30 Ekim 2012 Salı

Çamur..Bana Yine Gül Yüzünle Gel..

Tatil de bitti, artık gerçek hayata dönme vaktidir. Netekim şu anda ısınma turlarındayım..

Aslında pazar akşamı döndük İstanbul'a..Zira dün kızların okulda Cumhuriyet Bayramı töreni vardı, erken döndük ama iyi de oldu. Akşam trafik haberlerini görünce "Aman pek de iyi yapmışız" dedim.

Tatilde yaptıklarımı anlatmayacağım, kurban, gelen giden, tatlı, kahve pişirme filan.

Yok aslında  anlatırım da, Sadi Celil Cengiz'in katıldığı TV programına döner, gerek yok..Sonra millet küçümsüyor..(Bkz : Dilara Gönder, NTV)

Yolda gelirken arabada eşimin kendi hazırladığı bir CD yi dinliyorduk.

Yeni bir CD değil aslında, ama yıllardır hep hoşlanarak dinliyorum.

Bir parça var ki, her dinlediğimde daha fazla seviyorum..

Adı "Hara"..

"Çamur" diye bir grubun parçası..

Bu grubun başka şarkılarını da dinlemek bilmek isterim diye düşündüm kendi kendime yolda gelirken, aslında hanidir aklımdaydı ama ancak kısmet bugüneymiş..

Fakat gördüm ki, ben olaya çok geç uyanmışım. Grup 2007'de ne yazık ki dağılmış.


Çamur, 1996 Haziran'ında Murat Ak ve Çağatay Kadı tarafından kurulmuş. İzmit-Sakarya  bölgesinin önemli bir grubu haline gelen grup albüm yapmak için 2000'de İstanbul'a göç etmiş ama aksiliklerden dolayı albüm çıkamamış.

2003 yılına kadar çalışmalarına ara veren grup, 2003 'te yeniden biraraya gelmiş. Grupta eleman değişiklikleri olmuş bu arada..2007 yılında asıl iki kurucu üye de anlaşamamış ve grup dağılmış. Kurucu üyelerden Murat Ak şu anda solo çalışmalarını sürdürüyor. Hatta onu "Canım Ailem" dizisinin müziği olan "Ayrılamadık Melihayla " adlı parçadan belki de hatırlarsınız.

2006 yılında çıkardıkları "Bu Aşkın Izdırabını" adlı albüm gerçekten çok çok güzel.

Bütün parçaları dinledim. Yok, Sergüzeşt, Derviş,Yara, Serseri  çok sağlam parçalar..Özellikle Yok ve Serseri damardan diyebilirim.

Laf aramızda yaşlanıyor muyum ne, eskiden sadece rock dinlerken şimdi içine doğu sazları ve ezgileri katılan rock beni çok etkiliyor..İçimdeki arabeski mi uyandırıyor nedir bilemiyorum..

Elinizin altında internetiniz varsa, açın fizy'yi, yazın Çamur, bütün parçalar gelsin..
Ben aşağıda size favorim olan parçanın linkini veriyorum..Hara'yı..Diğerleri size kalmış..

http://fizy.com/#s/128thr

Saçma sapan şarkıları yapan gruplar hala ayaktayken neden böyle gruplar yok olur gider anlamıyorum.

Belki de biz bu kadarını hakediyoruz, bilemiyorum..
 

23 Ekim 2012 Salı

Son Yemek...

Araya yaz tatili girip herkes bir yerlere dağılınca uzun zamandan beri aile yemeği yapamamıştık.

Geçen Cumartesi sonunda kuzenimde toplandık.

Sonradan farkettik, aslında bayram yemeği gibi de oldu. Bir tek eşim yurt dışında olduğundan katılamadı, gitmeden bana vekalet verdiğinden sorun çıkmadı diyebilirim.

Bir büyükler sohbet edip bebekle ilgilenirken ve homini gırtlak götürürken, benim kızlardan biriyle 2.5 yaş küçük olan kuzeni, ellerinde I Pad ortadan yok oldular.

Bilgisayarda oyun oynamalarından hoşlanmıyorum ancak yanlarına gittiğimizde oyun  oynamadıklarını ve çok ilginç bir konuda araştırma yaptıklarını gördük.

Kuzenimin mutfağında, yemek temalı olması bakımından bir yemek resmi vardı.

Bu, aslında Leonardo da Vinci'nin en ünlü resimlerinden biri olan "Son Yemek" in güzel bir reprodüksiyonuydu.

Bu resim Da Vinci'nin Mona Lisa'dan sonra en ünlü resmidir.

Ben de bir kez ne vesileyle bilmiyorum, sanırım bir yerde denk gelince, kızlara son yemeğin ne olduğunu ve resmin hikayesinin Hristiyanlık inanışındaki önemini anlatmıştım. O masadakilerden yani 12 havariden birinin sonradan Hz. İsa'ya ihanet ettiğini ve yemeğin ertesi günü Hz İsa'nın çarmıha gerilerek öldürüldüğünü söylemiştim.

Bizim kız, artık ablalık mı desem, bilgiçlik ya da ukalalık mı bilmiyorum, kuzenine bu hikayeyi anlatmış.

