28 Kasım 2012 Çarşamba

Allah Kurtarsın..

Kuzenim bir operasyon geçirdi iki gün önce.

Uzun zamandır çok da  bir araya gelemez, saatlerce sohbet edemezdik.

Hastane odası vesile oldu belki de eski günlerdeki gibi uzun söyleşilere..

Havadan sudan derken bir anda kendimizi iş konularının tam göbeğinde buluverdik.

Uzun yıllar plaza ortamında çalışmak zorunda kalan o ve ben, plaza dünyasının renkleri arasında kayboluverdik bir anda..

Sizler de çalıştıysanız bilirsiniz..




Mesela "Sizi gerekirse toplantıya çağıracağım." değil, "Sizi gerekirse toplantıya çağırıyor olacağım" demeniz lazım, aksi takdirde iyi bir plaza çalışanı olamazsınız.

Toplantı yapıyorsunuz, biri bir soru sordu ve cevabı bilmiyor musunuz?

"Burada herkesi meşgul edip toplantıyı uzatmayalım, mail üzerinden devam edelim." kalıbı çok hayatidir.

O mail gelene kadar zaten siz cevabı öğrenmiş olursunuz, böylece de konuyu bilmediğiniz ortaya çıkmaz. Yırtarsınız.

Bir şeyi "handle etmek, schedule etmek, toplantı set etmek, delete etmek, günün sonunda, outsource etmek, deadline, kick off, below the line, case, konsolide etmek, kompanse etmek, kalibrasyon" plazada yaşamanın olmazsa olmazlarıdır.

Hatta öyledir ki, doktorlar bile plaza çalışanlarına göre daha Öztürkçe konuşur.

Plazada iş yapıyorsanız, "Şu kadar para lazım" demezsiniz." Şu kadar bütçeye ihtiyacımız olduğunu öngörüyoruz." dersiniz.

"Event" yerine toplantı, "Barbekü" yerine de mangal derseniz ne kadar banal olduğunuz ortaya çıkar, siz de iyi bir plaza çalışanı olamazsınız.

Üstler altlarına emir kipinde görev vermez, "Şöyle yapalım mı?" der.

"Konu ile ilgili bir gelişme mevcut mudur?" ve "Konu ile ilgili mail'ler ektedir." kalıpları öncelikli ezberlenmesi gereken kalıplardandır.

Fakat tüm bunlara karşın "havuç" kelimesi dimdik ayaktadır ve gücünü yitirmeyecek görünmektedir.


Aslında her şeyin ama her şeyin büyük patronun cebine daha fazla para girmesi için yapılmasına rağmen bir biz edebiyatı gider plazalarda.


  • Bizim sektördeki farkımız falan fişmekan olmamızdan geliyor.
  • Bu uygulamayı ilk gerçekleştiren biziz.
  • Falan dergisinin filan listesinin ilk bilmem kaçına giren tek Türk firması biziz.

Sanırsınız ki tüm çalışanlar anonim şirkette büyük hissedar.



Plazalarda her gün bir sürü insan konulur toplantı yapar ama bir şey üretmez, gerçekten üreten insanlar ise makinenin bandın başında çalışan işçi, şubede çalışan bankacı, acentede çalışan sigortacı, iletişim merkezinde çalışan GSM emekçisidir.

Allah içeridekileri kurtarsın, dışarıdakilere de girmesinler diye bir engel çıkarsın inşallah derim..

Uyg.Sayg.
Lütfen gerekmedikçe çıktı almayın.


26 Kasım 2012 Pazartesi

Ne De Olsa "Bursalı" yım..

Bu aralar etrafımda kazalar, ameliyatlar bir takım tatsız olaylar vuku buldu.
Her zaman söylüyorum, beni hayatta en mutlu eden şeylerin başında gezmek geliyor.

Bugün keyfim hafif kaçıkken, yine bir gezi hayalini kurarken buldum kendimi..
Artık gezi mi desem,anılar mı desem, ne desem bilmiyorum.

Evet anladınız, Bursa'dan bahsedeceğim bugün.

Geçtiğimiz yıla kadar her sene kışın mutlaka bir Bursa gezisi yapardık ailecek.

Eşimin çok yoğun çalışması ve ancak hafta sonları eve gelebilmesi nedeniyle hafta sonlarımız biraz daha ağır çekim geçiyor bir süredir.

Eskiden İstanbul'da çalışıyorken hafta sonları mutlaka bir aksiyonumuz olurdu.

Cumartesi sabahı erkenden kalkarsınız. Yenikapı' dan hızlı feribota binersiniz ve 1 buçuk saat içinde Mudanya'da olursunuz. Artık Mudanya Bursa'ya çok yakın, eskisi gibi değil. Biz eskiden mecburen Eskihisar Topçular hattını kullanmak zorunda kalır ya da körfezi dolaşırdık ve daha uzun sürerdi. Şimdi Bursa'ya gitmek dediğim gibi çok kolay.

Bursa'ya gidince Çekirge'deki kaplıca otellerinden birine yerleşin. Hemen banyo için rezervasyon yaptırın. Yoksa akşama girmek için bütün saatlerin dolu olduğunu görür üzülürsünüz.

Iyyy, ben kaplıca sevmem diyenler burada size sesleniyorum.

Bursa'da kaplıca farklıdır. Yani aklınıza binlerce göğüsleri sarkmış ve kırmızı peştemal sarmış teyze ile aynı yere girdiğiniz bir ortam kurgulamayın. Kapınızı kilitleyip içeri gireceğiniz, havuzu, masaj yatağı, tuvaleti, soğuk duş alabileceğiniz bir yeri saymıyorum bile..

Asıl 10-12 m2 bir havuzu olan, devamlı doğal kaplıca suyu akıtan bir aslan başı kurgulayın.

Havuzun başında iki tane kurna var. İçlerinde de bakır taslar.

Yanınızda kesenizi, sabunluğunuzu götürmeyi unutmayın. Ve de şampuanınızı.
Ailecek, yani kiminle isterseniz onunla, isterseniz çoluk çocuk, isterseniz eşinizle-sevgilinizle girin içeri.

Birbirinizi güzel bir keseleyin. Yanınızda çıkan kurtçuklarınızdan utanmayacağınız biri olması tercih sebebidir.

Çok daralınca çıkın soğuk bir duş alın, masaj koltuğuna yatın. Haa yatmadan önce bir soda için de kaybettiğiniz madensel tuz ve suları geri alın.

Bu kaplıca seansından sonra ki yaklaşık yarım saat kırkbeş dakika sürer, kendinizi hamur gibi hissedeceksiniz. Bu nedenle bu seansı akşama bırakmak şart, çünkü ardından insanın direk uyuyası geliyor.

Şindi rezervasyonu yaptık eşyaları otele bıraktık. Tam yol Heykele gitmemiz lazım.

Mavi boyalı yerden başka yerde İskender yenmez. Ya da Çiçek Izgara'da köfte yiyeceksiniz. Başka alternatif pek yok..Ben ikisini de çok severim ama mutlaka seç derseniz kararım Çiçek Izgara olur. İstanbul'dakilerle karıştırmayın, o başka bir şey.

Yeme konusunda mızmız olan kızlarımın 2-3 yaşındayken 10 tane köfteyi mideye indirdikleri bir yerden bahsediyoruz.

