28 Aralık 2012 Cuma

Havlu..

Bugün konumuz her evin, her bireyin olmazsa olmazlarından.

Havlu..

Doğduğumuz günden itibaren mutlaka her gün bir şekilde kullanırız.

Havluyu genel olarak bir ya da iki yüzü ilmeklenmiş olan kumaş dokusu olarak tanımlayabiliriz. Bazı havluların bir yüzü kadife de olabilir. Ancak daha lüks olarak tabir edilen kafide havlu, suyu emme konusunda pamuklu havlunun gerisinde kalmaktadır.

Aslında eskiden en randımanlı havlular keten kumaştan yapılmaktaydı. Ancak bu ürünün maliyetinin yüksek olması üreticileri pamuk ve hatta polyester kullanımına yönlendirdi.

Bugün genel olarak kullandığımız havlular pamuk ve polyester karışımı. Ancak son yıllarda hayatımıza bambu havlu kavramı da girdi. Daha pahalıya satılan bu ürün, emicilik konusunda diğer rakiplerini geride bırakmakta ve üretiminde boya da kullanılmadığından daha sağlıklı olduğu düşünülmekte..




Peki bu havlu denen aleti nerelerde ve hangi durumlarda kullanırız?

Elimizi yüzümüzü sileriz.

Çocukken koşup terleyince annemiz sırtımıza koyar.

Banyodan çıkınca bornoz olarak giyer ve kurulanırız.

Özellikle Amerika'da sadece banyodan çıkınca değil, günlük ev giysisi olarak da bornoz kullanılmaktadır.

Yazın deniz kıyısında bir havlumuzu yere serer üstüne yatarız, diğeri ile de denizden çıkınca kurulanırız.

Annemiz, anneannemiz, askere giden komşunun oğluna, yeni eve taşınan ya da kızı evlenen ahbabına, doğum gününde kuzenine-yeğenine hep havlu hediye götürür.

Gazı olan bebeklerin karnına ısıtılmış havlu konur ve hemen sakinleştirdikleri görülür. Hatta bende iki tane birden çocuk olduğundan, kızlar küçükken onları yan yana koyar, ikisinin karnını kaplayacak şekilde büyük bir havlu serer, sonra da saç kurutma makinesiyle havluyu ısıtırdım. Saç kurutma makinesinin sesiyle hemen uyurlardı. Saç kurutmak makinesinin sesinin anne karnından dış dünyanın sesine benzediği söylenir.

Evde mümkünse herkesin, değilse en azından hasta olanın ve misafirin havlusu ayrıdır. Havludan grip nezle gibi hastalıkların bulaştığına inanılır.

Eğer sünnet ya da evlenme düğünümüz varsa, düğün konvoyuna katılan arabalar, konvoyun bir parçası olduğunu ilan etmek adına dikiz aynasına havlu bağlar.

Bazı yörelerde ( ben çocukken mesela Mustafakemalpaşa'da böyleydi) düğünleri duyurmak için yaşlı bir teyze kapı kapı gezer, düğün günü ve saatini bildirir. Bu esnada da unutulmayı engellemek adına birer el havlusu verir.

Bir cenazede eğer ölen erkekse, tabutun başına havlu bağlanır.

Mevlitlere gidiyorsanız, mevlit çıkışında artık mevlit şekeri yerine havlu ya da bardak verirler.

Eğer kavga edecekseniz, ıslatıp, ağırlaştırıp, rakibin yüzüne yüzüne havluyla vurulur.

Her yıl 25 Mayısta Douglas Adams ve Otostopçunun Galaksi Defteri'ni anmak üzere Havlu Günü kutlanır. Adams, Otostopçunun Galaksi Rehberi isimli romanının üçüncü bölümünde, yıldızlararası gezen bir otostopçunun sahip olması gereken en kullanışlı şeyin bir havlu olması gerektiğini açıklamış ve bunun sebeplerini anlatmıştır.

Eğer söz konusu havlu, genç bir kızın çeyiz sandığında yer alacaksa, kenarına mutlaka dantel, iğne oyası ya da nakış yapılır.

Mesela ben evlenirken annem bana 50 tane havludan oluşan bir çeyiz verdiğinden, 15 senelik evli olmama rağmen hala yeni havlu almama gerek kalmaması içimde kanayan bir yaradır. Gerçi şu an gitmekte olduğum fizik tedavide her gün yanımda 2 tane götürmemi istiyorlar, sonunda çok havlunun faydasını gördüm sanırım.

Üstelik bu havluların tümünde dantel, oya ve bilumum süsler olduğundan durum daha da zorlaşmaktadır.

Çünkü eşim yüzünü bu havlularla kurularken yüzünün çizildiğinden şikayet etmektedir.

Hakikaten de işlevsellikten son derece uzak olan havlu kenar uygulaması acaba ne zaman sona erecektir?

Teknoloji, yıkandıkça sertleşen bu ürünün kullanımını artırmak ve kolaylık sağlamak adına kağıt havlu denen kavramı ortaya çıkarmıştır.

Ortak alanlarda son derece işlevsel olan bu ürün, yani kağıt havlu evde kullanıldığında bence eve samimiyetsiz bir hava vermekte ve tuvaleti umumi tuvalet havasına büründürmektedir.

Sonuç olarak üretiminde dünya çapında ünlü olduğumuz ve memleketim Bursa ve Denizli ile özdeşleşen havluyu kullanalım, kullanmayanları da doğru yola davet edelim derim.

26 Aralık 2012 Çarşamba

Şekersiz..

Uzun iş hayatının, ama iş hayatı derken daha çok masa başı işlerden bahsediyorum, olumsuz yan etkilerinden biri de günde 18 bardak çay ve 7 fincan kahve içmek.

Ben gerçekten artık ciddi bir bağımlıyım. Çay ve kahve bağımlısı.

Evde olduğumdan ve ortalıkta gezinirken fırsat olmadığından sadece sabah çay ve gün içinde de bir fincan kahve içiyorum ama yine de eğer bunları içmezsem kendimi bayağı bayağı kötü hissediyorum.

Herkesin Ramazan ayında imtihanı farklıdır.

Kimi susar, sigara tiryakileri sigara içmek ister. Her akşam bir tek atanlar Ramazan bitsin diye bayramı iple çeker.

Benim imtihanımsa çaydır.

Kahve bile değil.

Çay.

Öyle ki iftarda çorba içerken yanına bir bardak çay koyup içerim.

Yıllar önce, yaklaşık 12-13 sene önce bir gün iftarda yoldaydık. Silivri tarafında bir lokantaya girdik. Çorbalarımızı koymadan masalarımıza çay dolu termoslar koymuşlardı. Bu uygulamayı başka hiçbir yerde görmemiş ve çok etkilenmiştim. Hala da o restoranı sırf bu nedenle çok severim.

