanı ve kırmızı boya karışımıyla yapılan resimler ve bu resimlerin eskizleri de var.
Ama aslında çalışmalar bir ayin, bir ritüel gibi.Zaten adına performans denilmiş.
Bu ritüellerde hayvanlar gerçekten, insanlar da sembolik olarak kurban veriliyor.
Birkaç gün süren ve yüzlerce kez gerçekleştirilen bu performanslarda kanlar içinde debeleniliyor, kan içiliyor, dans ediliyor ve hatta cinsel ilişkide bulunuluyor. Çıplak insan bedenlerine hayvanın beyni, kalbi, ciğeri yapıştırılarak kompozisyonlar yaratılıyor.






Amaç çeşitli dinler ve şiddet arasındaki ilişkiyi sorgulamak, insanların içgüdülerini dışa vurmasını sağlamakmış.

Performansların çoğu Prinzendorf Sarayı'nda gerçekleştirmiş. Kendisinin atölyesi burası ve takipçileri ve öğrencileriyle burada çalışıyor. Görüntü çok vahşi. Ben sanatla bağdaştıramadım. Nitsche bu performansları nedeniyle bir kaç kez tutuklanmış.


Bir süreliğine İtalya'ya girmesi yasaklanmış. Sanatının politik olmadığını söylüyor. Felsefe boyutunda olduğunu ifade ediyor.

Yapılan video çekimleri, çekilen fotoğraflar ve resimler eskizler projenin bütününü oluşturuyor.


Performansa katılan insanlar bende çok fazla uyuşturucu almış, kendinden geçmiş ya da beyinleri yıkanmış insanlar duygusu yarattı. Aslında muhtemelen değiller ama dediğim gibi bende uyanan duygu bunlar.
Ben sanat konusunda bilgili
 biri değilim. Resimleri vb eleştirmek de bana düşmez. Ama ben şahsen izlerken huzursuz oldum, rahatsız oldum.


En genel ifadeyle sanatın tanımının yaratıcılığın ve hayalgücünün dışavurumu olmasından yola çıkarsak, ben burada hayalgücü göremedim. Her şey o kadar net ve göze sokuluyor ki, bir daha sakatat (ki çok severim) yiyemeyecekmişim gibi geldi.

Ama yaratıcılık derseniz , resimler değil ama konsept yaratıcı ..Düşünsenize 40 sene sonra benim gibi cahil birine bile konuyla ilgili yeni bir yazı yazdırabiliyorsa, yaratıcı olduğunu kabul etmemiz lazım.


Siz de lütfen inceleyin resimleri ..Siz ne düşüneceksiniz merak ediyorum.

5 Haziran 2012 Salı

"Koç" um Benim..

Biliyorsunuz yeni nesil yöneticilik anlayışında şunu yapın bunu yapın yok, daha çok neyi nasıl yaparız şeklinde konuşmamız gerekiyor çalışma arkadaşlarımızla.

Yani gidin balık tutun değil, hangi gölde hangi yemi kullanırsak ne cins balık tutarsak karnımı daha çok doyar ya da balık lezzetli olur modelinde bir yaklaşım hakim.

Tabii modalar trendler bir yana, hem iş tecrübenizin daha fazla olması, hem de onlara göre bayağı bayağı yaşlı olmanız nedeniyle, onlara daha fazla koçluk yapma şansımız oluyor.

Ama ben kendimi bildim bileli çalışma arkadaşlarımla yakın olmayı seçen biri oldum.

Tüm çalıştığım yerlerde, benim ya da çalışanlarımın ilk gününde onlara mutlaka şunu derim: Burada eşimizden,sevgilimizden, annemizden, babamızdan ya da çocuklarımızdan çok birbirimizi görüyoruz. Burada huzurlu olmazsak, vaktimizi keyifle geçirmezsek, hayat bize zindan olur. Eğer mutlu olursak iş de olur, mutsuz olursak, başarılı da huzurlu da olamayız. Kavga, dövüş, tartışma istemem. Bu gemiyi hep beraber yüzdüreceğiz. Gemi herhangi bir yerinden su alırsa hiçbirimiz kurtulamaz, hep beraber batarız.

Neyse giriş bölümü uzun oldu ama, artık konuya girelim.

Bu sene yılbaşından bir kaç gün önce bir arkadaşımı yanıma çağırdım. Çok beğendiğim, takdir ettiğim, kişiliğiyle, pozitifliğiyle ve çalışma sistematiğiyle her zaman yanında olacağım bir arkadaşım.

Ancak kendisi, kendisine gereken vakti ayırmıyor. Kendine bir hayat kurmuyor. Yapmayı sevdiği bir uğraş bulmasını, hayatına birisini sokmasını, bunları nasıl yapacağına dair düşünmesini ve bana yılbaşından sonra ilk günlerde söylemesini, beraber bir aksiyon planı hazırlamamızı söyledim.

İşi konusunda son derece dakik olan kendisi Mayıs sonu itibarıyla hala bana projesini sunmadı.

Diğer bir arkadaşım ise orta kademe yönetici olmuş, işinde tecrübeli, ama onun da bir eksiği var. Araba kullanamıyor. Çok korkuyormuş. Arabanın direksiyonuna dahi oturmuyor. Bir yere gidilmesi gerektiğinde, ofisimizin arabası kapıda duruyor, ama o alıp gidemiyor, kendisine şöförlük yapıyoruz.

Diğer diğer arkadaşım ise üniversiteyi bitirmiş, master'ını yapmış, bu yaz inşallah sevdiği adamla evlenecek, hem akıllı, hem güzel, hem oturaklı , hem sevimli.

Ama onda da kusur aynı. O da araba kullanamıyor.

Onlara dedim. 
-X şarkıcı, ,Y oyuncu, (bu kişiler genelde medyada belirli zekalarıyla anılan kişiler, benim arkadaşlar kimi dediğimi anladılar) bile araba kullanıyor, siz mi kullanamayacaksınız?" 






Henüz ilerleme kaydedemedim. (Oysa bir önceki işyerimde bir çalışma arkadaşımı bu gaz ile kandırmıştım, kendisi bayağı bayağı şoför oldu  şu an.)
Özgür olmak için, bağımsız bir kadın olabilmek için bunu yapmaları lazım. Evlerinde ya da işlerinde kapıda arabalar duruyor, onlar kullanmıyor, olacak iş mi sizce?

Biri dışında diğerleri kedi sevmiyorlardı, ama en azından benim yüzümden katlanmayı öğrendiler, bu da kişisel gelişim projemin bir parçasıydı :)

Bugün ilk yarı performans değerlendirme döneminin yaklaştığını konuşuyorduk beraber.

Dedim ki onlara, "Size yılbaşında verdiğim hedefler henüz gerçekleştirilmedi, hala hayatına dair planını alamadım, diğer ikiniz  de hala araba kullanmıyorsunuz."

Kedilerden korkmamak ve hatta sevmeye çalışmak konusunda hedef/ gerçekleştirme %90 lara geldi, o kalemde sorunumuz yok.




Aramıza yeni katılan bir erkek arkadaşımız var.

Hem hayal ettiği işe girmiş,hem nişanlanmış, hem araba kullanıyor, hem de kedilerle bir sorunu yok:))

Sanırım performans değerlendirme dönemi en kolay onun için geçecek :))

Allahım bu yöneticilik ne zor işmiş...



İlginizi Çekebilir;

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...