Ardından da interneti açmışlar, hain olan havarinin resimdekilerden hangisi olabileceğini araştırıyorlarmış.




Keşke interneti hep böyle verimli amaçlar için kullansalar.

***
Tam da bu olaydan bir gün önce, kuzenimin verdiği bir kitabı okuyordum.
Kitap Girişimcilik ile ilgiliydi.

Apple'ın kuruluş aşamasında orada çalışan, sonradan ayrılıp risk sermayesi şirketi kuran bir iş adamı tarafından yazılan kitapta, birçok ilgi çekici ve faydalı öneri var. Tavsiye ederim.(Girişimcinin El Kitabı-Guy Kawasaki-MediaCat)

Okurken şöyle bir bölüme denk geldim.

"İşinizi kurarken herşeyi ama herşeyi siz yapın. Kuruluş aşaması işin en kritik aşamasıdır. Bu bölümde danışmanlara, yardımcılara yer yoktur. Düzeni siz oturtun. Şirkete kahve fincanlarını bile siz seçin. İlerde işler oturup da iş büyümeye başlayınca tabii ki ekibinize delegasyon yapacak ya da outsource hizmet alacaksınız. Ama başlangıç önemlidir. Düşünsenize, Da Vinci Son Yemek tablosunu yaparken 12 havari, İsa ve Meryem'e odaklanıp, masanın çizimini başkasına bıraksaydı, o resim "Son Yemek" olabilir miydi?"

Süper..

Çocuklar "Son Yemek" ile ilgili araştırma yaparken direkt bu okuduğum aklıma geldi. 

Aslında bu cümleyi sadece iş kurmak için değil, hayatın her aşamasına uygulamaya karar verdim.

Düşünsenize, evimizde çocuklarımıza başkası bakıyor, evimizi başkası temizliyor, saçımızı kuaför yapıyor, kıyafetler kuru temizlemeye gidiyor, bazılarımızın şoförü ve sekreteri var.

E, o zaman bu hayatı kim yaşıyor?

Detaylara hakim olmadan yaşadığımız hayatların ne kadarı bizim?

Evde yardımcım olduğu dönemde aradığım şeyi, ki çoğu kritik eşyalar, arayıp bulamadığımı, hafta sonu gecenin bir saatinde ya da sabahın köründe ablayı arayıp sormak zorunda kaldığımı çok iyi hatırlıyorum.

İlk taşındığımda evimi bile kendim yerleştiremedim, annem, kayınvalidem, teyzem, abla evin düzenini oturttular, ne kadar ironik değil mi?

O ev benim evim mi şimdi?

Diyeceğim şu:

Hayatımızın direksiyonunu biz elimize alalım. Başkasının kurduğu hayatları yaşamakta ısrarcı olmayalım. Belki de o hayatlar da bizim hayatlarımız değildir ne dersiniz?

19 Ekim 2012 Cuma

Hayatta En Zor Olan Bir İnsanı Tanımak...

Her birimizin hayatında mutlaka bir şekilde başka insanlarla ilişkisi vardır.

İnsan olmak sosyal bir olgudur. Yalnızlık Allah'a mahsustur. Eş, arkadaş, aile fertleri, akrabalar, komşu, meslektaş mutlaka ama mutlaka etrafımızda başka insanlarla birlikte bir yaşam sürdürürüz.

İnsanların bir kısmı ile yüzeysel, bir kısmı ile ise derinlemesine ilişkilerimiz vardır.

Bazılarıyla 24 saat beraber vakit geçiririz, bazılarına ise işimiz gibi  sebeplerden "katlanırız".

Ama hepimiz hayatında bir kez de olsa, yakından tanıdığı birisinden gol yemiştir ve " Aslında onu hiç tanımamışım" demiştir.

İşte bugün beraberce insanları tanımanın yollarını konuşalım istiyorum.

Bu konuda çok fazla klişe vardır.

"İnsanı tatilde tanırsın.."

"Birisini içki masasında tanırsın."

"Birisini tanımak için beraber 40 fırın ekmek yemek lazım."

"Birlikte yola çıkmak lazım"

"Yurtta, asker ocağında, hapishanede, hastanede beraber yaşamak lazım"

Hepsini duyduğunuzdan eminim.




Ama bu sefer ben farklı test metodolojileri uygulayalım diyorum, ne dersiniz? Hadi buyrun:


Kendine istediğini başkasına da istiyor, istemediğini başkasına da istemiyor mu? Test edin.

Başının gideceğini bilse de yalan söylemiyor, doğrudan yana çıkıyor mu?Deneyin..


Herkese adil davranıyor mu? (hayvanlar dahil, mesela bence kedi sevmesi çok önemli bir kriter) 


Kimseyi küçümsemiyor, kimseyi küçümsetmiyor mu?


Söz verip sözünde duruyor mu?


Başkalarına nasıl davranıyor? (herkesin yüzüne gülüp de arkasından konuşan biri muhtemelen size de aynısını yapacaktır.)


Erkekse maç izlerken, kadınsa kuafördeyken ya da alışveriş yaparken mesaj atın..Eğer size değer veriyorsa o mesaj o anda cevapsız kalmaz.