Her neyse..

Konuya gelelim.

Bundan 5 sene önce ünlü diyetisyenlerden birine gidip kilo vermeye çalışmıştım. 13 kilo verdim ve şu anda hepsi geri geldiler. Diyet döneminde  çayı şekersiz içmeye zorunlu bırakıldım.

İlk birkaç gün hiç hoşuma gitmedi.

Zor geldi. Kahveyi zaten sade içiyordum ama çay çok zordu.

Zamanla kendimi alıştırdım.

Yaklaşık 5 senedir çayı şekersiz içiyorum.

Şu anda şekerli çayı düşününce bile kötü oluyorum.

Birgün Beylerbeyi'ne gidip sahilde oturmak istemiştik.

Bir kafeden kağıt bardakta çay aldık, ayaklarımızı denize sallaya sallaya içecektik.

Artık adam nasıl bir insiyatif sahibi, nasıl özgüvenli bir adamsa, çayı mutlak surette şekerli içmem gerektiğine karar vermiş ve uygulamaya koymuştu.

Keyifle deniz kenarına oturup bir yudum alınca beynimden vurulmuş gibi oldum. Yok ben çay içmiyordum, bildiğiniz çilek reçeli kavanozunu elime almış, kafama dikiyordum sanki.

Şekerli çay içince içtiğiniz çay olmuyor. Yerine pekala da bir bardak suya şeker koyup içebilirsiniz, komposto içebilirsiniz, hatta dediğim gibi reçel kavanozunu kafanıza dikebilirsiniz.

Ama şunu söyleyeyim şekerli çay seven sayın okuyucu, içtiğiniz çay değildir, bundan emin olunuz.

Gereksiz çay tüketimi yapmayınız. İsrafa girer.

Ya da yavaşça ellerinizi masaya koyup, derin bir nefes alıp sakinleşiniz ve şekerle vedalaşınız.

Eşim de normalde şekersiz içer, ama nedense kahvaltı çayına bir tane şeker koyar. Kahvaltı çayı şekerli olurmuş.

Hiç anlayabildiğim bir bağlantı değil ama ne yapacaksınız, ben bilmem beyim bilir.

Annem ise şekeri bırakmaya birkaç sene önce karar verdi. Hala başarabilmiş değil, ama şekersiz çaya alışabilmek için başladığı limonlu çay uygulamasını şekeri bırakmaya karar verdiği günden beri kararlı bir biçimde sürdürüyor.

Ama annemdir, diyemiyorum, hem şeker, üstüne bir de limon..İçtiğinin çay dışında herşey olabileceğine ikna edemiyorum.

İşin şakası bir yana, kanserli hücrelerin tespiti için yapılan biyopsi işleminin, alınan hücrelere şeker vermek ve hızla üreyip üremediklerini kontrol etmek olduğunu öğrenince şekerden bir kez daha soğudum.

Vücudumuzda eğer olumsuz büyüyen bir yapı varsa, şeker ile bunların hızla artmasına yardım etmek de çok mantıklı değil sanki..

Üstelik günümüz şekerleri gerçek şeker pancarı şekeri değil, mısır şurubu ve mısırın da GDO lu maddelerin başında geldiğini hepimiz biliyoruz.

Günde 5 bardak çay içen birinin yaklaşık 10 şeker yediğini ve ve bu yolla aldığı kaloriyi sanırım söylememe gerek yok.

Özellikle bu kış günlerinde çay, kahve ve bitki çayları en sevdiğimiz içecekler.

Aman dikkat diyorum, haydi bugün bırakın, emin olun, bir süre sonra bana dua edeceksiniz.

24 Aralık 2012 Pazartesi

Elemeye Değil, Durum Tespitine..

Hem  "PISA" hem de "Okullarda forma mı serbest kıyafet mi?" yazılarımda biraz bahsettim.

SBS'nin kalkmasının ardından uygulanacak yeni sistem hakkında belirsizlik sürüyor ve "Çocuklarımız lisede okumak için nasıl bir değerlendirme sisteminden geçecekler?" konusunda her kafadan başka bir ses çıkıyordu.

Dün bir gazetenin eğitim köşesinde, neredeyse kesinleşmiş kararlar konusunda yazılmış bir yazı vardı.

Geçtiğimiz haftalarda başka bir köşe yazısında benzer bilgileri "Henüz kesinleşmedi ama muhtemelen böyle" notuyla okumuştum.

Her iki bilgi birbirini teyit ettiğine göre sizlerle paylaşmanın ve konuyu beraberce tartışmanın zamanı geldi sanırım.




TUBİTAK'ın yeni başkanının verdiği bilgiye göre önümüzdeki yıldan itibaren, 4. sınıflardan başlayıp 12. sınıfa kadar tüm öğrenciler bir sınava girecek.

Bu sınavı TUBİTAK hazırlayacak.

Ancak sınavı yapacak olan kurum Milli Eğitim Bakanlığı olduğundan detayların MEB tarafından verilmesi gerekiyor, ancak kendilerince henüz herhangi bir bilgi paylaşımı olmadı.

Büyük ihtimalle Mart ayında yapılacak sınavların sonuçları öğrencilerle ya da velilerle paylaşılmayacak.

Sınav okulları ve öğretmenleri ölçmeye yönelik yapılacak diye konuşuluyor.Başarı ortalaması düşük okul ve öğretmenlerle ilgili alınacak aksiyonlar hakkında bilgi yok.

Tamam, çocuklarımızla ilgili bilgiler bizimle paylaşılmasın, ama sizce her sene yapılacak bu sınavın sonuçlarının hiçbir yerde kullanılmaması mümkün mü? O kadar emek, o kadar maliyet..

Bana inandırıcı gelmiyor.

Belirtildiğine göre sınav bir eleme bir seçme sınavı değil. Birikimi ölçmeye ve durum ve kazanım değerlendirilmesine yönelik bir sınav.

Daha önceki PISA yazımda, PISA sınavının içerik olarak ne kadar doğru olduğundan bahsetmiştim.

Görünen o ki bu sınav da PISA gibi. Yani ezberciliğe yönelik değil, o sene öğrenilmesi gerekenlerin öğrenilip öğrenilmediğini ve hayata uyarlanıp uyarlanmadığını sorgulayacak.

Şu kadarını söyleyeyim, bizim kızlar PISA sınavından çok mutlu çıkmadılar.
Sınavın bir bölümü klasik şekilde, bir bölümü de test şeklinde yapılmış.
Ama mesela "lbs " denen ölçü birimi ile ilgili soru varmış, bizim kızlar hayatlarında duymamışlar, ben de az önce yazıyı yazmadan Google'dan araştırıp 1LBS = 0.45359237 kg olduğunu öğrendim. Yoksa ben de bilmiyordum.