Yedikten sonra hemen karşıya geçiyoruz ve Kafkas'tan karyoka ya da kestane şekeri alıp yiyoruz.

Yemek faslı bitince size tavsiyem çayınızı Uludağ eteklerinde Bursa manzarasına karşı içmeniz. Keşke o süt şişeleri (doğalgaz çevrim santrali) manzarayı bozmasa..Yok ben dağa çıkmam derseniz, çay içmek için diğer alternatif yüzyıllardır ipek ticaretinin yapıldığı ve bir taraftan da ipekli ürünlerin satıldığı Kozahan'dır.


Tam ortasında yer alan havuzun başına oturup çayınızı kahvenizi içmenin tadına doyum olmaz. Hatta bir kese, bir peştemal ya da bir fular alabilirsiniz.

Akşam ne yapacağınızı anlattım zaten geçiyorum.

Sabah kalkınca erken saatte bir seans daha kaplıca öneriyorum.

Kaplıcadan çıkıp odanızda biraz dinlenip kuruduktan sonra da size önerim teleferiğe gitmeniz.

Tabii ki dağa özel aracınızla ya da dolmuşlarla çıkabilirsiniz ama teleferiğin keyfi bir başkadır. Bazen korkar, bazen tırsar ama yine de manzaraya hayran kalırsınız.

Hele de kış ise, kar da varsa gerçekten manzaraya doyum olmaz. Bu durumda oteller mevkiinde kaymayı seviyorsanız kayarsınız sevmiyorsanız da sucuk ekmek partisi yaparsınız.

Eğer dağa aracınızla çıkmayı tercih ettiyseniz de, dağ yolunda mangal yapıp anın tadını çıkarabilirsiniz.

Akşam geç olmadan dağdan inip İstanbul'a dönmenizi tavsiye ederim. Zira hem trafik hem vapur kuyruğu iki gündür geçirdiğiniz harika vaktin getirilerini anında götürebilir.

Ayyy düşünmesi bile güzel..


Hadi bu haftasonu gezmeye gidelim..



23 Kasım 2012 Cuma

İstanbul İstikametinden Hareket Edip..

Hem lisede hem de üniversitenin bir bölümünde evden uzak okudum.

Hele lisede haftada birkaç kez şehirlerarası yolculuk yapmam gerekiyordu. Üniversite de 15 günde bir.

Aslında çok severim yolculuk yapmayı.

Özellikle de otobüs yolculuğunu. Hele bir de yağmur yağıyorsa, kulağımda walkmanim, elimde de o zamanki Limon ya da Gırgır varsa benden keyiflisi yoktu.

Bugünkü yağmur da tam sevdiğim yağmur. Fazla hızlı değil, ağır ağır, güzel yağıyor.

Keşke şimdi yollarda olsaydım, ya bir sevdiğimin yanına (değerli eşim burada kasdedilen sizsiniz) ya da sevdiğim bir yere gitseydim.

Artık kendi arabamızla seyahat ediyoruz uzun zamandır. Bunun da keyfi başka ama yine de fena olmazdı şöyle güzel bir otobüs yolculuğu.

Gerçi artık walkmane gerek yok, neredeyse her koltukta ekranlar var TV, film izlemeniz ya da müzik dinlemeniz için.( Geçenlerde yaptığımız Tekirdağ yolculuğunda Çalgı Çengi'yi 10. defa filan izledim otobüste.)

Hatta bu yaz Datça'ya giderken bizim kızın, 10 saat bizden önce yüz kişi tarafından kullanılan kulaklığı kullanması ve üzerine orta kulak enfeksiyonu olmasıyla sonuçlanan süper bir anımız da var. Artık ya kulaklığımızı yanımızda götürüyoruz ya da kulaklığa mendil filan sarıp kısmen sterilize ediyoruz.

Aslında bu Datça seyahatiyle ilgili anlatmak istediğim bir bomba var.

Tam yola çıktığımız gün meşhur Fatih Sultan Mehmet köprüsü tadilatının başladığı gündü. Ortalık karmakarışıktı ve otobüs tam da iş çıkışı saatindeydi.

Kağıthane'den Dudullu' ya gidişimiz tam üç saat sürdü. Dudullu' da binmek üzere bekleyenleri aldık, ama otobüs bir türlü hareket edemedi. Zira otobüsün muavini bulunamıyordu. Arandı tarandı, en son cep telefonundan arandi ki, çocuk sıkıntıdan otobüsten kaçmıştı.




Muavinsiz olarak devam etmeyelim diye Dudullu' dan o sırada görevi olmayan bir şoför arabaya alındı ve sabaha kadar bize muavin olarak hizmet verdi.

Biz çocukken mesela, otobüste uçaktaki gibi servis konsepti yoktu. Anneler bir gün önceden börek, yalancı dolma, kek filan yapardı. Ama mesela börek peynirli olurdu, kıymalı değil. Nedeni de otobüste kıyma kokmasın herkesin canı çekmesindi.

Buna mukabil otobüse binince kesif bir köfte kokusu duymamak işten bile değildi. Sizin anneniz kokmasın diye böreğe bile kıyma koymazken, yol boyunca sizin canınız köfte çekerdi. Şimdi artık otobüslerde kuru köfteye rastlanmıyor ama o anıları bol baharatlı mısır cipsi ile yaşatmaya çalışan bir yeni nesil olduğunu söyleyebilirim.

Yine ben çocukken otobüste sigara içmek serbestti. Cam kenarına oturduysanız, tam cam ile döşemenin birleştiği yerden iğrenç bir sigara kokusu gelirdi. Allahtan genel sigara yasağından önce otobüslerde sigara yasağı başladı da rahat ettik.

Bir de otobüs yastığı diye bir kavram vardır. Bu genelde küçük boy yastık olarak bilinse de, son dönemde plastik şişme boyun yastıkları evden getirilen kırlentlerin pabucunu dama atmıştır.

Otobüste yanınıza konuşmayı seven bir teyze oturduysa bittiniz. Size yedi sülalesini anlatmadan ve yanında getirdiği yemekleri zorla yedirmeden ondan kurtulmanız mümkün değildir.

Eğer o teyze ortalama Türk teyzesi ise ve obeziteyle savaş kamu spotuna konu olabilecek bir yapıdaysa işte o yapacak bir şey kalmamıştır. Zira ben de o kadar ince ve narin olmadığımdan bir ipte iki cambaz oynamamaktadır. 

Yolculuk bitsin ya da anneniz oturduğunuz şehirden üç önceki şehre taşınsın ki daha önce inebilin diye dua etmeye başlarsınız.

Eğer otobüste 3 yaş altı bir çocuk varsa o da zor bir yolculuğun habercisidir.O çocuk ağlar, kusar, altına yapar, annesi mecburen altını değiştirir, araba süper kokar, ama yapacak bir şey yoktur. Kendi çocuğunuzu düşünerek ve kadına empati yaparak duruma katlanmaya çalışırsınız.

Standart olarak muavinlerin ter kokması, bazı muavinlerin fazla yılışık çıkması, ayakkabı giymeyi sevmeyen yolcular ve bazı yolcuların yolculuk öncesi yediği overdose kurufasulyenin malum sonuçları otobüs yolculuklarının diğer sevimsiz yönleri arasında sayılabilir.