Sevgilisi olunca / evlenince size nasıl davranıyor? Sizi unutup gidiyor mu?


Stres / baskı altında otokontrolü yitirince nasıl davranıyor? Gıcığına bir sinirlendirin, neler yapacak görün..


İşin içine para girince nasıl davrandığını izleyin.(Özellikle bankacılık geçmişim bana şunu öğretti, en eğitimli, en kaliteli, en görgülü insanlar dahi para işin için girince dünyanın en çirkef, yok yok en çirkin insanı haline gelebiliyor)


Bu noktada borç verin derim, bakalım ne yapacak?


Eline güç geçtiğinde bu gücü nasıl kullanıyor? (İş hayatında bunu da gördüm, amirlerine kuzu gibi olan biri, kendisi bir koltuğa oturunca tilki mi diyeyim, çakal mı diyeyim yoksa firavun mu diyeyim, ne olduğu belirsiz bir hale gelebiliyor.)


Zor zamanlar ya da  sorunlar yaşadığınızda gözlemleyin.


Espri anlayışı önemli bir delildir aslında..Espriden anlayan insan akıllıdır, zekidir..Anlamıyorsa bence sessizce uzaklaşın..


Kütüphanesine ve CD dolabına göz atın..Belki de sizden neler neler saklıyor, kimbilir?


Beraber bir çıkar ilişkisine/rekabete girmek de çok şey anlatır aslında..Bu ders notu alışverişi de olabilir, iş yerinde grup çalışması yapmak da, beraber bir projeyi üstlenmek de..Hırslı ve egoist insanlar bu durumlarda kontrollerini kaybediyorlar..(Bu da okul hayatından bir deneyim, hatta üniversitede hocanın fotokopiciye bıraktığı ders notlarının orjinallerini yok eden sınıf arkadaşlarımın kulakları çınlasın derim.)


Dostoyevski bu konuda "İnsanların birbirini tanıması için en iyi zaman, ayrılmalarına en yakın zamandır." demiş. Belki de ciddiye almak lazım, bilemiyorum..


***
Eminim sizlerin de listeye ekleyeceği yeni sınav soruları vardır.


Ama aslında birini tanımak için onun dünyasını size açması şarttır.

Fakat ne olursa olsun, aslolan kendini tanımaktır aslında..Kendini tanımayan, eksiklerini, yumuşak karnını, hasletlerini bilmeyen insan karşısındakini zaten hiç tanıyamaz..

Hiç kazık yemediğiniz güzel dostluklar ve ilişkilerle dolu bir hayatınız olsun derim.

Ama olmayacak, bu gerçekle yaşamayı öğrenmeyi bilmek gerek..

17 Ekim 2012 Çarşamba

Nilüfer Değil Çınar Olmak...


Geçen yazıda turistik kasabada kalmıştık. 

Ortasından dere akıyor, taş köprüsü var, güzel bir kilisesi ve kulesi var. Hafta sonu olduğundan hem çevreden gezmeye gelen çok vardı, hem de aynı bizim Abant gibi bol yıldızlı otellerde doktorlarla, sempozyum yapanlarla doluydu.

Anneler ve ben saatlerce gezdik, el oyması ahşap maske yapanları, çarık yapanları gördük. Hava serin olduğundan hediyelik eşya satan dükkanlarda soba yerine şömineler yanmaya başlamıştı.

Akşam ufak ve şirin birkaç lokantadan birini seçtik yemek için..Ama sanırım şehrin aşırı yoğunluğundan dolayı yemek yememiz oldukça geç saatlere uzadı.

Ertesi sabah erkenden kalkıp kayınvalidemle orman içi yürüyüşü yaptık. Hafif yağmur çiselemesine rağmen havanın temizliği, ağaçların kokusu bizi o kadar cezbetti ki otele dönmek istemedik.

Pazar günü bu mevsimde Bulgaristan'da en önemli aktivite kışa hazırlık.

Neredeyse her evin önüne ya kesilmiş odunlar yığılıyor, ya da odun kesiliyor. Ama odun hayatın tam ortasında o kesin. Üstelik anladığım kadarıyla evlerde soba değil şömine var zira odunlar uzun uzun şömineye dizecek gibi kesiliyor.

Sabah saat 7'de, teybini sonuna kadar açmış house müzik dinlerken odun kıran Bulgar genci aklımda hoş bir anı olarak kaldı..

Burası İstanbul'dan 446 km, fiyatlar Türkiye'nin yarısı, doğa daha güzel, çok sessiz ve sakin..Düşünün, Koskoca Bulgaristan'ın toplam nüfusu 7.4 milyon..

Vize sorunu olmayanlara alternatif tatil olarak önerebilirim rahatlıkla..

Bir sonraki durak Veliko Tarnova oldu. Bu şehir gördüğüm Avrupa şehirleri arasında belki de doğası en güzel yerlerden biri..Hem dağ, hem nehir, hem kale, hem şato, hem taş köprü hemen ilk bakışta,yani aynı tarafa baktığınızda göze çarpanlar arasında..Eskiden başkent olan bu şehre daha sonra Veliko, yani tarihi geçmişine dayanarak büyük ünvanı verilmiş.