Sınav sonuçlarını heyecanla bekliyorum ama gördüğüm kadarıyla bu sınav değişimi, öğrenme ve eğitim sisteminde bir dönüşümü işaret ediyor.

Matematik, geometri, fen bilimleri, Türkçe ve İngilizce konularından yapılacak sınavda, mesela bizim kızların İngilizce sınavında ne yapacakları bir muamma.
Zira bizimkiler gibi İngilizce dışında bir dil eğitimi veren okullarda okuyan çocuklar sanırım dezavantajlı duruma düşecek.

Yetkililer en azından soru tipleri ile ilgili olarak bilgi verilmesini istiyorlar. Soru tiplerinin ilk olarak sınavda görülmesi takdir edersiniz ki, tüm orta eğitim gruplarını kapsayacak çok büyük bir grubu şoke ve demotive edebilir.

Ben ne olursa olsun bu sınav sonuçlarını birilerinin bir yerlerde kullanacağından eminim.

Dolayısıyla sistemin ne olduğunu anlayarak bir an önce çözmek bizim gibi velilere düşecek.

En büyük umudum ise analitik düşünen bir nesli yetiştirmeye yönelik bir girişimin ilk adımı ile karşı karşıya olmamız olasılığı..

Hakkımızda hayırlısı olsun..

Not :Önce Vatan'da Hayatın Kendisi Bu köşesini okumayı unutmayın..
http://www.oncevatan.com.tr/biz-calisan-anneler-kimiz-biz-makale,28917.html

21 Aralık 2012 Cuma

Özlenen..

Benim kızlar servisteki kendilerinden yaşça büyük arkadaşlarından genel olarak olumsuz yönde etkileniyorlar.

Mesela bizim evde saltanat düzeni olduğuna inanıyorlar. Servisteki ablaları onları buna inandırmış.

Sık sık dışarda yemek yemek gerektiğini düşünmeye başladılar. "Sanırım evlerinde onlara her akşam yemek yapan anneleri yok, bu nedenle akşamları dışarıda yemek zorunda kalıyorlar." diyemedim tabii..

Son numaraları da Amerika'da yaşamak istemeleri..

Ne kadar da bunun çok matah birşey olmadığını anlatsam henüz ikna olmuş değiller gibi görünüyor.

Şimdi eğri oturalım, doğru konuşalım.

Etrafınızda uzun süre yurt dışında yaşayıp da buraya dönüş yapmış birileri var mı bilmem..

Benim lisede sıra arkadaşım ve baş kankam, okulu bitirdikten sonra Amerika'ya gidip uzun süre orada yaşadı. Geçtiğimiz dönemde yaşanan global krizden o da etkilendi ve dönmek zorunda kaldı.

Ne zaman görüşsek tekrar dönmek istediğinden dem vurur.

Aslında anladığım oraya özlem değil.

Orada yaşarken alıştığı rahatlıkları ve konforu burada bulamamak.
Yani oraya övgü değil, buraya yergi benim anladığım.

Aslında haksız da değil. İnsan memleketinin neden böyle olduğunu sorgularken, biraz buruluyor.

Beraber bakalım..
Nedir özlediklerimiz..


  • Sıraya girilmesi gereken bir yerde kaynak yapılmaması, insanların birbirine ve sıraya saygı göstermesi..
  • Sokakta, apartmanda, yolda denk geldiğimiz ama tanımadığımız insanlarla gözgöze gelince gülümsemek, selamlaşmak.
  • Kamuda, sokakta her nerede olursa olsun hizmet veren kişilerin hizmet verirken lütüfmuş gibi değil de, zoraki değil de, görevi gereği doğru hizmet vermesi gerektiğini hatırlaması, insanları fırçalamaması.
  • Hizmet almaya gidenlerin bilmemkimin tanıdığı ve yakını olduğunu söylemeden normal bir vatandaş gibi hizmet almaya razı olması
  • Tatil zamanı tatile gidilmesi, tatilin bir hak ve ihtiyaç olduğunu anlayabilen yöneticilere sahip olunması.
  • Eğer gerçekten çok büyük bir aksilik olur da tatile çıkılamazsa çalışanın yasal haklarını alabiliyor olması
  • Hoşlanılan kişiyle, duyguların özgürce paylaşılabilmesi, onay alınmazsa "Ya benimsin ya toprağın" prensibinin geçerli olmaması.
  • Gelir adaletsizliğinin bu kadar keskin olmaması, işlerin iyi işler-kötü işler diye sınıflandırılmaması, her meslek grubuna toplumda ihtiyaç duyulduğu gerçeğinin idrak edilmesi
  • Toplum malı olan park, sanat eseri vb gibi değerlere zarar verilmemesi
  • Spor, sanat  ve toplu taşıma imkanlarının sadece büyük şehirlerde değil tüm yurtta genelleştirilmesi 
  • Yaya geçidine gelen bir yayaya kırmızı yansa bile, sürücünün ona yol vermesi, yayaya yeşil yanarken üzerine araçların sürülmemesi

  • Sola dönerken sol, sağa dönerken sağ sinyal yakılmasının gerektiğinin kabul görmesi
  • Trafikte insanların birbirini dövmemesi, sakatlamaması ve hatta öldürmemesi
  • Araçlara park edecek yeterli yer sağlanması, park etmenin araba fiyatıyla yarışmaması
  • Şehirlerin bir mimari kimliği ve tarzı olması, her şehrin bir mimari kalitesi olması, sadece rantsal nedenlerle zevksizliğe neden olunmasına izin verilmemesi
  • Bisikletlilere özel yol ayrılması, yoksa da hayati tehlike atlatmadan gidecekleri yere ulaşabilecekleri bir ortam sağlanması
  • Metrobüs, belediye otobüsü ve minibüs ihtiyacı olmaması , her yeri kapsayacak şekilde metro ağı bulunması
  • Komşuların kolluk kuvvet gibi davranmaması, eve gireni çıkanı , izlenen TV programını, çöpe attıklarınızı takip etmemesi
  • Katkılı ve sahte gıda maddelerinin normal olmadığının toplumca kabul edilmesi.
  • Kanalizasyona düşüp ölen insan haberlerinin kanıksanmaması
  • Hayvan haklarına değer verilmesi

Çok mu uzattım, umarım sıkmadım sizi..

Eminim daha eklenecek çok şeyler var. Bunlar ilk etapta aklıma gelenler..

Ama eğer benim kızlar büyüyene kadar bu maddeleri halledersek sanırsam hiçbir şekilde yurt dışına gitmeye özenmeyeceklerdir, ne dersiniz?

