24 Aralık 2013 Salı

Dara Antik Şehri

Uzun zamandır kendimize vakit ayırma gezme tozma şansımız olmamıştı.

Eşimin Mardin'de katılması gereken eğitiminin hafta sonunda olması ve bu tarihin ayrıca bizim evlenme yıldönümümüze tekabül etmesi ile yıl başında yanacak mil puanlar ile bir bilet alarak eşimin yanına gitmem şart oldu.

Aslında daha önce 2 kere Mardin'e iş vesilesiyle gitmiştim. Sağolsunlar o dönemki iş yerimdeki çalışma ortaklarım beni ellerinden geldiğince gezdirmişlerdi.

Ancak Mardin o kadar büyüleyici bir şehir ki insan yeniden yeniden gitmek istiyor.

Gerçi şansımıza 1992 den beri yaşanan en sert kış denk geldi. Bu nedenle hava çok soğuk ve yerler özellikle ara sokaklarda yarım metre karlı idi. Ancak bir hiç keyfimizi kaçırmadık ve anın tadını çıkardık.

Cumartesi günü eşimin eğitimi bitince görülmesi gerekenler listesinde bulunan Dara Harabelerine gitmeye karar verdik. Listedeki standart Kasımiye Medresesi, Deyrülzeferan Manastırı gibi yerleri daha önce görmüştük ve anlatıldığına göre Dara çok önemli bir yerdi.

İnsan ne kadar okusa, ne kadar dinlese gözle görünce bambaşka oluyor.

Bu büyüklükteki bir antik şehrin bugüne kadar  varlığından bile haberdar olmamam şahsen benim için bir utanç kaynağı.

Dara Mardin Nusaybin yolu üzerinde yaklaşık 30 km uzaklıkta. Sınıra sanırım bir kaç kilometre mesafede.

Bir kere burası büyük olasılıkla Efes'ten büyük.

10 bin yıllık bir geçmişe uzandığı söyleniyor.

Fakat ne yazık ki kazı çalışmaları 2011 yılında başlamış. Daha doğrusu daha önce başlamış ama başlamamış. Düşünebiliyor musunuz? Ülkemiz sınırlarında tarihi 10 bin yıla uzanan ve Efes kadar büyük başka bir şehir var ve bizim ne haberimiz var ne de kazmış ortaya çıkarmışız. Surların ya da kalıntıların taşlarıyla ev yapılmış hatta kalıntılar temel olmuş üstüne ev kondurulmuş.

İnsan şehre gelince tokat yemiş gibi oluyor. Şehrin 8-10 km lik bir alana kurulduğu tahmin ediliyor. Köyün girişinde yerleşim yeri olmadığı için kazılmış ve bu nedenle çok iyi durumda olan bir bölge var. Biz yanımızda rehber olmayınca herşeyi bundan ibaret sandık ancak yakındaki bir kafeden çalışan biri köyün içinde asıl görülmesi gereken yerlerin olduğunu söyleyince köye intikal ettik.

Zeugma'dan sonra en zengin mozaik koleksiyonunun burada olduğu söyleniyor.
Kültür müdürlüğünün ifadesine göre Dara Harabelerinin tam olarak gün yüzüne çıkarılması için yaklaşık 100 yıllık bir kazı yapılması gerekiyormuş.

Su sarnıçlarının yanına geldik ve hemen yanımızda iki tane ufaklık belirdi.



Bize çevreyi gezdirmeye talip oldular. Bu sevimli köylü çocukları oldukça şiveli bir Türkçe konuşuyorlardı. Türkçe dışında çoğunluk Mardinli gibi Arapça ve Kürtçe bilmekteydiler hatta bunlar onların ana diliydi.

Ezberledikleri bilgileri çok sevimli bir biçimde bize aktardılar. Zindana gidince bir de güzel gözlü kız çıktı karşımıza. Aslında çocuklar bölgeyi kendi aralarında bölüşmüşler ve bahşiş kavgası yapmalarına gerek kalmamış. Bu güzel kız ben palto ve bere ile titrerken terlikli ve çorapsızdı, içim sızladı gerçekten.

Beraber fotoğraf çekmek istedim, erkek ufaklık " Aynı aileden değiliz fotoğraf çekmen doğru olmaz kızla" dedi, çektirmedi. Benim kızlarımla yaşıt olan bu delikanlının hem girişkenliği hem de örflere bu yaşta bu şekilde sahip çıkması ilginçti.