Şato gibi görünen ve şu an kiliseye dönüştürülen bina, eskiden kilise olmadığından duvarları freskler, ikonalar yerine modern tarzda boyanmış İncil hikayeleriyle dolu. Bugüne kadar gezdiğim kiliseler arasında en ilginciydi diyebilirim.

Ardından gezimizin asıl amacı olan "Hadi Gel Köyümüze Geri Dönelim" kısmına geldik.

Aslında oraya köy demek haksızlık olur, olsa olsa oradan büyük şehir belediyesi çıkar. Şaka bir yana koskoca bir köydü gördüğümüz. Ama Türk ve Müslüman nüfus bitmişti. Müslüman ve Türk Mezarlığını bulduk, topu topu 30-40 mezar vardı. Üzerinde Osmanlıca yazıyla yazılmış yani eskiden kalma mezar hiç yoktu, sanırım yakılıp yıkılmıştı. Eskiden bizimkilerin dedelerinden dinledikleri yerde ev yerine ev yıkıntıları kalmıştı.

Hem hüzünlü bir gezi idi ama diğer taraftan da hepimizin silkelenip kendimize gelmemize yol açtı. Öyle ya, köklerimizi bilmeden, dedelerimizin ninelerimizin yaşadıkları yerleri  görmeden, kök salmış bir ağaç gibi değil de suyun yüzeyinde duran  nilüferler gibi yaşamıştık hep.

Hafta sonu bu durumu çok net anladım.

Bundan sonra inşallah gidip babamın köyünü bulmak ve çocuklarımı hem benim, hem de eşimin köyüne götürmek istiyorum. Nilüfer olmaktan kurtulup asırlık çınar olmak isteyen herkese de atalarının geçmişine sahip çıkmalarını öneriyorum.


15 Ekim 2012 Pazartesi

Hadi Gel Köyümüze Geri Dönelim..

Daha önce bahsetmiştim.

Yaz tatilinden önce sigorta yaptırırken belki hafta sonu kaçıveririz diye arabanın yeşil sigortasını 15 günlük değil de birkaç aylık yaptırmıştık.

Araya annemin yazlıkta olması, ne yazık ki aniden kaybettiğimiz yengemiz girdi ve erteleye erteleye bu günlere geldik.

Eşimin yıllardır hayaliydi, annesini, babasını bizi alarak bundan 120-130 yıl önce dedelerinin kalkıp geldiği, daha doğrusu olumsuz şartlardan dolayı ayrılmak zorunda kaldığı Bulgaristan'daki köyüne götürecekti.

Bu hafta sonu Allah'ın izniyle bu hayali gerçekleştirdik.

Cumartesi sabahı erkenden yola çıktık. Çocukları eşimin teyzesine bıraktık, eşim, annem, Kayınvalidem, Kayınpederim ve ben arabaya doluştuk. Önce Edirne'ye gidip kaçınılmaz olarak Edirne ciğeri yedik. Eşim ve benim olduğum bir ortamda Edirne'den geçip de Edirne yaprak ciğer yemeden geçme çok mümkün olamazdı. Sabah saat 11.30 olmasına ve ciğercinin daha yağı bile kızdırmamasına rağmen büyükleri de kötü emellerimize alet ederek soluğu ciğercide aldık ve afiyetle mideye indirdik.

Ciğer ziyafetinden sonra, şansımıza Kapıkule yoğun değildi, kolayca geçtik gittik. Eşim önceden çok güzel bir planlama yapmıştı, dolayısıyla bize detayları düşünme işi kalmadı.

Sınırı geçtikten sonra ilk durağımız Stara Zagora adlı şehir oldu. Bu şehirde çok enteresan bir  şey yoktu, bir tek Türklerin döneminden kalan, daha sonra minaresi indirilerek kilise yapılan, daha sonra AB hibesi ile müze haline getirilen Hamza Bey camiini gezdik.

Zaten program yoğundu, kısa sürede oradan ayrıldık.

Stara Zagora'dan sonra dağlara tırmanmaya başladık.

Bana şu an aklından Bulgaristan ile ilgili ne kaldı diye sorsanız tek kelime ile cevap veririm, Yeşil..

Ben hayatımda bu kadar çok bu kadar güzel ağacı, bu kadar çeşit yeşil tonunu üstelik ülkenin bir başından öbür yanına devamlı, başka bir yerde görmedim. Bizim Uludağ ya da Abant gibi kısıtlı bölgelerde gördüğümüz ağaç çeşidini ve rengini yollar dağlar boyu hep gördük. Bu arada hayatımda ilk defa I Pad ve Google haritalar programlarının bu kadar faydalı olduğunu müşahede ettim.

Diğer ülkelerde olduğu gibi İngilizce bilen yok. E biz de Bulgarca bilmiyoruz. Anlaşmak ve yol tarifi almak mümkün değil. Eğer cihazlar, haritalar olmasa dağın başında oturup ağlardık herhalde.

Hele de yanımızda 60 yaş üstü ve son derece planlı ve kontrollü (1940lı modeller ne yazık ki öyle) üç ebeveyn varken kontrolü kaybetmek gibi bir lüksümüz de yoktu.