Not :Önce Vatan'da Hayatın Kendisi Bu köşesini okumayı unutmayın.
http://www.oncevatan.com.tr/egitim-sart-sart-da-neden-makale,28898.html

19 Aralık 2012 Çarşamba

Tek Tip Mi, Serbest Mi?

10 yaşında iki kızınız varsa artık eğitim sisteminde yaşanan değişiklikler, sizin için gazete haberi olmaktan çıkıp hayatınızın önemli bir gündem maddesi olmaya başlıyor.

4+4+4 değişimi bize denk geldi ve kızlarımız bir anda ilkokul öğrencisiyken ortaokul öğrencisine dönüşüverdi.

SBS sistemi kaldırıldı, yerine gelecek sistemden henüz haber alınamıyor. Dersaneler de seneye kalkmış olacak.
Aralık ayı geldi, bu çocukların 8. sınıftan sonra hangi okula gideceklerini belirleyecek yeni sistemin ne olduğunu bilmiyoruz. Sınav mı olacak, okulda gördükleri derslerin sınavlarının ortalaması mı alınacak, bu detaylar 6-7-8 için mi geçerli, yoksa 5. sınıf dahil mi, onunla ilgili bilgi de yok.

Sislerin arasında yolumuzu bulmaya çalışıyoruz ve aslında nereye gideceğimizden de haberimiz yok.

Ama bu kadar belirsizlik içinde bizden acilen cevabı istenen bir soru oldu.

Serbest Kıyafet Uygulaması.

"Çocuklarımızın seneye okula forma ile mi, serbest kıyafet ile mi gideceklerine veliler oylama ile karar verecekler." diye bir mail aldık okuldan.Tabii ki okulun sorusu değil, MEB'den gelen bilgi neticesinde bu oylama yapıldı.

Keşke tek sorunumuz bu olsaydı, her konuda net olabilseydik de bu konu flu kalsaydı.

Ama olmadı.

Çocuklarımızın 3 sene sonra ne yapacaklarını bilemez ve ona göre yol çizemezken , kıyafet konusunda acilen karar vermek durumundaydık.

Bana bu soruyu normalde sorsaydınız, cevabım kesinlikle ve kesinlikle serbest kıyafetten yana olurdu. Zira yaratıcı çocuklar yetiştirmeyi ister ve hayal ederken çocukları askerler gibi tek tip giydirmek bana çok saçma geliyor.Toplumdaki renkleri desteklemek gerekirken, hepsini aynı tornaya sokmaya çalıştığımız için yaşamıyor muyuz çektiğimiz sıkıntıları zaten?

Lisedeyken saçımızı örmek zorunluydu, at kuyruğu falan yasaktı. Ama o kadar katıydı ki kurallar, iki tane örecektin, tek örgü öremezdin. Tek ördüğü için okula kadar gelip kapıdan içeri alınmayan arkadaşlarımız olurdu. Bu mu eğitim? Bu mu öğretim? Çocuklarımız bu şekilde mi kendine güvenli, yaratıcı ve renkli çocuklar olacak? diye kendi kendime düşünür dururdum.

Neler diyeceğinizi tahmin edebiliyorum.Gelir adaletsizliği , fırsat eşitsizliği vb.

Hepsine de katılmamak mümkün değil.

Bizim okulumuzun özel okul olması ve görece gelir dağılımının daha eşit olmasından yola çıkarak bahsettiğimiz sorunların olmayacağını düşünürken, bambaşka sorularla yüzyüze geldim.

Çocuklar oylamanın başladığı gün okuldan geldiler, direkt olarak kararlarını vermişlerdi.

Formanın devamını istiyorlardı. Çok şaşırdım. Ben onlardan serbest kıyafetle gitmek istediklerini duymayı bekliyordum.

Zira her ay okulda bir gün serbest kıyafet günü oluyor. O gün evde iple çekiliyor. Bir gece önceden kıyafet hazırlanıyor.

Ancak argümanları şu: "Her gün her gün hazırlanmak gereksiz zaman kaybı olacak. İnsanlar birbirini inceleyecek ve eleştirecek. Sonra kıyafet yarışı başlayacak. Biz bunlarla uğraşıp vakit kaybetmek istemiyoruz. Arkadaşlarla da konuştuk, biz forma ile gitmek istiyoruz." dediler.



Çok ilginç değil mi?

Geçen sene kazanması çok zor olan Kadıköy Anadolu Lisesi'ni kazanan okulumuz 8. sınıf öğrencisi bir kızımız okula gidiyor. Okulun müdürü, yüz binlerce öğrenci arasından ilk birkaç yüze girerek okulunu kazanan bu öğrenciyi elinde tutmak, desteklemek yerine kıyafeti ve saçıyla ilgili olumsuz eleştiri yapınca kız bir daha o okula gitmek istemiyor ve kaydını okuldan aldırıyor. Acı ama gerçek..

Aslında yıllardır bayılarak verilen serbest kıyafet günü havucu ellerine verilince istemediler. Demek ki insanlardan sakındığın ve suistimalinden korktuğun özgürlük, ellerine verilince, kullanıcı tarafından birkez daha sorgulanıyor.

Gereksiz ve başka sorunlara yol açacak özgürlük istenmiyor.

Ağaç ile uğraşırken tüm ormanın elden gideceğinden endişeleniyorlar sanırım. 

Benim için ilginç bir deneyimdi.

Aşırı kuralcılığı ve sonuna kadar despotizmi savunanlara duyurulur.

Not : An itibarıyla isteyenlerin formayla gitmeye devam edebileceği kararı Sn Milli Eğitim Bakanı tarafından açıklandı. Aklın yolu bir işte..

17 Aralık 2012 Pazartesi

Yetenek, Eğitim ama Asıl Özgüven..

Gençliğimden beri Batı müziği, pop, klasik ve rocktan hoşlanan ben, son günlerde kendimi bir fantazi ve arabesk müzik rüzgarına kaptırmış gidiyorum.

Leyla ile Mecnun'da arabeskin devlet eliyle yasaklanmasına inat mıdır nedir (bakınız bu haftaki ve geçen haftaki bölümler), kendimi, özellikle yazılarımı yazarken bilgisayarda, aslında çocukluktan beri çok iyi bildiğim, ama dinlemeye burun kıvırdığım İbrahim Tatlıses, Müslim Gürses, Selami Şahin gibi sanatçıları dinlerken buluyorum. (Annem duymasın esefle kınar beni.) (Şu anda Metin Şentürk'ten Sitem'i dinliyorum mesela..)

http://fizy.com/#s/3y5r7n

Her neyse..