Yazımı otobüs yolcuğunda son nokta olarak sayıp saygı duyduğum bir reklamla bitirmek istiyorum. Otobüse binen bir hanım, tanıdığı başka bir hanımla  karşılaşır. Otobüste oturan hanım, hemen çantasından tül perde çıkarır, otobüsün camına gerer, küçük tüpe çayı koyar, çantadan çıkardığı keki de keser ve fiskos masasında yemeğe başlarlar. Aynı evde gün yaparmış gibi..
Denk gelirseniz izleyin derim.

İyi yolculuklar..

21 Kasım 2012 Çarşamba

Gelmiş Geçmiş En İyi Erkek Vokal..George Michael..

İtiraf ediyorum, bir süredir "O Ses Türkiye"'yi izliyorum. Acun'dan fazla hoşlanmam aslında ama bu programda insanların özgüvenleri, medeni cesaretleri ve de çalışıp başarma arzuları beni etkiliyor. Bunun üzerine bir de sevdiğim şarkıları dinlemek açıkçası bana keyif veriyor.

Pazartesi akşamki bölümde bir genç adam "Fastlove"'ı söyledi ve iki jürinin beğenisini kazandı. Ancak diğer bir jüri üyesi Murat Boz da dönmese de, dinlerken bir taraftan mırıldanıyordu şarkıyı.

Şarkı bitip de yorumlar bölümüne geldiklerinde Hülya Avşar dışındaki üç jürinin de mutabık olduğu birşey vardı.

"Fastlove söylenmesi çok çok zor şarkılardan biridir.

http://fizy.com/#s/104syu

George Michael dünyanın gelmiş en iyi erkek vokallerinden biri olup, söylediği her şarkıyı kusursuz söyler. Dünyada belki de nakaratı olmayan tek şarkı Fastlove'dır. Öyle bir yorumcunun ardından böyle zor bir  şarkıyı söylemek her babayiğidin harcı değildir. Buna rağmen parçayı çok başarılı yorumladınız."

Katılımcının yanıtı da çok etkileyiciydi.
-Bu şarkıyı televizyonda ilk seyrettiğimde 7 yaşındaydım, kendi kendime dedim ki, mutlaka bu şarkıyı bir gün söyleyeceğim ve bir stadyum dolusu insana dinleteceğim.

İnanılmaz bir vizyon..

***

Orta 1 e giderken o zaman sadece pop müzik yayını yapan  TRT3 vardı ve ben de evde olduğum süre boyunca bu radyoyu dinlerdim.

Careless Whisper 'ı 1985 te yani orta ikiye giderken keşfettim. 13 yaşındaydım. Yıl 2012. Tam 40 yaşındayım. Aradan 27 yıl geçti. Bir insanın 27 yıldır hala en sevdiği şarkı aynı olabilir mi? Benim öyle..

http://fizy.com/#q/careless+whisper




Kendimi bildim bileli iflah olmaz bir George Michael hayranı oldum. Eşcinsel olmasının ortaya çıkması, genel bir tuvalette bir erkekle basılması, şarkı yazmak için marijuana içtiğini itiraf etmesi, hiçbiri ona olan hayranlığımı yok edemedi. Tabii ki duvarlardan posterlerini kaldırdım, tabii ki çocuklarıma onun davranışlarıyla gurur duyduğumu söylemeyeceğim ama ne olursa olsun, daha sonra onun gibi bir erkek vokal, bir ses gelmediği konusunda ısrarcıyım.

***
Yaşlanmaya başlamış olabilirim. Ama son 5-10 yılın müzik tarzını çok benimseyemediğimi söylemek zorundayım. Teknoloji ve gösteri- şov tabanlı müzik bana göre değil. Ben hala müzikte  notanın ve sesin ön planda olmasından yana olanlardanım. 

Bundan yıllar önce Spice Girls'ün tamamen proje grubu olduğunu okuyunca şok geçirmiştim.

Yani o dönemde hep erkeklerden oluşan gruplar vardı.(New Kids On the Block,Take That vb) Düşünülmüş, taşınılmış, güzel ama hepsi farklı güzel, yani zenci, beyaz, sarışın, kumral, genç, güzel dans eden, e sesi de boru olmayan 5 tane genç kız bulunmuş ve grup yapılmış. Proje olarak baktığınızda müzik mi? Bence hayır..Ama ticari başarı var mı ? Evet..

George Michael tabii ki ticari olarak da çok başarılı oldu. Yaptığı tüm şarkılar tüm albümler mutlaka bir numara oldu, 100 milyon satış yaptı, Grammy, BRIT tüm ödülleri topladı, "Ölmeden Önce Dinlenmesi Gereken 1001 Albüm" listesine iki albümünü koydu. Ama o proje değildi. Gerçekti. Hala da gerçek.
Bu nedenle şu anda kimse Spice Girl dinlemiyor ama ben ve birçok insan hala Careless Whisper dinliyor.

Kapanışı en az Careless Whisper kadar hatta belki daha güzel bir Wham -George Michael şarkısıyla yapalım.

Where Did Your Heart Go?

http://fizy.com/#s/1dlhkv


19 Kasım 2012 Pazartesi

Merhamet Gizli Kibirdir..

Erdem olduğunu sandığımız ve bugüne kadar bize hep sahip olunması gereken bir değer olarak öğretilen merhamet duygusundan bahsetmek istiyorum bugün.

Bende biraz fazlaca olduğunu düşündüğüm ve zaman zaman bana acı veren bu duygunun aslında çok da erdem olmadığına dair bir yazı okudum bu sabah.
Üzerinde hiç düşünmediğim bir yaklaşımdı bu.

Aslında merhametin acıma ile iyi niyet arasında bıçak sırtı bir çizgi olduğunu bilirdim hep.

Hangi noktada karşındakine acıyacaksın, hangi noktada acımak doğru olmaz, asla bilemezdim  ve bu ikilem hep içimi yerdi.

Merhamet, öteki hislerin hepsinden daha fazla, sonradan elde edilmiş bir his. Çocuklarda merhamet yok mesela. Hep çocuklar çok acımasız demez miyiz  kendi aramızda. Merhamet, insanın hafızasının, tecrübelerinin sonucu, hayat acıları ve talihsizliklerinin ürünüdür.

Fakat işin kritik eşiği şudur. İnsanlar karşısındaki merhamet göstermek için onlardan minnet duygusunu beklerler. Erdemli olma iyi niyetiyle yola çıkılan, ama kendi kendini tatminle son bulabilecek taşlı bir yoldur merhamet. Bu nedenle insanoğlu merhametle acıma duygusunu sık sık birbirine karıştırır.

Merhamet kimi zaman sessizdir, kişiseldir, içinizde yaşarsınız. Karşınızdakinin haberi bile olmaz. Acımak ise bağırır, bakışlarınızda ve sözlerinizde. Acımak üstünlük kurmaktır. Merhamet ise, için için sızlar bir kalbinizde ya da beyninizde..

Acımak  soğuktur, kişi acıdığı kişiye bakar ve söz konusu olayın kendi başına gelmemesi ve hatta söz konusu olayın varlığını unutmak için olayı veya kişiyi geçiştirmeye çalışır. 