Son dönemde antik tiyatro, zindan denilen sarnıç ve yer altı oyma evleri kazılmış. Bu kazılarda M.S 6. yüzyıldan kalma hayvan figürlü mozaikler, şemsiye ve 3000 yıllık insan kemikleri çıkmış.

Burada Persler, Bizanslılar yaşadığı gibi Artuklular da yaşamış. Türkiye'de ilk defa Artuklulara ait bir yerleşim yerinin kazılacak olması da şehre başka bir önem katıyor.



Şu anda ne yazık ki şehrin %90 ı özel mülkiyet. Devlet para ile satın almak ve insanları başka bir yere yerleştirerek kazı yapmak istemiş. Ama bizim minik rehberler bu duruma köylülerin şiddetle karşı çıktığını ve köylerini bırakmayacaklarını söylediler.

Hem hayranlıkla hem de buruklukla ayrıldık Dara'dan. 

İnşallah güzel bir havada çocuklarla ve büyüklerimizle gitmek istiyorum yeniden.

Çocuklar hem medeniyeti, hem de yaşıtları diğer çocukların hayatlarını görsün diye.

Yolu Mardin'e düşenler, standart yerler dışında buraya da gidin lütfen.

Yolu düşmeyenler de 39 tl lik promosyonla bilet alıp bir zahmet gidiversinler bence..

20 Aralık 2013 Cuma

Yağlama..

Çok uzun zamandır yazamıyorum farkındaysanız.

Bu süre zarfında neler neler oldu, evimizi tadilat yaptırdık, sıkıntılı bir tadilattı, çok yordu, bu arada eltim doğum yaptı, tadilat bitti, taşınma faslı başladı, evi toparladık, taşıdık, yerleştik, yerleşmek sancılı bir iş bilirsiniz, yerleştik, haftasına kalmadan annemin ameliyat olayı geldi. Bu konuda daha sonra yazmayı düşünüyorum, pek sevimli bir konu değil ama yüzleşmemiz şart, neyse, yani kısacası anlayacağınız çoook şeyler yaşadık.

Taşınmamızın ertesinde evde hem ufak tefek tadilat hem de taşıma işleri için kayınbiraderim ve ailesi bize geldi. Ailesi derken yukarıda bahsettiğim ufaklık, onun bir numara büyüğü hep beraber geldiler. Sabah kızlar amcalarıyla fotoğraf yarışması için fotoğraf çekimine gittiler, ben annemi hastaneye götürdüm, eve geldim, eşim ve eltim evde toparlama işleri yapıyorlardı.

Sonunda öğlen geldi çattı, herkes acıktı ve evde yiyecek birşey yoktu. Aramızda emziren bir anne de olunca yemek hazırlanması ve yenmesi gerekiyordu kısa zamanda.

Buzluktan kıyma çıkardım,amacım köfte yapmaktı, ancak eşim bombayı patlattı.

Eşimin babası memur olduğundan çok gezmişler. Becerikli kayınvalidem her gittiği yerde hem o yörenin yemeklerini hem de komşularda öğrendiği diğer yöresel yemekleri mutlaka öğrenmiş ve çok becerikli olduğundan en güzel şekilde yapmış birisi. Burada kendisine yeniden sevgilerimi yolluyorum.

Her neyse, eşim annesinin Kayserili bir komşusundan öğrendiği Yağlama adlı yemekten istedi.

Düşünün ev karmakarışık. Ama insan sevince herşeye katlanıyor. Madem beyimin canı Yağlama istemiş, internetten bakalım ve yapalım dedik.

Bilmeyenler için kısa bir özet geçeyim.

Tahmin edeceğiniz gibi bir Kayseri yemeği olduğundan hamur işi.
Önce kıymamızı hazırlıyoruz. Bol soğan, bol salça, bol kıyma, adı üstünde bol yağ, yeşil biber, pul biber, karabiber vb baharatlar ile bir iç hazırlanıyor. Kıyma tabii ki kavruluyor ama kuru değil bol sulu ve yağlı bir iç olacak. İçine su eklemeyi unutmayın ki kuru birşey olmasın.

Servis tabağı büyüklüğünde mayalı hamurdan açılmış ufak yufkaları önce sacta pişiriyoruz. Daha sonra bir yufkayı bir tepsiye koyuyoruz, üzerine hazırladığımız içten tüm üzeri kaplanıp ıslanana kadar koyuyoruz. Sonra bir yufka daha bir iç daha.. Böyle üstüste devam ederek bir kule yapıyoruz. Tüm hamurlamız ve içimiz bitince bu kuleyi büyük bir bıçakla dörde bölüyoruz. Yani üstüste 25-30 tane dörtlü çeyrek yufkamız oluyor.