Geçenlerde de bahsettim, geçen senelerde hiç seyretmezdim ama, bu sene "O Ses Türkiye"'yi nedense her hafta izliyorum. Hoşuma gidiyor. (Geçen haftaki Tarkan bestesi olan "Kor" adlı şarkı üzerinden yapılan düelloyu seyretmenizi tavsiye ederim, gerçekten çok çok başarılı bir performanstı.)

Seçmeler bitti ve artık düellolar başladı. Programı izlemeyenler için kısaca anlatayım. Yarışmaya katılmak isteyenler bir şarkı seçip orkestra ile beraber çalışıyorlar ve hazırlandıkları parçayı söylüyorlar. Dört jüri, sadece sese dikkatlerini verebilsinler diye arkaları dönük şekilde dinliyorlar ve eğer beğendilerse ve oluşturacakları 25 kişilik takıma almaya değer bulurlarsa butona basarak dönüyorlar.

Baştan beri seyrederken katılımcılarla ilgili olarak dikkatimi çeken bir şey oldu. 

Katılımcıların büyük bölümü Azerbeycan, Belçika, İngiltere, Almanya gibi ülkelerde yaşayan Türk vatandaşlarıydı.

Peki neydi bunun nedeni?

Orada yaşayanlar daha mı yetenekliydi?

Aslında herkeste istatistiki olarak yetenek ortalaması aynı iken, yurt dışında yaşayan Türkler daha mı eğitimliydiler? (Zira sesleri son derece eğitimli, bu konuda tartışma konusu yok.)

Yoksa ve benim asıl dikkatimi çektiği şekilde sorun yine dönüp dolaşıp bizim yetiştirme sistemimize mi dayanıyor? Yani biz çocuklarımızı çekingen, kendine güvenmeyen çocuklar olarak mı yetiştiriyoruz?

Çünkü Türkiye'den katılan yarışmacıların çoğu zaten profesyonel olarak müzik ile ilgilenen kişiler. Yani hayatlarını müzikten kazanıyorlar, sahne hakimiyetleri yüksek, bu nedenle de çekingenliklerini üzerlerinden atmışlar.

Ya da daha öğrenciler, ama konservatuvar okuyorlar dolayısıyla ses eğitimleri, sahne tecrübeleri var.

Aklımda, yüksek performans gösterenlerden çok fazla, sizin benim gibi sadece müzikle keyif için, zevk için uğraşan kişiler kalmadı. Sadece bir kişinin iyi bir firmanın İnsan Kaynakları departmanında çalışan biri olduğunu hatırlıyorum o kadar.

Nasıl böyle olmasın zaten.

Çocuklarımıza daha küçük yaşlarda ders çalışmaktan başka bir şey tavsiye etmiyoruz ki..

Keman öğrenmeye çalışan kızım her gün en az yirmi dakika çalmaya çalışıyor, ama buna zor vakit buluyor, zira 7 saat okul, 2 saat servis yol, eve gel yemek ye, verilen dağ gibi ödevleri yap, biraz da dinlen derken gün bitiveriyor.

Bu koşullar altında da kızıma keman çalışmak keyif değil zulüm gibi geliyor.

Futbolcu olmak isteyen çocuğunu sonuna kadar destekleyen bizler, müzisyen olmak isteyen çocuğumuza aynı desteği vermiyoruz.

Haa, futbol demişken, Almanya'da büyüyen Türk çocuklarının futbol yetenekleri ve becerileri de aslında müzikle ilgili bahsettiğim gibi bizlerden daha ileride ve futbolumuzu onlar kurtarıyorlar.Zira erken yaşta yetenekli olanlar keşfediliyor ve gereğince eğitim alıyorlar. Mahalle takımında oynarken birilerinin gelip onları keşfetmesini beklemek zorunda kalmıyorlar.



Gelmek istediğim nokta şu, onlar da Türk, biz de Türk isek, sanırım genlerden gelenlerle ilgili pek sorunumuz yok. Genetik miras aynı..

Sorun, eğitim eksikliği ve de asıl özgüven ve destek eksikliğinden kaynaklanıyor.

Bizim kuşak gibi ezik çocuklar yetiştirmeye devam etmememiz ve döngüyü kırabilmemiz dileğiyle..

12 Aralık 2012 Çarşamba

Mobilya ve Mutfak Dolabı Kataloğu

Aylardır geçen 18 yılın acısını çıkarmaya çalışıyorum ama çıkmıyor.

Evde olmak o kadar keyifli ki, bazı günler günlük yürüyüş yapmak için bile dışarı çıkmaya zor motive ediyorum kendimi.

Üzerinde düşündüm biraz. Sahi neden evimizi çok severiz, nedir bu dört duvarı ev yapan, yuva yapan?

Hiç düşündünüz mü?

Mobilya reklamlarında, beyaz eşya, ankastre mutfak ya da mutfak mobilyası reklamlarında her zaman dikkatimi bir şey çeker.

Odalarda, sehpalarda, koltuklarda, mutfakta tezgahın üstünde hiç bir şey yoktur. Olsa olsa sehpa masa örtüsü ya da özellikle seçilmiş aksesuarlar görünür.

Şimdi lütfen dönün, evinize bakın.

Ben bu sabah kalktım mesela..Ev savaş alanı gibiydi. Salonda, sehpalarda çocukların defteri, kağıdı, hatta silgi kalıntıları/çöpleri.

Yerde tokalar. Yatakların üzerinde katlanmamış pijama ve gecelik.

Mutfakta tezgahta bir tabağın içinde dün akşam yendikten sonra bırakılmış meyva kabukları..Hatta banyoda lavaboda diş macunu artıkları..Yerde kedimiz Kaju'nun oynamaya bayıldığı plastik çimenler..

Haa, dün bütün ev baştan aşağı temizlendi silindi süpürüldü. Bahsettiklerimin birikmiş bir enkaz olduğunu sanmayın.

Tümü dün akşam saat dört buçuktan sonra oldu.

Yok değil mi bunların hiçbiri reklamlarda?

Neden?

Çünkü yaşanmışlık yok.

Evet bence evi ev yapan, yok yok, yuva yapan yaşanmışlıktır.

Mesela evin perdesi halısı olur, onlar olmadan ev ev olmaz.

Evde sabah makineden çıkarılmış asılmış çamaşırlardan eve yayılan deterjan ya da yumuşatıcı kokusu olur. Camlarda da tencereden çaydanlıktan çıkan buhar.

Sadece evinizde gazetenizi alıp rahat rahat saatlerce tuvalette kalabilirsiniz. (Kızlarımdan birinin dün akşam tuvalete girerken bulmaca ve yanında tükenmez kalem almasına şaşırırken diğerinin kendine ördüğü atkıyı şişlerle, yünlerle alıp girme girişimi beni benden almıştır, paylaşmak istedim.)