Merhamet duygusuna başka bir pencereden baktığımızda ise şunu görürüz.Bir yerde adalet yoksa, ister istemez merhamet duygusu ortaya çıkar. Adaletsizlik merhamet üretir.

Sabahattin Ali, "Kürk Mantolu Madonna"'da  merhameti şu şekilde anlatır: 
"... bu halimizle hepimiz acınmaya layıkız; ama kendi kendimize acımalıyız. başkasına merhamet etmek, ondan daha kuvvetli olduğunu zannetmektir ki; ne kendimizi bu kadar büyük, ne de başkalarını bizden daha zavallı görmeye hakkımız yoktur... "

İtiraf ediyorum, okuyunca kendi merhamet duygum da o kadar masum değilmiş gibi geldi..Sabahattin Ali çok güzel yorumlamış ve yazmış. Şöyle de devam ediyor:

"Nedense, hayatta bir müddet beraber yürüdüğümüz insanların başına bir felaket geldiğini, herhangi bir sıkıntıya düştüklerini görünce bu belaları kendi başımızdan savmış gibi bir ferahlık duyar ve o zavallılara, sanki bize de gelebilecek belaları kendi üstlerine çektikleri için, alaka ve merhamet göstermek isteriz." Hadi dürüst olun, sizin merhamet duygunuzda derinlerde bir yerlerde bu yaklaşım da yok mu?




Okuduklarımdan geldiğim sonuç şu : Hangi koşulda olursa olsun, merhamet duyanın içinde - kendisi ayırdında olsa da olmasa da - mutlaka biraz kibir vardır. İşte bu noktada bu sabah okuduğum konunun İslami yaklaşımı ve yazının da yazılış sebebi geliyor. Aynen alıntı yapıyorum:


"Müslüman, kendisi de dahil her kulun Yüce Allah'ın rahmetine muhtaç olduğunu bilir. Allah'tan merhamet diler. Kendisi merhamet etmeye kalkmaz. Rahman ve Rahim olan Allah'tır. Yine Müslümaninsanın Allah’ın yardımı, dilemesi, oluru olmaksızın bir günahtan sakınması da dahil, hiç bir şeye güç yetirmesinin mümkün olmadığını bilir ve O'ndan merhamet, bağışlanma diler.  Allah'tan başka kimseden yardım istenemeyeceğini bilen mümin, kendisinin de kimseye yardım edemeyeceğini bilir. Kendisinden merhamet dilenmesine karşı çıkacağı gibi, yine aynı nedenle kimseden merhamet ummaz ve merhamet etmeye kalkmaz. İnsanaczinden dolayı kendini yüceltmek için hiç bir fırsatı kaçırmayan reflekslere sahip olduğu için şefkati, merhametle karıştırmaya eğilimli olabilmekte, buradaki ayrıntıya yeterli dikkati gösterebilecek kadar teyakkuzda olamayabilmektedir."

Sözün özü: Son derece insani olan, bir insanda bulunmadığında onu çekilmez ve sevimsiz kılan merhamet duygusu, dozaj karışır da acıma duygusuna dönerse, ya da kibir eşiğine atlarsa, erdem olmaktan çıkıp belki de erdemsizliğe dönüşebilmektedir.

Bu ince çizginin farkında olarak insanlığımızdan ödün vermeden ama kibirli ve mağrur olmadan samimi merhametli insanlar olabilmemiz dileğiyle..



15 Kasım 2012 Perşembe

Bugün Ne Giysem??

Uzun zamandır fazla kalabalık içine girmediğimden gittiğim son 3 günlük eğitim ilaç gibi geldi.

Yeni insanlar, yeni bir çevre oldukça keyifliydi.

Sadece merkezi havalandırması olan bir binada eğitim yapıldığından ve bina henüz kışa geldiğimizi algılayamadığından içerisi buz gibiydi.

İlk günkü tişörtler, havalı gömlekler ertesi gün yerini kalın kışlık kıyafetlere bıraktı.

Sınıfta şöyle bir gözucuyla baktım da, kışın giydiğimiz kıyafetlerde ne kadar güzel desenler, ne kadar güzel kumaşlar kullanıyoruz.

Bugün bu konunun üzerinden geçelim istiyorum. Başlayalım..

İlk kumaşımız kadife, uzun havlı bir kumaştır.Arapça saçaklı, tüylü, 'hav'lı anlamına gelen kataif kelimesinin çoğuludur. Ceketlerde ve özellikle de pantolonlarda çok kullanılır. Bu tip giysilerde fitilli kadife tabir ettiğimiz kadifeler kullanılmaktadır. Zaman zaman kışlık paltolarda ya da pardesülerde de rastlanılmaktadır. Son yıllarda renk kısıtlarının ortadan kalkmasıyla, eskiden sadece kahverengi, siyah ve lacivert pantolonlar varken şimdi sokaklarda kırmızı, çivit mavisi, yeşil kadife pantolonlu gençler görmek işten bile değildir.




Kadifenin bir de düz kadife olarak tanımlanan bir türü vardır. Bu kafide türü ise daha çok eldivenlerde, gece kıyafetlerinde daha şık giyimde karşımıza çıkmaktadır. Daha elegan bir havası vardır.

Ekose, aslında sadece kışlık kıyafetlerde değil her zaman karşılaşılan bir desendir. Kelt kökenli olan bu desen özellikle İskoç etek tabir edilen yeşil kırmızı siyah olarak beynimize kazınmıştır. Okul eteklerinde, oduncu gömleklerde ekose çok kullanılmakla birlikte bence ekosenin alameti farikası Burberry'dir.




Bu marka tüm ürünlerinde ekoseyi ürünlerin tam merkezine koymuştur. 1856 yılından beri de marka değerinden, kalitesinden ve beğenirliliğinden hiç bir şey kaybetmemiştir. Bir statü simgesi olarak yerini korumaktadır.

Prince De Galle : (Prens dö Gal) : Özellikle takım elbiselerde, döpiyeslerde yani daha resmi kıyafetlerde kullanılan bir yünlü kumaş desenidir. İki veya daha fazla renkte iplikle yapılmış geniş ekoselere sahip kumaş desenidir. İsmini, ailelerin giyimini birbirlerinden ayıran desen anlamına gelecek şekilde; İskoç Kelt dilindeki “glen” (aile) ve İngilizce “check” kelimesinden alır. Bu desenin adı ülkeden ülkeye değişir; Fransa’da “Prince de Galle”, Avusturya’da ise “esterhazy” olarak bilinir.





Yine kışlık giysilerde özellikle elbiselerde, pantolonlarda, ceketlerde ve eteklerde ama daha çok resmi dış giyimde gördüğümüz bir desendir piyedepul. Fransızca pied de poule yani kazayağı kelimesinden gelmektedir.Özellikle siyah beyaz piyedepul deseni rüya gibidir. Maddi anlamda değil ama psikolojik anlamda kalitenin simgesidir benim gözümde.Çok severim.