Dağlardan, ağaçların arasından yeşillikleri ağaçları seyrede seyrede rüya aleminde gibi bir yerleşim yerine ulaştık. Eşim bize önceden bilgi vermemişti, dolayısıyla nereye ve neden geldiğimizi bilmiyorduk.

Tryavna denen bu güzel kasaba meğer Bulgaristan'ın en turistik yerlerinden biriymiş.


Bizim Safranbolu ya da Amasra gibi bir şehir düşünün, yöresel mimarisi olan, sadece turizm ile geçinen bir şehir.

Yazacak şey çok...Bir sonraki yazıda devam edelim..

12 Ekim 2012 Cuma

On Yedi Benli Şadiyem..

Bundan birkaç ay önce yazmıştım. Bir sabah kalktım, giyindim, işe gideceğim, parfümümü sürdüm ve boynum çok fena yandı.

Baktım ki bir benim hafif kanıyor boynumda..

Çok korktum, hemen o gün doktora gittim.

Doktor "Et benleri tehlikeli değil, ama böyle sık sık takılabilir, isterseniz alalım rahat edin "dedi.

Dermatolog samimi bir arkadaşım var, o anda aldırmaya cesaret edemedim, onu aradım, "Aldırabilirsin, tehlikeli bir şey değil" dedi.

Ben cesaret edemedim hemen..

Biraz düşüneyim dedim, bu arada o takılan ben, kurudu, morardı ve koptu gitti..

Aradan üç dört ay geçti, bu hafta başı arkadaşım aradı, "Hadi gel de alalım benlerini " dedi.

Dün boynumdan 5-6 tane, kolumun altından 4-5 tane ben alındı. Yakarken biraz mangal koktu :)

Aslında daha çok vardı alınması gereken..Ama ben 40 yaşında olduğum halde hala iğneden korktuğumdan ve her ben için de bir iğne yapılması gerektiğinden, ben 10 iğneden sonra, artık yettiğine karar verdim. Öyle ya, diğerleri yani kalanlar bana yakışıyor..(Eskiden yüzünde ben varsa, saçın uzunsa, biraz da kiloluysan senden güzeli yokmuş. On yedi benli Şadiyem diye türkü var bu memlekette, size o kadar diyeyim..)

**
Kendimi hafiflemiş hissettim.Yokluklarına henüz alışamadım..

***
Hepimizde ben vardır, az ya da çok hepimizde..

Ama hep benlerle ilgili olumsuz ön yargılarımız vardır.

Kötü ve tehlikeli olduğunu düşünürüz hep..

Bu operasyon esnasında biraz bakıp detaylıca öğreneyim istedim..

***

Vücudumuzdaki her kahverengi kabarıklık 'ben' değilmiş mesela..

Benler nasıl oluşuyor bilinmiyormuş , doğuştan gelenler var. (mesela bende bir sürü) Bir de sonradan olanlar var, güneş ışığı da sonradan olanların artmasına yol açıyor.

Doktorum yaş ilerledikçe ve doğum sayısı arttıkça da benlerin artmasının normal olduğunu, yani bu özellikleri taşıyanların çok da korkmamasını söyledi.
Yani tüm benler tehlikeli değil. Dikkatli bakarsak biz bile tehlikeli olanı anlayabilirmişiz.

Ancak devamlı darbe alan yerlerdeki benlere daha çok dikkat etmeliymişiz. Mesela sütyenin lastiğinin, kemerimizin değdiği yerlerdekine, ayağımızın altında olanlara gibi..

Benler benimki gibi hayatımızı olumsuz etkilemeye başlarsa (örneğin kolumun altındaki yıllar önce kazağımın ipine takıldı ve sıkıştı) bu benlerin çıkarılması gerekiyor.





Ya keserek ya da yakarak benler alınıyor. Bir dermatolog tarafından gerekli koşullar sağlanarak yapılan operasyonun hiçbir tehlikesi yok, ancak bende olduğu gibi kopma, kesilme, takılma gibi durumlar tehlikeye yol açabiliyor.
Derimize rengini veren pigmentlerin kontrolsüz olarak çoğalması ise malin melanom denen tehlikeli cilt kanserine yol açıyor. Kalıtımsal da olabiliyor, kimyasalların aşırı kullanımı da yol açabiliyor ama asıl  sorunun güneş ışığı olduğu söyleniyor.

Her organımızı olduğu gibi derimizi de periyodik olarak kontrol etmemizde fayda var. Eğer malin melanomu erkenden farkeder ve doktorumuza gidersek onun da çözümü var.

"Bu konuda kimler daha dikkatli olmalı ?" derseniz :

  • Açık tenli, açık renk gözlü, kızıl - sarı saçlı, kolay bronzlaşamayan kişiler. 
  • Ailesinde deri kanseri, malin melanom olan kişiler. 
  • Anormal görünümlü benleri olanlar. 
  • Ağır güneş yanıkları geçirmiş kişiler. 
  • Doğumsal çok sayıda benleri olanlar.
diye sayabiliyoruz.