Reklamlarda evde herkes gayet şıktır, hatta ayaklarında ayakkabı vardır. Oysa siz evinizde ev kıyafeti, pofuduk terlik ve ayıcıklı pijama ile gezersiniz.

Evde lavaboda süzgeç vardır. Banyodan çıkınca eve yayılan buhar ve şampuan kokusu vardır. Kapının arkasında bornoz asılıdır. Seramik reklamlarındaki banyolarda ise insanlar yıkanmaz, yıkansa da kurulanmaz, zira ortalıkta havlu falan bulunmamaktadır.

Mutfak dolabı reklamlarında raflarda yenibahar, kimyon, çam fıstığı ve dolmalık üzüm olmaz. Oysa sizin mutfağınızda yaşanıyorsa hele de benim gibi daha yeni aşure yapıldıysa dolapta her türlü baharatı bulursunuz.



Evde genelde kapıyı anahtarla açmazsınız, muhtemelen sizi seven ve bekleyen biri vardır. Bu anneniz, babanız kardeşiniz, eşiniz ya da çocuğunuz olabileceği gibi gelişinizi gözleyen Kaju(kedi) ve akrabaları da olabilir. Bacaklarınıza sarılıp sizi özlediğini gösteren bir kedi bile evi yuva yapar.

Evi ev yapan bilmemne marka beyaz eşyalar, lüks koltuklar, jakuzi ve ankastre fırın değildir. Evi ev yapan içindeki yemek kokusudur, sevdiceğinizin çay karıştırırken çıkardığı şıkırtı sesidir, çocuklarınızın tartışması ya da birbirini koşturması, kedinizin oyun oynarken halıları toplamasıdır. Yani yaşanmışlıktır.

Evinizin mobilya kataloğu gibi olmaması dileğiyle..


10 Aralık 2012 Pazartesi

Annelerin Eli Soğan Kokar..

Eğer ortalama Türk insanı iseniz, kadın ya da erkek farketmez, mutlaka bir gün, bir kere yemek yapmışsınız ve kaçınılmaz olarak bu konuyla yüzyüze gelmişsinizdir.

Yaptığınız yemek eğer Türk yemeği ise mutlaka başta birkaç ritüeli gerçekleştirmeniz lazımdır.

Evet, bildiniz..
Soğan ve domatesın kavrulması işlemi..

Ben size bugün bu kavurma işlemi nasıl yapılır, tabii ki onu anlatmayacağım.
Ben size bugün kavrulmuş soğan kokusunu psikolojik ve sosyolojik açıdan incelemeye çalışacağım.

Buyurun.

Genç ya da çocuksunuz. Akşam okuldan geldiniz. Evde yemek pişirildiyse mutlaka eve bir kavrulmuş soğan kokusu sinmiştir. Anneniz size yemek yapmıştır. Yemeğe soğanı doğramış, şöyle bir yağda kavurmuştur. Soğanlar saydamlaşmaya başlayınca hemen üzerine eğer yaz ise domates, kış ise salça ya da yazdan hazırladığı domates sosunu koymuştur.

Eğer kuru fasulye, nohut, yeşil mercimek ya da ıspanak, semizotu ya da eğer o günlerde ailenin koşulları uygunsa ve et pişiriliyorsa, ardından o malzeme tencereye eklenir.

Farkında mısınız, pişirdiğiniz ne olursa olsun, Türk yemeğinin bazı soğandır, domatestir.

Evi kaplayan soğan domates kokusu aslında evi kaplayan bir huzur kokusudur, düzenin kokusudur. Aile olmanın kokusudur. Evde sizi seven birilerinin olduğunu ve sizi düşünerek size yemek hazırladığını anlatır.

Eğer şartlar iyi gittiyse ve üniversiteyi kazandıysanız, evden uzaktaysanız, işte o zaman anlarsınız o kokunun değerini.

Akşam eve geldiğinde koku filan yoktur. Siz en fazla o akşam makarna haşlarsınız, ya da hazır çorba pişirirsiniz. Her iki durumda da yemeğe soğan domates koymazsınız. O koku yoktur. Eksiktir evde.

Apartmana girince belki karşı komşunuz, belki üst kattaki teyze yemek yapmıştır. Apartman soğan kokmuştur. İşte o zaman anlarsınız. Eve gidip annenize sarılmak istersiniz. Onun ellerine sinmiş kokuyu duymak istersiniz. İşte o soğan kokusu anne olmanın kokusudur. Annelerin eli soğan kokar.

Eğer sevgiliniz gerçekten aileniz olduysa, o zaman onunla da duyarsınız sevginin kokusunu. Artık sizi seven biri daha vardır evde..Bu ona işarettir.

Kavrulmuş soğan kokusu iştah açar, midenizi kazıtır. Bir tek migreni olanların bu kokunun migreni tetiklediğini söylediklerini biliyorum, onlar için gerçekten üzgünüm.

Eğer yurt dışında yaşama deneyiminiz olduysa, bu kokuyu duyma şansınız yoktur mesela..



Orada yemekler haşlanır, ızgarada buharda pişirilir. Tencere yemeği diye bir şey yoktur.

Bir arkadaşımın üniversite yıllarında Au pair olarak gittiği İngiltere'de, kaldığı evde kuru fasulye pişirince ev halkının dumur olduğunu anlattığını hatırlıyorum. Ev halkı yemeği o kadar sevmiş ki, onlar da aile dostlarını eve misafirliğe çağırıp arkadaşıma yeniden kuru fasulye  yaptırmışlar..

Oturduğumuz sitede genelde ev hanımlarının evde yardımcıları olmasına rağmen ev yemeği yapmadığını anlıyorum. Bütün gün vızır vızır motorsikletli pizzacılar, kebapçılar, lahmacuncular geliyor gidiyor apartmana.

Siz siz olun çekinmeyin sevdiklerinize yemek pişirmeye..Sorunları taşımayın sofranıza..O sofrada mutluluk ve kahkaha olsun..

İleride çocuklarınız sizi telefonla sipariş veren bir anne olarak mı hatırlasın istersiniz?

6 Aralık 2012 Perşembe

Çadırımın Üstüne...

Hepimiz küçükken, hele de o zamanın koşullarında ilginç oyunlar bulmuşuzdur kendimize..

Hele de benim gibi tek çocuksanız, evde oyun arkadaşı yoksa, eviniz sobalıysa veya kendi odanız yoksa, oturma odası ya da salonda, eldeki malzemeleri maksimize ederek kendinize göre bir şeyler uydurursunuz.

Hepimizin, eminim hepimizin oynadığı bir oyundan bahsetmek istiyorum bugün.