Hayatımıza daha fazla son yıllarda giren, eskiden sadece paltolarda kullanılan ama son dönemde ipek ile beraber harmanlanarak modasının oluştuğu başka bir kumaş da kaşmirdir. Hindistan'in aynı adlı bölgesinde yetişen bir keçi türünün özel yumuşak tüyünden üretilir. Bahsettiğimiz diğer kumaş cinslerine göre daha az bulunur ve bu nedenle pahalıdır. Daha çok zenginlik ve statü simgesidir. Özellikle paltoda vazgeçilmezler arasındadır.

Hem yazın hem de kışın kullanılan, yazın serin kışın sıcak tutan bir başka kumaş çeşidi de ipektir. İpekböceği adı verilen tırtılın kendisine koza yapmak amacıyla ürettiği bu iplik binlerce yıldır zenginliğin, şaşaanın simgesi olarak kendine yer bulmuştur. İpek güzel görünüşlü, yumuşak, parlak ve dayanıklı olup, kolaylıkla ve iyi boya tuttuğu için daha da güzelleştirilebilen hayvansal kaynaklı bir liftir. İpek liflerin kraliçesi olarak bilinir. 4000 yılı aşkın bir süreden beri, insanların ekonomik hayatında önemli bir rol oynamakta olan ipek, yıllarboyu Çin,Hindistan, Taşkent, Bağdat, Şam ve İstanbul’dan geçen ipek yolunu takiben Avrupa’ya taşınmıştır. Bu zaman zarfında ipek altından daha değerli bir ürün olarak alıcı bulmuştur.

Divitin, içi perdahlı dışı havlı pamuklu bir kumaş. Divitin Fransızca duvet (kuştüyü) anlamına gelen kelimeden türetilmiştir. Özellikle eskiden tekstil sektörünün bu kadar gelişmediği ve giysilerin evlerde dikilerek hazırlandığı dönemde kendine daha fazla yer bulmaktaydı. Şimdi renkli gömleklerde, cıvıl cıvıl eteklerde karşımıza çıkmaktadır. Kırsal kesimde kadınların vazgeçilmez giysisi olan şalvarlarda halen sıklıkla yer almaktadır.



Aslında tabii ki bir çok başka kumaşlar da var ama ben en son içinde bulunduğumuz yüzyılın her yaşa, her kesime, her cinsiyete en fazla hitap eden bir kumaşı olan denim'den bahsetmek istiyorum. Türkçe'de kot olarak bildiğimiz denimin sözlük anlamı giysi yapılan bir tür mavi, kaba pamuklu kumaştır. Günümüzde sadece mavi değil her renkte her incelikte ve her türlü giyside karşımıza çıkmaktadır. Hepimizin vazgeçemediği ve mutlaka sahip olduğu tek giysidir.

Bugün de dışarda hava soğuk, yazıyı okuyun, açın gardrobunuzu, seçin bir tane sıcacık tutacak kıyafet, geçirin üzerinize, elinize de karton bardakta bir kahve alın, dışarı çıkın..Ben bugün kadife giyeyim diyorum, ya siz??

12 Kasım 2012 Pazartesi

Mal Ayrılığı Prensibi

Uzun bankacılık hayatımdan bana hatıra kalan ve hayata bakışımı oluşturan enteresan olgular var.

Ne baba evinde, ne de eşimle olan evlilik ilişkimde görmediğim ama bankacılıkta tanıştığım özel bir evlilik anlayışından bahsetmek istiyorum bugün size..

"Her ne kadar hayatı paylaşsan da asla paranı paylaşma" prensibi.

50 senedir evli olduğu halde bu prensibi yaşatabilen müşterilerim oldu.

Bence aile kavramıyla ve müşterek hayat anlayışıyla taban tabana zıt bir anlayış bu.

Yani şu olur, "Çocuğun okul parasını sen öde, evin kirasını ben, bakıcıyı sen öde, temizlikçiyi ben." modeli uygulanabilir bir model olabilir.

Ama "Temizlikçiye 100 TL veriyoruz, 50 TL çık, ben masaya 50 TL bıraktım." 
uygulaması, ki  gözümün önünde birçok kez değişik versiyonları yaşanmıştır, benim uygulayabileceğim bir model olmaktan çok uzaktır. Ben bir çiftin kızlarına verilecek doğum günü hediyesi için (zorunlu kalem değil bakın, gönüllü doğum günü hediyesi) "Sen 50 USD az verdin, daha sonra benim hesabıma 50 USD yatır." diye tartıştıklarına şahit oldum.

Oldu olacak, bence bu aileler altlı üstlü 1+1 iki tane ev tutsunlar ve komşu gibi takılsınlar, hatta alışverişe çıktıklarında aldıkları zeytin peynir ve ekmeği de ikiye bölüp ayrı evlerindeki buzdolaplarına koysunlar derim.

Bence bu modeli benimseyenlerin aylık gelirlerinin bir bölümünü de kenara koysalar iyi olur. Zira bir süre sonra boşanma avukatına aktaracakları servet için hazırlıklı olsalar iyi olur zannımca.

Bu durum "bir" olamamanın ve bireyselliğin devam ettiğini gösterir.

Bu kişilerin evine gidin buzdolabını açın. Muhtemelen elma ve armutların üzerinde post it'lerde meyve sahiplerinin adı yer alabilir.

Aslında ortak yaşamlar için evli olmak da şart değildir. Üniversitede ev arkadaşları olanlar bile ortak kasadan ortak harcama yaparken, adı evli olanların bunu yapması çok çok enteresandır. Ne yani, benim bütçem o  ev arkadaşımdan daha kısıtlıysa akşam yemekte ben makarna yerken, o pirzola mı yiyecek..Mümkün mü? İnsani ortak yaşamlarda, arada hukuki anlaşma olması şart mıdır?



Haaa, yanlış anlaşılmasın, bir çok evde yaşanan şudur: Erkek tüm kazandığını kadına verir, kadın mutfak alışverişini yapar, kirayı, taksitleri öder, çocuklara ve eşine harçlık verir ve geriye bir şey artıyorsa onu da aile adına biriktirir. Buna diyecek bir şey yoktur, benim kastettiğim farklı bir şey, anladınız siz onu..

Sonuç olarak, şunu diyebiliriz, evlilikteki amaç eğer aynı evde yaşamak, aynı koltukta film izlemek, birlikte uyumak birlikte uyanmak vs. ise bütçeleri ayırmakta  bir sakınca yoktur.

Amaç, bir ömrü birlikte paylaşmak; acıyı da tatlıyı da zenginliği de fakirliği de birlikte yaşamak ise kimse bütçeleri ayırmayı gündeme bile getirmez. Kocana ya da karına karşı güven eksikliği olacaksa neden evlenir ki bir insan? Güven eksikliği diyorum çünkü sağlam bir güven üzerine kurulan evlilikte bütçelerin ayrılığı söz konusu bile olmaz, olmamalı.

9 Kasım 2012 Cuma

Kahvaltı Güzeldir...

Uzun zamandır koşullar uygun olduğu halde hafta içi sabah kahvaltı etmiyorum. Yani tabii ki bir şeyler yiyorum, ama adına kahvaltı denmez, dolabı açıp ağzıma bir şeyler atıp geçiştiriyorum.

Dün eski bir iş arkadaşım sabah kahvaltıya davet etti beni.

Ay nasıl hoşuma gitti kahvaltı etmek.

Anladım ki insan evde yalnız olunca canı bir şey yemek istemiyormuş.