Benim var diye korkmayalım, kendimizi periyodik olarak kontrol edelim, bronz görüneceğiz diye kösele olana kadar güneşte kalmayalım derim..


9 Ekim 2012 Salı

Suzi'nin Kınası**..


Geçen hafta bir tanıdığın kına gecesine gittim.

Ben evlenirken kına gecesi yapmamıştım.

Şimdi düşünüyorum da,“Kısa kes, Aydın havası olsun“ tadında gereksiz olduğunu düşündüğüm bütün detayları atlamışım evlenirken.

Hem maddi koşullar sanırım o kadar uygun değildi, ama asıl o zaman kına gecesi bugünkü kadar moda değildi. (yıl 1997)Bahsettiğim dönemde kına geceleri nedense kırsal kökenli ailelerin tekelinde olan “banal” bir törendi bana göre..(itiraf.com, özeleştiri)

Eşimin deyişiyle” Boğaz”’da düğün yaptık, bir de kına gecesi mi yapacaktık.

Her neyse, bugün geriye dönüp baktığımda tüm seremonileri tek tek yapmak lazımmış diye düşünüyorum.

Bu defa kınaya gidince tüm terminolojiye hakim olmak adına detaylı bir gözlem yaptım ve işte karşınızdayım.

Kına gecesi genellikle düğünden bir gün önce yapılan, ağırlıklı olarak kadınların katıldığı sazlı sözlü bir eğlencedir.

Hem İslam hem Türk geleneğinde bulunan kına gecesi törenlerine Dede Korkut hikayelerinde de rastlanmaktadır.

Kına Türk geleneğinde adanmışlığın simgesidir. Kesilecek kurbanlara da kına yakıldığı gibi, kadın kına gecesi töreninde evliliğe adanmış olmak adına kına yakar.

Genç kızın evine son vedasıdır kına..Ayrıca iki birey olan gencin birbirine sevgili olmasıdır amaç kına törenlerinde..Evliliği kutlamak ve aslen de kutsamak içindir.

Günümüzde kına geceleri ayrılık ve hüzün gecelerinden çok, eğer düğün de yapılmadan sadece nikah olacaksa, bir eğlence gecesi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Düğün törenleri kız evine bayrak asılmasıyla başlar. Düğünden bir gece önce kız evinde kına gecesi yapılır. Bu törene kadın akrabalar ve gelin kızın bekar arkadaşları katılır.

Yakılacak kına ve o gece yenecek çerezler erkek tarafı tarafından alınır.

Törenin başında ya yöresel ya da güncel şık bir elbise giyen gelin kına yakılmadan hemen önce bindallı giyer.



Sırmalarla işlenmiş bu giysinin üzerine kırmızı bir tülbent alınarak gelin kızın kafasına örtülür.

Mumlar yakılır, gümüş bir tasa kına karılır. O esnada mutlaka “Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar“ adlı türkü söylenir.

O esnada gelinin ağlaması beklenir. Eğer ağlamazsa “Amma da meraklıymış evlenmeye “ diye düşünülür ve gelin kız içten içe kınanır.

Kına yakılırken gelin kız elini bir türlü açmaz. Açması için kayınvalidenin kızın avucuna altın koyması gerekmektedir. Günümüzde altın yerine ev ya da araba anahtarı konduğu da gözlemlenmektedir. Mesela işte bu aşamada neden kına gecesi yapmadım diye hayıflandığımı rahatlıkla söyleyebilirim.

Kusursuz bir kına gecesi için gerekli malzemeler şunlardır:

Bindallı, kırmızı tülbent, toz kına, kına tepsisi, kına sepeti, kına kesesi, gümüş tas, göbek atmak için gereken müzik CDleri, kuruyemiş, avuca koymak için ev ya da araba anahtarı ve pullu taşlı halay mendili.

Günümüzde kına geceleri pahalı gece kulüplerinde yapıldığı gibi SPA larda ya da hamamlarda da gerçekleştirilmektedir.

Osmanlı konseptli kına gecelerinin çok trend olduğunu söyleyebilirim.

Anonim bir yazarın “ekşi sözlük”te dediği gibi, kına gecesi, bir grup ergin kadının eğlenmeye mi, üzülmeye mi geldiklerini kendilerinin de bilemedikleri, bu garip durum karşısında elde mum gezdirmek suretiyle ellerine kına yaktıkları, sürekli oynadıkları, bunun yanında ağlamayı da ihmal etmedikleri müsamere çeşididir.



Amacın çarpıcı bir kına gecesi ya da Boğaz’da düğün olmadığı, mutluluk ve huzur dolu evlilikler dileğiyle..

**Cem Yılmaz'ın "Sanırsın Suzi'nin Kınası Var" repliğinden alınmıştır.

7 Ekim 2012 Pazar

Atomu Parçalamaktan Daha Zor..Ön Yargı..

Bir baba ile oğlu arabada yolda sohbet ede ede gidiyorlarmış. Birden trafik kazası yapmışlar, kötü bir kazaymış, baba kazada ölmüş, oğlan yaralanmış. Oğlu gözlerini hastanede açmış, içeri doktor gitmiş ve "Merhaba oğlum." demiş.