İki tane sandalye alınır, sırtsıra karşılıklı konur. Üzerlerine mevsim koşullarına göre battaniye ya da çarşaf örtülür.

Veee, en ilkel haliyle bir çadırınız, yani eviniz olmuştur.

Neredeyse tüm çocuklar bu çadır oyununu oynar. Oysa onlara kimse bu oyunu oynamalarını dikte etmemiştir.

Ben bu oyunun içgüdüsel olarak oynandığını ve göçebe ruhumuzdan kaynaklandığını düşünüyorum. Yani Orta Asya'daki atalarımızla daha çocukken kurduğumuz bir bağlantı sanırım.

Çocukluğumda annem çalıştığından ve bana anneannem ve dayımın eşi yani yengem baktığından, çadır temalı oyunlarım hep Çanakkale'de saat kulesinin karşısındaki iki katlı evde geçer. Ne yazık ki o ev şu anda yok, yerinde bir banka şubesi ve üzerinde kocaman bir apartman var, ama Çanakkale'ye her gidişimde yine de uzaktan baktığım ve anılarımı tazelediğim o ev çocukluğumun en güzel günlerini barındırır.

Çadırın altında genellikle bir kız olarak oyuncak bebeklerle oynamam beklenir.
Ama ben evin kedisi Garip (o kedi de benim zorumla alınmıştı, ben üniversiteye giderken öldü) ile oynardım genelde.

Hatta anneannemin anlattığı, teyzemin kedisini kundaklaması gibi operasyonlar da denediğimi, ama girişimimin birkaç tırmık darbesiyle geri püskürtüldüğünü hatırlıyorum.

Eğer mevsim yaz ise, çadır olayına da gerek kalmazdı.

Dayımla yengemin yatağındaki kocaman cibinlik, en değme çadırdan daha afilliydi benim için.(Cibinlik kavramını aramızda bilmeyenler olabilir diye söylüyorum, zira şu anda lüks otellerin havalı butik odaları dışında karşılaşıldığını görmedim. Cibinliği kısaca böcek ve sivrisineklerden korunmak adına yatağa gerilen tül ya da o dönemki kullanımıyla mermerşahi ince kumaş olarak tanımlayabiliriz.)

Hala görüşmeye ve tatillere çıkmaya devam ettiğim çocukluk arkadaşımla beraber bu cibinliğin altına girip oynamaktan bıkmadığımızı hatırlıyorum.

Çocukların çadır sevgisi, günümüzde tabii ki paraya tahvil edilmiştir.

Oyuncak ve çocuk malzemeleri satan mağazalarda plastikten yapılmış, bazen içi toplarla dolu çadırlar bulunmaktadır. Hatta iki arkadaşımın çocuğuna hediye olarak götürdüğüm bu malzeme, çocuklar tarafından büyük beğeni toplamıştır.

Ama şimdi düşünüyorum da, aslında ne büyük hata etmişim. Hem çocuklara petrol ürünü kokulu iğrenç bir plastik vermişim, hem de asıl yaratıcılıklarının gelişmesine engel olmuşum.

Öyle ya, o çocuklar, benim yüzümden belki de evde kendi mühendislik ürünleri olan çadırları  kurmadılar, benim götürdüğüm ürünle yetinmek zorunda kaldılar, bilmiyorum..




Türk'ün çadırla imtihanı kolay kolay bitmez. Deprem kuşağı olan ülkemizde yaşanan depremlerde bazen yıllarca yuva olur çadırlar..Ya da toplumumuzun renkli ve göçebe olmayı seven bazı etnik grupları, ev aramaz çadır sever.

Üniversiteden mezun olduktan sonra evlenmeden önce eşim bir süre arkadaşlarıyla ev tutmuştu. Kaloriferi olmayan oldukça soğuk bir evdi. Evin salonu hem çok büyüktü hem de kuzeye bakıyordu ve asla ısınmıyordu.

Soğuk bir gün onları ziyarete gittiğimde eşimin yurt dışından sipariş ettiği, o zamana göre lüks sayılabilecek çadırının salonun ortasında olduğunu görmüştüm.

Ev arkadaşı soğuktan korunmak için geceleri orada mı yatıyordu, yoksa çocukluk anılarını mı tazeliyordu, şu an bilemiyorum.

Şimdi kalkın, eşiniz, anneniz, çocuklarınız eve gelmeden salona sandalye ve battaniyelerden bir çadır kurun. Bir fincan çay ve kuruyemiş de alın yanınıza, televizyonu açmayın, sadece sohbet edin ve eski günleri anın.

Çadırınızın sevgi dolu olması dileğiyle..

Not : Resimdeki çadır, "Holiday" filminde Jude Law'in kızlarıyla beraber oynadığı çadırdır.

4 Aralık 2012 Salı

PISA...

Çocuklar 5. sınıfa başlayınca, hayatımıza deneme sınavları, seviye tespit sınavları gibi yeni yeni kavramlar girmeye başladı.

Bugün girdikleri bir seviye tespit sınavının sonuçlarını almak için dersaneye gittim. Yüz yüze olmayınca vermiyorlarmış, aslında amaçları sanırım ayaklarına çağırıp, çocukların durumunu olumsuz olarak lanse edip, dersaneye kaydolmalarını sağlamak. Her neyse. Bizimkilerin sonuçları fazla iç açıcı değil.Bizim okulumuz daha çok klasik sınav taraftarı, hiç test yaptırmıyor, çocuklar test kavramına uzaklar ve beceremiyorlar.

Aslında okulda bence oldukça ağır bir müfredat var, ama görülen o ki, teori yerinde, pratik yok.Ya da mevcut sisteme göre öyle..Belki de pratik var da test pratiği ve soru kalıbı ezberi yok. Bilemiyorum..

***
Bu hafta, hafta sonu ödevlerinin altında velilere bir not vardı.

Bugüne kadar hiç duymadığım PISA sınavı ile ilgili bilgilendirme vardı notta.




Siz duydunuz mu bilmem.

PISA sınavı OECD tarafından yapılan bir değerlendirme sistemi.5,6 ve 7. sınıf öğrencileri arasında yapılıyor. Daha doğrusu ilk dönemde yani 2000 li yıllarda 15 yaş grubu için yapılırken bu sene 5,6 ve 7. sınıflar için hazırlanıyor.

Bu sistem bizim ülkemizdeki gibi bir sistem değil. Yani matematik, fen bilimleri ve okuma becerileri konularını ne kadar öğrendiklerini değil, günümüz bilgi toplumunda karşılaşabilecekleri durumlar karşısında bu bilgileri ne kadar kullanabildiklerini ölçmeye odaklanmış bir sistem. Bu bakış açısıyla bir bakıma ezberi bozuyor, analitik düşünme becerisini ölçüyor. PISA çalışmasının asıl amacı ise eğitim yöntemlerinde standartlaştırmayı ve gelişmeyi arttırmakla birlikte dünyada okul çocuklarının başarısını karşılaştırmak ve test etmek.