Eşliğinde muhabbet olunca, yalnız olmayınca, hafta içi de kahvaltının tadı oluyormuş.

Aynı hafta sonu gibi..

Yıllardır özlemini duyduğum, benim için hafta sonu ödülü olan bir öğündür kahvaltı.

Çalışma yıllarından kalan bir alışkanlık mı bilmem, uyandığım gibi yiyemem hiç.

Biraz zaman geçecek, afyon patlayacak, daha sonra hafta içi uyduruktan, ama hafta sonu mükellef kahvaltı.

Doktorlar günü en önemli öğünü olduğunu söylerler.


Aslında Anadolu Türkiye'sinde kahvaltı diye bir öğün yok. Yani aç kalınmıyor ama adı kahvaltı değil. Genelde çorba yapılıyor ve ortaya konan tencereden tahta kaşıklarla yeniyor. Hala Anadolu'da bu gelenek devam ediyor. Rahmetli babacığım mesela hiçbir zaman klasik kahvaltıyı sevmemiştir. 

Mustafakemalpaşa' da sabah erkenden kalkar sonra şehrin çoğunluk erkekleri gibi çorbacıya gider, işkembe, paça, kelle artık Allah ne verdiyse yerdi. Ben de çorba içmeyi sevdiğimden, bazı sabahlar annemle bana da getirir, uyandırırdı hep beraber içmemiz için..

Her neyse, kahvaltı kavramı bize saray alışkanlıklarından sirayet etmiş. Daha çayın gelmediği zamanlarda sabah kahve içilirmiş. Aç karnına kahve de pek iyi gitmediğinden, altlık olsun diye yenen bir öğünmüş kahvaltı. Gel zaman git zaman adı "kahve altı"dan kahvaltıya dönmüş.

Yani bazı lokantalarda bize yutturulan "köy kahvaltısı" denen şey aslında büyük bir yalan, bunu diyeyim..

Aranızda yurt dışına gidenler vardır. Benim yurt dışında  en fazla özlediğim öğün her zaman kahvaltı olmuştur. "Continental kahvaltı" denen saçmalık kahvaltıdan başka her şeye benzemekte bence. Biraz peynir, tatlı kurabiyeler, yiyemediğim domuz sosisi, sucuğu, oldu sana kahvaltı. Haa, bir de greyfurt suyu..

Hatta Dublin'e gittiğimde kahvaltıda sadece haşlama patates ve somon füme görünce pes dediğimi hatırlıyorum.

Yabancı filmlerde mısır gevreği ve sütten oluşan kahvaltının çok tercih edildiğini görürüz. Off,kahvaltı mı o??

Oysa bence kahvaltı şudur.

Bir kere ince belli bardakta çay olacak. Kahve, portakal suyu olmaz.

Mümkünse simit olacak. Ama pastane simidi değil, sokak simidi..

Değilse kepekli tahıllı ekmek kızaracak. Hatta apartman kızarmış ekmek kokacak ki tadı tam çıksın.

Yanında köy domatesi ya da salatalığı olacak, üzerine zeytinyağı, kekik ya da nane serpilecek. Tere, maydanoz da olursa tadından yenmez..

Yumurta ya omlet yapılacak ya da rafadan pişecek. Menemen de olur..Zeytin, bal ve tabii ki peynir olacak. Ceviz ya da fındık olan kahvaltı sofralarının keyfi de bir başkadır.

Bence Türk kahvaltısının temelinde peynir yatar. En azından 40 çeşit peynirin hüküm sürdüğü ülkemizde peynir olmadan kahvaltı etmek mümkün değildir.

Ben sevmem ama kahvaltıyı Nutella kavramıyla özdeşleştirenler vardır.
Bazı kafelerde kahvaltının yanına sıcak süt de verirler ama ben (çocuklarım duymasın) kahvaltı ile sütü özdeşleştiremiyorum. Hele de sıcak ve şekerli olursa. Iyyykk.

Bal-kaymak kavramı da birçokları için kahvaltının vazgeçilmez bir öğesidir.

Dikkat edilmesi gereken diğer bir  nokta da, kahvaltılıkların buzdolabından çıktığı gibi sofraya konmamasıdır. Soğuk olunca herşeyin tadı kaçar..

Bu nedenle, eğer mümkünse yarım saat önceden çıkarın kahvaltılıkları buzdolabından. Tereyağ filan erisin ki tadı gelsin.

Anneler bilirler, doktorlar bebekler 2 yaşına gelene kadar ufalanmış ekmek içi, tereyağ, peynir, zeytin, pekmez, yumurta sarısı ve sütten oluşan bir bulamacın çocuklara kahvaltı olarak verilmesini önerirler. Bu karışımın görüntüsü ve kokusu insanı kahvaltıda 2 seneliğine soğutsa da o zorlu süreci atlatınca yeniden eskisi gibi kahvaltıyı sevebiliyorsunuz. Hayır benim şaşırdığım, bebeklerin o bulamaçtan sonra nasıl olup da komple kahvaltıdan soğumadığı ve hayattan tad almaya devam etmeleri..

Ben çocukken bazı akşamlar yemek yerine kahvaltı yapardık. O akşamlar bir ödül gibi gelirdi bana, hele çocukken sevmediğim ama şimdi deli olduğum taze fasulye gibi yemeklerden kaçışımı sağlıyorsa..

Sonuç olarak diyeceğim şudur : Yarın da hazır hafta sonu, kalkın erken, hazırlayın güzel bir kahvaltı, sevdiklerinizi uyandırın/evinize çağırın...

Kahvaltı güzeldir..Ağzınızın tadı hep yerinde olsun...

7 Kasım 2012 Çarşamba

Emin Olamıyorum Yoksa Kış Mı Geldi??

Sabah 6'da sevgili kedimiz Kaju "Anne çişim geldi, beni bahçeye indir" dediğinden, seve seve sokağa çıktık o saatte..

3 haftadır iyileşemediğim, hatta gümbür gümbür öksürdüğüm halde, neyime güvendim bilmiyorum, tişörtle indim aşağıya ve bummm.

Hava buz gibiydi.

Biz buna artık sonbahar filan diyemeyiz, bildiğin kış gelmiş dedim içimden ..

Sahi nasıl anlarız sonbahardan kışa geçtiğimizi?

Nedir alametleri ?

Aslında anlamış olmalıydım.

Çorap ve asıl terlik giymeyi hiç sevmeyen ben, bir süredir hem kışlık peluş yeşil terliğimle, hem de renk renk çeşit çeşit çoraplarımla dost olmuştum.

Ben burada bir sıralayayım da, siz de benim gibi kış geldi mi gelmedi mi kolaylıkla anlayın..

En önemli işaret çoraptır aslında..Özellikle kadınlar açık ayakkabı modelinden, siyah ince çoraba geçtiyse, bu iş bitmiştir.Kış kapıdadır.

Ama mesela pencereyi açıp yatalım. Ertesi gün  işimiz, okulumuz yerine hastaneye gidiyorsak kış gelmiştir.

Etrafta " Haftasonu havuza gidelim mi?" cümlesini duymuyorsanız, dikkat edin kış gelmiş olabilir.