Eee, babası kazada ölmemiş miydi? 

Kimdi acaba "Merhaba" diyen??

İşte Türk toplumunun ataerkil ön yargısı..

Doktor, annesi olamaz mı??

***

Bundan yıllar önce çalıştığım kurumun Yöneticilikte Motivasyon konulu bir seminerine gitmiştim.

Semineri Üstün Dökmen veriyordu. Hep televizyonda gördüğüm ve çok sevdiğim bu önemli bilim adamının, bilim adamı olmak yerine Stand Up'çı olması gerektiğine o gün karar verdim.

Her neyse..

Üstün Bey, 20 senedir sahneye çıktığını, anfi, TV, benim katıldığım gibi özel sunumlar gibi sunumlar, hayatında kimsenin onu dinlerken uyumadığını, ama en son TRT için yaptığı "Küçük Şeyler" çekiminde, en önde oturan yaşlı kadının devamlı kafası öne düşüp uyukladığını anlatıyordu.

Kadın o kadar uyuyormuş ki, en önde de oturduğundan, Üstün Bey bir türlü konsantre olamıyor.

Hatta çekime ara verildiğinde, bir şekilde kadının en önden kaldırılmasını istiyor.

Ara verildiğinde tam yer değişikliği operasyonu yapılacakken, yerinden kaldırmayı düşündüğü yaşlı kadın yanına geliyor, elini sıkıyor ve:

-Üstün Bey çok teşekkür ederim, gerçekten çok harika vakit geçiriyorum, hatta son birkaç senedir hayatımda en güzel vakit geçirdiğim anlar diyebilirim. Ben kanser hastasıyım, uzun süredir kemoterapi görüyorum, bu nedenle bütün hayatın evden hastaneye, hastaneden eve geçiyor. Bir ahbabım sizden bahsetti, çekimlerin ücretsiz olduğunu, gelirsem iyi vakit geçireceğimi söyledi, ben de geldim. Gerçekten dediği doğruymuş, bana büyük değişiklik oldu.
diyor.

Üstün Bey ise:

- Tabi, çok sevindim iyi vakit geçirdiğinize..Lütfen her hafta gelin, misafirimiz olun..Size en önde yer ayıralım.

diyor.Biraz da kendinden utanarak..

***
Ön yargı  bir taraf tutma biçimidir. Bir ideolojik fikri veya bakış açısını koşulsuz desteklemek anlamında kullanılır. Ön yargı, halk arasında genellikle bir kişinin kararlarının ağırlıklı bir şekilde tek taraflı olarak ortaya çıkmasında kullanılmaktadır. 

Ön yargı, bir kişi ya da olaya ilişkin yeterli bir  bilgi edinmeden, önceden , peşin bir bir karara varmış  olma durumudur. Toplumun  küçüklükten itibaren kulağımıza  fısıldadığı her  kelime ve sunduğu her resim, ön yargımızın temel taşlarıdır. Ön yargı, insanların düşüncesizliğine bir  kılıftır.




Her birimiz, başkalarının ön yargılı davranışlarından dolayı mağdur olmuşuzdur.
Ama muhtemelen her birimiz , ön yargılarımız nedeniyle başka insanların mağdur olmasına da yol açmışızdır.

Belki hayatımızın aşkını, belki hayatımızın işini, belki potansiyel en değerli dostlarımızı, ön yargılarımız nedeniyle detaylıca sorgulamadan ve klişelere takılarak hayatımıza hiç sokmadık ya da kısa sürede çıkardık, kim bilir?

Atalarımızın yüzyıllardır oluşturduğu düşünce ve kültür sistemini benimsemek güzel ama, aradan geçen zamanın, teknolojinin, eğitiminin, düşünce sisteminin hayatımıza kattıklarını yok sayarak yaşamak içinde bulunduğumuz dönemde  bize yakışmıyor bence..

Bu önemli konuyu güzel bir hikaye ile bitirmek istiyorum.

Bir bilgeye sormuşlar:

''Efendim, dünyada en çok kimi seversiniz?''

"Terzimi severim", diye cevap vermiş.

Soruyu soranlar şaşırmış:

"Aman üstat, dünyada sevecek o kadar çok kimse varken terzi de kim oluyor? O da nereden çıktı?"

Bilge:

"Evet, dostlarım, ben terzimi severim. çünkü ona her gittiğimde, ölçümü yeniden alır. Diğerleri öyle değil. Bir kez hakkımda bir yargıya vardılar mı, ölünceye kadar beni hep aynı gözle görürler."


4 Ekim 2012 Perşembe

Maya Olmadan Türk Mutfağı Olmaz..



Hadi bugün sabah kalktığımızdan akşam yatana kadar yiyip içtiklerimizi düşünelim bir..
Sabah kalktık, güzel bir kahvaltı hazırladık diyelim..

Taze ekmek, beyaz peynir, kaşar  peyniri, pekmez...

Farkında mısınız, tüm bu gıda maddelerinin bir ortak yönü var..

Maya..

Öğlen iskenderciye gitmiş olalım..Yanında yoğurt, içinde pide var..Bir de şıra açtık yanına ..