Her sınav döneminde ana tema olan bir dal oluyor. Mesela bu sene tema fen bilimleri. Ancak tabii ki diğer konulardan da sorular çıkacak.


Ne yazık ki ülkemizin başarıları bu sistemde oldukça düşük. Geçen dönem katılan 33 ülke arasından 31. olmuşuz. Özellikle matematikte durum gerçekten vahim.

Aslında çok şaşırtıcı değil tabii. Sistemimiz daha fazla ezberci bir sistem olduğundan, bu sınavda çıkan sorular bizim çocuklar için şok edici olabilir.

Eşim merakından sorular indirdi. İşte size hemen bir örnek.

"Eni x metre, boyu y metre olan bir alan ünlü rock şarkısıcı Z man konseri için hazırlanıyor.
Bu alana yaklaşık kaç seyirci sığar?"

Bakın, tam rakam istemiyorlar, yaklaşık istiyorlar, bu bizim sisteme göre devrim.

Ayrıca çocuklardan bir insanın enini boyunu ortalama tahmin etmesini ve ona göre bir sayı hesaplamasını istiyor.

Bence harika bir sistem. Sorgulayan ve düşünen insan yetiştirmek için..

***
Sonuç olarak bizimkileri de sınava kaydettirdik. 
Ben aslında sonuçları çok merak ediyorum.

İlgilenenler için, sınav 15 Aralık Cumartesi günü..İnternetten araştırarak başvuru linkine ulaşabilirsiniz.

Aslında sadece sisteme değil, anne babalar olarak bize de çok fazla görev düşüyor değil mi sorgulayan çocuk yetiştirmek için?

2 Aralık 2012 Pazar

Mutluluğa Boya Beni...

Hamileyken yapmanın yasak olduğu şeyler vardır.

Birisi sucuk yiyememek. Bu bana gerçekten acı veren bir şeydi. Doğum yapınca yerim sanıyordum ama emzirirken de yasak olduğunu öğrenince yıkılmıştım.

Aslında krema yemek de yasaktı ama pasta olayı beni çok ilgilendirmediğinden bunu geçiyorum.

Saç boyamanın yasak olduğunu duyunca 9 ay boyamadım.

Hamileliğin son aylarında farkettim ki ben bayağı bayağı beyaz saçlı bir kadınmışım.

Meğer ben saçımı her ay zevk için değil, beyazlarımı kapamak için boyuyormuşum da farkında değilmişim.

Saç boyatmak kadınların bir çoğunun yaptığı bir operasyondur. Her ay hem bir sürü parasını, ama asıl önemlisi vaktini kadınlar kuaförde geçirir.

Önce renk seçimi yapılır. Hatta kadınlar kafası bozulunca gidip saçının rengini değiştirir.

Eğer açık renk bir seçim yaptıysanız oryal ile saçın rengi açılır, sonra istenen rengin yakalanması için boya yapılır, dip boyası tüm boya bilmemne derken saatler geçer. Sonra saç yıkanır, kurutulur, fön filan da çekilir, bir bakmışsınız sabah girdiğiniz kuaförden akşam çıkmışsınız, hem de servet bırakmışsınız.

Dönem dönem belli saç renkleri moda olur ve tüm kadınların saçı otomatikman aynı renge dönmeye başlar. Mesela geçtiğimiz yıllarda tüm kadınlar ve genç kızlarda mutlak surette sarı gölge vardı ki hala etkisini kısmen sürdürmektedir.

Doğal saçı veya teni ne renk olursa olsun, herkes saç rengini aynı renk yapınca ten uyumsuzluğu sorunu tavana vurabilir.

Kaşlar, saçlar, ten hiçbir renk birbirine uymaz ve iğrenç bir görüntü oluşur.

Eğer orijinal saç rengi mesela siyahken saçlar sayıya boyandıysa, bir hafta sonra alttan siyah siyah saçlar sırıtmaya başlar.

Ertesi gün hem cinsinizden duyacağınız ilk laf şudur:

"Dibin gelmiş."

Yani dip boyasının yapılma zamanı gelmiş demektir.

Terminolojik olarak dip boyası saçın tümünün boyanmadan, sadece dipteki saçların, yani alttan alttan çıkan saçların, diğer saçların rengine döndürülmesi çalışmasıdır.

Ayda bir yetmez, en geç onbeş günde bir yapılması gerekir.

Saçlarınızda gölge ya da balyaj varsa, saçınıza dip boyası yapılması gerekir, tümden boyama yapılırsa gölgeniz ya da balyajınız bozulur.

Haaa, bir de gölge ve balyaj denen başka tarzlar vardır.

Gölge denen şey, saçların çizgi halinde bir ya da iki ton açığına boyanması halidir.

Bu hem çok maliyetli hem de zor bir iştir.

Balyaj ise daha büyük tutamlar halinde alınan saçların başka bir renge boyanmasıdır. Hem daha kolay hem de saçı çok daha az yıpratan bir işlemdir.

Özellikle kızıl balyaj aslında çok da güzel olur, bir defa yaptırmışlığım da vardır.

Saçlar iyice beyazlayıp, çok sık boya yaptırma gerektiğinden itibaren, ben kuaför modelini bırakarak, evde saç boyama modeline geçmiş bulunuyorum.

Sabah erken saatte kalkılıp,kimse uyanmadan boya ve eritici çözelti karıştırılır. Ellere eldiven giyilir. Aynanın karşısına geçilir. Bir elde tarak bir elde boya fırçası saçlara boya sürülür. Saç teninin kalınlığına ve renge göre yarım saat kırk dakika arası saçlar o iğrenç kokulu kimyasalla beraber bekletilir. Laf aramızda kızlarım boyanın ertesi günü bile bu kokudan dolayı yanıma yaklaşmıyorlar. Bekleme esnasında kafaya bone geçirilirse etrafa saçınızdan yanlışlıkla boya sürülmesi de engellenmiş olur.


Son olarak saç yıkanır ve saç boyasıyla verilen bakım/ koruyucu krem sürülür.
Eşiniz uyanmadan ve sizi o halde görmeden, kendinize zaten saçınız hep o renkmiş gibi süsü verilir.

Evet saçınızın rengi bir süreliğine de olsa değişmiştir ama boya operasyonuyla kimbilir ne kadar kanserojen hücre kazanılmıştır.

Saç boyamayı bıraksak da en azından doğal olduğu iddia edilen kına modeline mi geçsek acaba??





İlginizi Çekebilir;

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...