Saate bakın..Sabah kalktınız, tişört- şort 3-5 saniye yerine, fanila, iç donu, çorap , kazak, atkı, bere, bot, çizme vb giyerken bir saat harcadıysanız muhtemelen düşman kapıdadır.

Canınız akşam dışarı çıktığınızda Moda Çay Bahçesi ya da Rönepark'a değil, İşkembeciye gitmek istiyorsa, dikkat edin etrafta bir yerlerde olmalıdır.

Boğazda bir acıma, ecza dolabında portakallı pastil varsa, üzgünüm...

"Balkonsuz evin de keyfi hiç yok be.." yerine " Ay keşke evde şömine olsa da yaksak önünde otursak" gibi bir sohbete şahit olduysak, evden çıkarken hırkanızı alın derim.

Ellerde buruş buruş olmuş kağıt mendiller göçmen kuşların gidişi kadar etkilidir alamet olarak..

Akşam evde otururken televizyonun sesini kısın..."Bozaaaaaağğğğğğğğğ" diye bir ulusa sesleniş çalınıyorsa kulağınıza, kıştır o...

Sokakta "Hoh hoh " diyin. Eğer sigara içmediğiniz halde ağzınızdan duman çıkıyorsa, kış gelmiştir. Eğer sigara içiyorsak bu ayırıcı özellikten  sonuç alamayabiliriz, yöntem değiştirmekte fayda vardır.

İşyerinde ya da evlerde akşam saat 5 te ışıkları yaktıysak, off of...Gelmiş bile..Saatleri ileri aldılar bacım, üzgünüm...

Sabah saat çaldı, kalktınız, tuvalete gittiniz, klozete oturmak istemiyorsanız, kış geldi..Soğuk soğuk insanın canı oturmak  istemiyor değil mi hiç?

Banyodan çıktınız, aynaya bakmak istediniz ama kendinizi göremediniz..Çünkü ayna buğulanmış.. Kapıda değil.. Gelmiş...Saçınızı makineyle kurutmak istediniz..İşte kendi ağzınızla yakalandınız..Kış gelmiş......

Banka hesap ekstrenize bakın..Otomatik ödemede olan doğalgaz faturası 250 TL lere çıktıysa kış gelmiş de geçiyordur bile...

Gemide ya da motorda "dışarıda oturan insan sayısı < içeride oturan insan sayısı" ise kışlıkları dolaptan indirin derim.

Sivrisinek uğultusu olmadan rahat bir gece mi geçirdiniz, pikeleri kaldırın yorganları indirin sıkıca örtünün bence.

Akşam eve geldiniz, gayri ihtiyarı karpuz kesmek yerine tarhana ıslattınız, şöyle bol sarımsaklı bir tarhana pişirdiniz.Tadından yenmez vallahi..Kışın en önemli belirtisi tarhana kokusudur.

Apartmanda insan sesi arttıysa da kış gelmiştir. Zira bizim katta 6 daireyiz, herkesin yazlığı var.Bir tek biz vardık bütün yaz bizim katta..

Söylenene göre Antalya'ya kışın geldiği de şöyle anlaşılıyormuş:

Eğer sokakta yürüyen güzel Rus kız sayısı sokakta yürüyen yaşlı pinpon Alman sayısının altında kalmaya başladıysa kış Antalya'ya gelmiş demekmiş..

Son olarak sokakta kestane kokusu varsa, sırf onun için bile "Amaaan gelsin canım, o da yabancı değil, bizden biri" diyebiliriz kış için..

Sanırım kışı pek sevmediğimi anladınız. Ama şikayet etmiyorum. Zira bu kışı görme şansı olmadan aramızdan ayrılıp gidenleri düşünerek şükretmeyi de bilmemiz gerek..

Vücudunuzdan önce yüreklerinizin ısınması, kahvenizle, kedinizle, kitabınızla güzel bir kış geçirmeniz dileğiyle..

5 Kasım 2012 Pazartesi

Gazoz..

Çocukken Çanakkale'deydik. 10 yaşına kadar..İlkokul 1 ya da 2 deyken yaz tatilinde babam hayatı öğreneyim diye samimi bir doktor arkadaşının karısının tam Cumhuriyet Meydanı'ndaki eczanesine çırak vermişti beni.

Görevim dükkanı süpürmek ve akşamüstü ısmarlanan gazozu içmekti. Haa,bir de günlük 1 lira yevmiye alıyordum.

Çok keyifle hatırladığım günler..Bu yaz kızları da çırak vereceğiz inşallah. Seneye okulun yurtdışı gezisine gitmek istiyorlar ve paraya ihtiyaçları var. Bu nedenle çıraklık yapmaya gönüllüler.

Konuyu dağıtmayalım, dediğim gibi eczanedeki görev tanımım akşamüstü ısmarlanan gazozu içmekti. 1980 yılından bahsediyoruz. Kapitalizm ve küreselleşmenin bu kadar gelişmemiş olduğu, yabancı markaların çok fazla hayatımızda yer almadığı bir dönem.

O zaman Çanakkale'de Çanka Gazozu diye bir gazoz vardı, o içilirdi. Şu anda hala var mı biliyorum, bu arada bu yaşımda gazozu hiç sevmem, neredeyse hiç içmem. Ama geçen gün gittigidiyor.com'da birisinin nostaljik Çanka gazozu şişesini satışa çıkardığını görünce birden o eski günlere gidiverdim.

Gazoza tadını şeker ve içindeki karbondioksit kaynaklı hava baloncukları verir.
Gazozu ben küçükken beyaz kola diye bilirdik. Aslında ilk önce pet şişe icad oldu, gazoz bozuldu. Gazoz dediğin Coca Cola gibi cam şişede olacak bir kere.
Biz çocukken düğünlerde mesela iğrenç kremalı bir pasta ile beraber gazoz ya da bazen limonata verilirdi. Market kavramı olmadığından öyle eve içecek pek sık alınmazdı. Hatta yemeğin yanında bir şey içme alışkanlığı da yoktu.

Sonra Bursa'ya taşındık. Orada da kaplıcaya gidilir yıkanılır, çıkınca gazoz içilirdi. Ama orada Uludağ gazozu içilirdi. Ama bende Çanka gazozu kadar yeri yoktur Uludağ gazozunun.

Aradan yıllar geçti, benim gazozla olan ilişkim handiyse tamamen koptu.

Üniversiteden mezun olduktan sonra o zaman sevgilim olan eşimin aldığı bir iş teklifini değerlendirmek için birkaç günlüğüne Denizli'ye gitmiştik.

Orada Yeni Zafer ile tanıştık. Şehrin meydanlarında yer alan sevimli çay bahçelerinde Yeni Zafer gazozu içiliyordu. Özellikle sade gazoz seven eşimin çok hoşuna gitmişti. Yeni Zafer hala aynı tadıyla  yaşıyor. Üstelik hep cam şişede..(1934'ten beri) Ege bölgesinde ve hatta Antalya'da da bulunabiliniyor. Bence iyi ki de Türkiye geneline yayılmamış, eminim o zaman tadı kaçardı. Aynı Köfteci Ramiz'in zincir olduktan sonra köftelerinin fabrikasyon olup tadının bozulması gibi..