Diğer taraftan bol sarımsaklı bir yoğurt hazırlıyoruz. Sonra da sofraya oturup çeyrek yufkalarımızı tabağımıza aldığımız sarımsaklı yoğurda bana bana yiyoruz.




İlk deneme için gayet güzel bir sonuçtu. Ama önemli olan hem eşimin talebini yerine getirmek hem de ailecek bir yemek yemekti.

Haaa, bu arada ben yufka açmayı bilmem. Sevgili kayınbiraderim açtı yufkaları. Hatta uydu anteni takmaya gelen ustalar kendisini kutladılar ve kolay gelsin dediler.

En yakın zamanda tekrarlamak istiyorum.

1.Geleneksel Üstün Yağlama Şenlikleri kutlu olsun.. 

3 Kasım 2013 Pazar

Yalanın İcadı....

Eşimin teknoloji ile de sinema ile de arası çok iyidir.

Güzel filmleri bulur da, izler de.

Neredeyse her gün bir film izler size o kadar diyeyim.

Ben o kadar çok vakit ayırmıyorum sinema dünyasına. Ancak geçen hafta nedense canım şöyle bir romantik film çekti. Eşimden rica ettim, romantik filmi boşverdi, bana başka bir film teklif etti.

İster istemez teklifini kabul ettim.

İyi ki de etmişim.

Filmin adı " The Invention of Lying"

İzleyenleriniz olmuştur belki ama kaçıranlar ve basında hakkında okuyanlar için biraz konuşalım istedim.

Oscar törenlerinde Ricky Gervais ' i izleyenler zaten onu bilirler.

Son yılların hakkında en çok konuşulan komedyenlerinden bir Gervais.

Din ile ilgili yorum ve yaklaşımları bazı kesimlerin tepkisini çok çekti bugüne kadar.

Bu filmi de aslında din kavramına bambaşka bir yerden geliyor ve ilgi çekici bir yaklaşımla yorumluyor.

2009 yılı yapımı filmin senaryosu da Gervais' e ait ve başrolde o var.

Gervais ' in yaşadığı dünyada henüz yalan diye birşey yok ve insanlar dürüst. 

Akıllarına yalan söylemek diye birşey gelmiyor bile. Politikacısı da siyasetçisi de sokaktaki insan da herkes acımasızca da olsa hep doğruyu söylüyor.

Hatta sokakta gördüğü bir bebeği seven biri " Bebeğin fareye benziyor" ya da kahramanımıza asıl kız " seninle iyi vakit geçiriyorum ama şişman ve çirkin burunlusun, çocuklarımın senin gibi olmasını istemem, bu nedenle olamayız. " 
diyebiliyor. 

Kızla ilk buluşmalarında kızın annesi telefon ediyor ve kız rahatlıkla asıl adamın yanında " Zengin değil, çok başarılı da sayılmaz evlenmem ben bununla " deyip hiçbir şey olmamış gibi yemeğe devam edebiliyor.

Küçük bir kasabada geçen filmde Gervais senaryo yazarı ve bir yapım şirketinde çalışıyor.

Ona 14. yüzyıl senaryolarını yazmak düşmüş ve kara veba dışında başka birşeyden bahsedemediğimden sıkıcı şeyler yazıyor ve işinden atılıyor.

Ev sahibine para vermesi lazım, bankaya gidiyor ve hesabında 300 USD var, buna karşın 800 USD ye ihtiyacı var çünkü ev sahibi o kadar istiyor.

Bankada sistemlerde bir hata oluyor ve aklına. Birden 300 yerine 800 USD çekmek geliyor ve sorumsuzca bu parayı bankadan çekiyor.

Ve insanlığın kara sayfası bu noktada açılıyor.

Adamımız bu noktadan itibaren yalan söylemeye başlıyor. Etrafındakilere yalan kavramını anlatmaya çalışıyor ama insanlar böyle bir kavramdan haberdar değil hatta anlamıyorlar bile.


Filmin devamını anlatmayayım.

Bence film ile ilgili konuşmamız gereken filmde din kavramının ortaya çıkışı.