İşte yine tümü mayalı ..

Akşam balık yemeğe gidip alkol almayı sevenler için rakı ya da şarap ve yanında beyaz peynir vazgeçilmez olur..Bunların içinde ne var dersiniz? Tabii ki maya..

Peki, hiç düşündünüz mü nedir maya??

Maya genişliği 2-6 mikron, boyu 10- 30 mikron olan ve bakterilerden daha büyük bir tek hücreli bir yaratıktır. Tabiatta yaygın olarak üzüm bağlarında, meyve bahçelerinde, toprakta, havada ve bağırsaklarda bulunurmaya

Mayalar gelişmek için ıslak ortama ihtiyaç duyarlar.
Mayalar en iyi 20-30°C arası olmak üzere 0-50°C sıcaklık arasında gelişirler. Mayalar genellikle gelişmek için fazla oksijene ihtiyaç duyar. Fakat bazıları oksijensiz ortamda yaşarlar. 1 gr yaş maya yaklaşık 10 milyar hücre içerir.
En yaygınca kullanılan maya olan Saccharomyces cerevisiaeMaya - Maya Türleri - MayaÇeşitleri - Mayalar Hakkında Bilgiler binlerce yıl önce şarapMaya - Maya Türleri - MayaÇeşitleri - Mayalar Hakkında Bilgiler bira ve ekmek yapımı için evcilleştirilmiştir. Maya sözcüğü Türkçe'ye Farsça'dan girmiştir.
Mayaların çoğu, gıda endüstrisinde kullanılır. Mayalanma ise organik maddelerin, bazı mikroorganizmalarca salgılanan enzimlerin tesiriyle uğradığı kimyevi değişikliğe verilen addır.
Çeşitli mayalanma olayları sayesinde değişik gıdalar elde edilmektedir. Sütün ekşimesi, sütten yoğurt veya peynir elde edilmesi, ekmeğin mayalanıp kabartılması, üzüm suyunun şaraba dönüşmesi bu tür olaylardandır. Mayalanma sonunda elde edilen maddeler, ilk biçimlerinden renk, koku, şekil gibi özelliklerce farklılık arz ederler.
Yaklaşık 600 adet bilinen maya türü olmakla birlikte bunlardan sadece birkaç tanesi ticari öneme sahiptir. Yani mesela banyoda duş perdesinde nemden dolayı oluşan lekeler de mayadır ama biz bunları yemeklerde kullanmıyoruz:)) Modern biyoteknolojide maya başka canlılara ait proteinlerin ucuz yolla üretiminde kullanılmaktadır. ÖrneğinMaya - Maya Türleri - MayaÇeşitleri - Mayalar Hakkında Bilgiler insülinMaya - Maya Türleri - MayaÇeşitleri - Mayalar Hakkında Bilgiler interferon gibi insan proteinleriMaya - Maya Türleri - MayaÇeşitleri - Mayalar Hakkında Bilgiler hepatit B virüsünün kabuk proteinleri (aşı üretimi için) maya tarafından üretilebilmektedir.
Örneğin ekmek mayası hem karbondioksit çıkararak hamura istenen hacmi verir yani kabartır, hem fermentasyon oluşturarak hamuru besler ve güçlendirir hem de o çok sevdiğimiz ekmeğe tadını verir.



Yaygın inanışa göre Mısırlı bir fırıncı, unutkanlığından hamurun bir parçasını yoğurmamış,sonra da bunu bir sonraki hamura ilave etmiş,böylelikle tesadüfen bir yöntem geliştirmiştir.



Yunanistan’da ve Roma İmparatorluğu’nda ekmek zamanla halkın başlıca gıda maddesi haline geldi. Yumurta ve yağ da katılmaya başlandığında ise ekmek artık lüks tüketim maddeleri arasındaki yerini almıştı. Daha beyaz ekmekler zenginlerin, pek tadı tuzu olmayan ekmekler ise fakirlerin sofrasını süslüyordu. İlk mekanik mikseri bir Romalının geliştirdiği kabul edilir.

Eğer mayaya karşı intoleransınız varsa biliyor musunuz hangi gıdalarda mayalar var??


•    Ekmek, pizza hamuru, poğaçalar gibi pastane ürünleri ve diğer ekmek benzeri kekler
•    Fermente yiyecek ve İçecekler: Bira, şarap, elma şırası, sirke, soya sosu ve salata sosları
•    Sirke içeren gıdalar: Turşu, salça ve hardal gibi ek tatlar, salata sosları, acı biber sosları
•    Hazır gıdalar: Camembert gibi hazırlanmış peynirler
•    Maltlı sütler ve İçecekler, ev yapımı zencefil birası
•    Kıvamlı sebze proteinleri, hidrolize sebze proteinleri
•    Kuru meyveler
•    Meyve suları: Sadece taze sıkılmış meyve suları maya İçermemektedir.
•    Bazı destekleyici besinler


Bu kadar sohbetini yapınca annem de hazır bendeyken kalkıp şöyle güzel bir Çanakkale usülü soğanlı peynirli pide yapmak şart oldu zannımca..



İlginizi Çekebilir;

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...