Yeni Zafer gazozu ile ilgili söyleyebileceğim en ilginç şey ise şişesinde yazan "Bebeğiniz hayata anne sütü ile başlasın sağlıkla devam etsin."yazısı. Denizli'li anneler bebeklerin biberonlarına bu gazozdan çok koyuyorlar zaar, üretici de sosyal sorumluluk projesi  kapsamına bu cümleyi  yazmış üzerine..

Marketlerde içecek standlarında biliyorsunuz dünya çapında ünlü markaların değişik ürünlerini ve aynı ürünleri de değişik markalar altında buluyoruz.
Fakat geçtiğimiz dönemde bir süpermarkette Niğde gazozu gördüm ve "Bu market candır." dedim kendi kendime..Daha önce denemediğim halde yerel ürünleri destekleme kampanyası kapsamında aldım ve tattım. O da güzel bir gazoz. Ancak dediğim gibi tüm gazlı içeçeklere karşı önyargım olduğundan devamını getiremiyorum.




Gazoz aslında çocukluğumuza döndüren kokudur, taddır bizi..Hatırlar mısınız, ben daha küçükken bir gazoz reklamı vardı, tombiş kıvırcık saçlı bir kız çocuğu oyuncak ayısına gazoz içirmeye çalışır ve "On yüz milyon baloncuk yuttum" derdi.

Maçlarda iddialarda kazanma ölçüsü birimi olarak kullanılırdı, Nuri Alço kullanım şeklini oldukça değiştirmiş ve çocukluk ile özdeşleşen gazoz kavramını kirletmişti o zamanlar..

Haydi şimdi gidin alın bir gazoz, ama yerel bir gazoz, Sprite değil yani..Bir yudum alın ağzınıza ve kapatın gözlerinizi..Çocukluğunuza gittiğinizi göreceksiniz..Haaa, şişesini geri vermeyi unutmayın ama bakkala, muhtemelen depozitoludur o...

1 Kasım 2012 Perşembe

En Büyük Yalan..Bikini Gibi..

Üniversitede Ekonomi okudum.

Her ne kadar Türkçe -Matematik- Sosyal puanı ile girmiş olsam da bizim okulda Ekonomi eğitimi safi Matematiğe dayalıydı.

Üniversite sınavında ilk 100'e giren ultra zeki Mühendislik bölümü öğrencileriyle beraber ilk sene almış olduğumuz Matematik dersleri hala kabus görmem gerektiğinde kullandığım öncelikli malzemelerdendir.

Ekonomi okuyunca Matematik önemli ama, onun kadar da İstatistik ve Ekonometri ile muhatap oluyorsunuz.

***
Kızlar bu sene 5. sınıfta, hem İlkokulda hem Ortaokuldalar, sanki arada karambolde bir yerdeler.

Geçtiğimiz haftalarda Matematik yazılıları vardı.

Çalıştırmak için defterlerini elime aldığımda oldukça şaşırdım.

Bayağı bayağı İstatistik okuyorlardı. Tablolar, veri tablolarının oluşturulması, bu verilerin grafiğe dönüştürülmesi filan.

Aslında çok hoşuma gitti.

Ben ilk defa bu konularla üniversitede karşılaştığımı hatırlıyorum.(y= 100-x tarzı kolay grafiklerinin çizilmesini saymazsak)

***
Nedir peki istatistik?



Kısaca sayıları kıyaslama bilimi diyebileceğimiz bir bilimdir aslında. Yani belli bir konuda sonuçlara ulaşabilmek için verilerin toplanması, tabloya dönüştürülmesi, grafiklere aktarılması, elde edilen sonuçların yorumlanması ve elde edilen sonuçların genelleştirilip genelleştirilemeyeceğine karar verilmesine dair bir süreç.

Matematik bazlı (Fizik ya da Kimya) biliminden her türlü sosyal bilime kadar tüm alanlarda kullanılır.

Ancak İstatistikte genelde örnekleme metodolojisi kullanıldığından seçtiğiniz örnekleme grubu eğer çok doğru değilse, konuyla çok alakasız sonuçlara ulaşmanız işten bile değildir. Bu nedenle istatistiğe bazen "Sayılarla yalan söyleme sanatı" da denir. (Oscar Wilde : 3 çeşit yalan vardır. 1 yalan, 2 kuyruklu yalan, 3 istatistik.)


Günümüzde tüm istatistik hesapları tabii ki bilgisayarlar sayesinde yapılmaktadır.

Ancak üniversiteyken ezberlediğimiz formülün, yaptığımız ispatların haddi hesabı yoktu. Hatta hocamızın "Çözerseniz adı problem olmaz" dediği sınav sorularıyla sınıf ortalamasının 100 üzerinden 3 çıktığını ve benim 9 alarak BB ile geçtiğimi söylersem ne dersiniz bilmiyorum. Ama mesela poker denen oyundan o güne kadar hiç ama hiç haberim yokken ve kurallarını bilmezken İstatistik sınavında floş royal gelme olasılığı sorusu gelince kuralları sular seller gibi ezberlediğimi hatırlıyorum.

Özellikle sosyal bilimcilerin yani Psikoloji ya da Hukuk gibi bölümlerden okuyanlar da üniversitede bu dersi zorunlu olarak almaktalar. Hatta hocalardan birinin " Bilgisayarla istatistik olmaz, ya elektrikler kesilirse?" dediğini duyunca çok güldüğü söyleyebilirim.

Hitler'in başa geçtiğinde önceliklendirilmesini istediği iki bilimden biridir İstatistik.(diğeri genetik- bilmem neden?)
Gelin konuyu örneklerle açılayalım.

  • Bir istatistikçinin bir elini kaynar bir elini de buz gibi suya sokarsanız  ulaşacağınız sonuç ortalamada "ılık" hissediyorum cevabıdır.
  • İstatistik bilimine göre ortalama bir insanın bir göğsü vardır.
  • Yazı tura atarken turanın gelme olasılığı %50 dir.Ama buna güvenip kumar olarak yazı tura oynarsanız ve üstüste yazı gelirse o zaman bu bilimi sevgiyle anabilirsiniz.
  • Yazlık büyük bir tatil beldesinde istatistik uzmanları yaptıkları bir araştırma ile bölgedeki boğulma olayları ve dondurma satışları arasında çok yüksek bir korelasyon olduğunu ortaya çıkarmışlar. Buradan yola çıkarak "Dondurma yalayanlar yüzme yetilerini kaybediyor" veya "Dondurma satışlarının yasaklanması gerekir" gibi şahane çıkarımlar da yapılabilir.
  • "İstatistiklere göre kazaların çoğu arabalar çalışır durumdayken meydana geliyor, o yüzden kazaları önlemek için arabaları çalıştırmamalıyız." sonucuna kim yanlış diyebilir?
Lawrence Lovell "istatistik yemek gibidir ve ancak kimin tarafından yapıldığı bilinirse ve içindekilerden insan emin olabilirse o zaman tatmin edicidir. " demiş, ne kadar da güzel demiş değil mi?
Yazımı İstatistik deyince söylenmeden geçilemeyecek bir sözle bitirmek istiyorum. "İstatistik bikinili bir kadın gibidir. Asıl görünmesi istenen kısım haricinde her yeri gösterir."

Sayılarla aranızın hiç bozulmaması dileğiyle..




İlginizi Çekebilir;

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...