Annesi ölmek üzereyken daha fazla acı çekmesin diye annesine anlattığı yalanları diğer insanlar duyunca herkes hemen inanıyor. Aşağı yukarı bizim cennet kavramımıza benzer şeyler anlatıyor Gervais.

Diğer insanlar o kadar etkileniyor ki, bildiklerini televizyonlarda anlatması isteniyor Gervais'ten.

Tabi o zaman tablet filan yok, yazdıklarını Pizza Hut kutusuna yapıştıran Gervais kamera önüne çıkıyor.

İnsanlara yukarıdaki büyük adamdan bahsediyor, kaderden bahsediyor, tüm kötülüklerin ve de tüm güzelliklerin nimetlerin büyük adamdan geldiğini anlatıyor.

Kutsal evlerde arkada İsa'nın resmi yok artık, elinde pizza kutusu olan adamımızın resmi var. Din adamının boynunda da haç yerine adamımızın kolyesi.

Ben açıkçası izlerken filmin dinle alay ettiğini algılamadım. Tam tersine hiç dinin olmadığı bir dünyada bile insanın düşünerek rasyonel bir yaklaşımla temel din kurallarına ulaşabileceğini, temel kuralların aslında hiç de zor olmadığını, ancak evrensel olduğunu anladım. Ben kendi adıma pozitif mesajlar çıkardım kısacası ama Hristiyan dünyasının İsa ile dalga geçiliyor gerekçesiyle filmden son derece rahatsız olduğunu biliyorum.

Keşke diyorum, hiç ev sahibi para istemeseydi, keşke bankada sistem hatası olmasaydı, keşke yalan icad edilmemiş olsaydı. Bugün bambaşka bir dünyada yaşıyor olamaz mıydık?

Haaaa, neden mi böyle diyorum, yalancılık da kalıtsalmış filme göre maalesef. 

Adamımızın şişko ve çirkin burunlu oğlu da annesine en evrensel yalan olan "Anne yemek çok güzel olmuş " dedi, oradan biliyorum.

27 Ekim 2013 Pazar

Süne Kımıl Bir Böcüktür..

Her birimiz bir şekilde televizyon izliyoruz.

Kimimizin favori dizisi var. Kimimiz maç seyretmeyi seviyoruz. Kimimiz çizgi film hastasıyız. Kimimiz sitcom düşkünüyüz. Ama bir şekilde her birimizin televizyonla bir bağlantısı var.

Biliyorsunuz TV kanallarının temel gelir kaynağı reklamlar. Reklam verenler de en fazla hangi program izleniyorsa, daha fazla müşteriye ulaşabilmek için o programın arasına reklam veriyor ve hatta bazılarına sponsor oluyor.

İşte bu noktada belli bir camianın hayatının merkezi olan ve yaşamalarının tek şartı olan rating kavramı ile karşı karşıya kalıyoruz.

Belki gazetede ya da televizyonda bu konuyla ilgili bazı terimlerle karşılaşıyor ancak çoğunun anlamını bilmiyoruz.

İşte bugün sizlerle bu konuyu biraz açığa kavuşturmak istedim.

Öncelikle ortamda people meter denen bir cihaz var. Bu cihazlardan toplam 2200-2300 tane var ve hangi evlerde, hangi şehirlerde ya da ailelerde olduğunu kimse bilmiyor.(30 şehirde olduğunu biliyoruz sadece)

Mesela tam olarak şu anı ele alalım.

Şu anda bu 2300 evde hangi evlerde televizyonun açık olduğu,  hangi kanalların, hangi programın seyredildiği teker teker ölçülüyor, toplanıyor ve bu ham veri yorumlanacak bilgi haline geliyor.

Örneğin toplanan verilere bakılıyor, eğer %10 luk bir ratinge rastlandıysa bunun yaklaşık 4 milyon kişiye tekabül ettiği varsayılıyor. Bu da hem kanal için hem de o kanala reklam veren için çok önemli bir bilgi. 

Yine aynı şekilde izleyici kitlesinin sosyoekonomik ve kültürel kompozisyonu da hem TV kanalının yeni programlarında izleyeceği stratejiyi hem de reklam vereni etkilemekte.(izleyicinin yaşı, cinsiyeti, hatta ırkı gibi diğer özellikleri)

Rating kelimesinin ne anlama geldiğini aşağı yukarı herkes biliyor, ama bir de sık sık karşılaşılan share denen bir kavram var.

Share ise o an itibarıyla açık olan televizyonlar içinde alınan payı göstermekte. 
Yani 2300 evde cihaz var biliyorsunuz. 2300 evdeki TVlerin tümü açık değildir takdir edersiniz ki. İşte açık olan TV lerden alınan pay da share demek.

Belirli bir zaman diliminde bir kanalın en az bir dakikasını izleyen farklı kişilerin oranına da reach ya da erişim deniyor.




Hani az önce izleyici kitlesinin özelliklerinden bahsettik ya..

Onları da biraz açıklamak lazım bu noktada..

Mesela A grubu.. Toplam izleyici içindeki payı %4. Genelde tümü üniversite mezunu, %30 lisanüstü var.

%50 si nitelikli ücretli çalışan, avukat, doktor gibi, geri kalanı işyeri sahibi.

B grubu..%9 u ifade ediyor, çoğu üniversite ,bir bölümü 2 yıllık yüksek okul mezunu. Çoğu yönetici olmayan çalışan. Küçük bir bölümünün kendine ait işyeri var.

C1 grubu, payı %22 genelde lise mezunu, çoğu esnaf ya da kalifiye işçi. Diğer üst gruplar ağırlıklı otel tatil köyü tatili yaparken bu grup tatilde ailesini memleketini ziyaret ediyor.

C2 grubu, az bölümü lise mezunu, geri kalanı ortaokul mezunu ya da altı. Çoğu işçi ya da seyyar kendi başına iş yapıyor. Tatil kavramları yok, olan da memleketine ailesinin yanına gidiyor.

D grubu. Payı %28. Çoğunluk ilkokul azı ortaokul mezunu. Ağırlıklı işçi ve çiftçi. Ev hanımı ve emekli çalışmayan da var. Tatil kavramı yok.

E grubu, %9, ilkokul mezunu ya da terk. Çoğu çalışmıyor ve yardımla geçiniyor.Emekli olup çalışan ve çalışmayanlar da ağılrıklı pay alıyor.

Şimdi gördüğünüz gibi bizim adımıza ne izleyeceğimize karar veren kitle dağılımını size aşağı yukarı çizmeye çalıştım.

Siz hangi gruptansınız bilemiyorum ama şu çok net ki sizin sevdiğiniz programı hiç sevmeyecek kitlenin sizin mensubu olduğunuz gruptan daha kalabalık olduğu aşikar.

Bu durumda TV kanalları herkesi kucaklayacak programlar yapmak zorunda kalıyorlar. Siz sevseniz de sevmeseniz de..

Benim yaşlarda olanlar bilirler. O dönemin Olacak O Kadar adında fenomen bir komedi programı vardı.

Levent Kırca'nın hayat verdiği skeçte tesadüfler nedeniyle "Süne Kımıl bir böcüktür" belgeseli gecenin rating şampiyonu çıkmıştı. Çok komik bir şekilde anlatılsa da bir programın tesadüfi olarak çok izlenmesi çok kaliteli başka bir programın yayından kaldırılmasına neden olabiliyor.

Levent Kırca ustaya buradan selam gönderiyor, "Allah sevdiğiniz programa rating vere de yayından kalkmaya inşallah." diyorum..




20 Ekim 2013 Pazar

Tam da Mevsimi.. Lakerda..

Önceki yazıda lakerde nasıl yapılır konusuna kadar gelmiş, ancak orda takılıp kalmıştık.

Yıkadığımız ve temizlediğimiz balıkları kevgire koyup, 3-4 saat bekletiyoruz ki kanları aksın. Etinde kırmızı kan olan lakerda olmaz, lakerdanın tavuk eti gibi bembeyaz olması gerek.

Kanlar süzüldükten sonra yine derin bir kaba tercihan deniz suyu, yoksa buzlu tuzlu su koyuyoruz ve balıkları bunun içinde buzdolabında bir 3-4 saat daha bekletiyoruz.

Tüm bu altyapı çalışmasının ardından artık lakerdanın hazırlanmasına başlayabiliriz.

Öncelikle sofra tuzundan kalın ama turşuluk iri tuzdan ince tuz satın almamız lazım.

Bir de 5 kg lık boş teneke.



Tenekeyi iyice kuruluyoruz. En alta 2-3 cm kalınlığında tuz koyuyoruz. 

Balıklarımızı teker teker sudan alıp yanımızda açtığımız gazeteyle biraz kurmalarını sağlıyoruz. Ardından bu balıklarla bir sıra tuzun üstüne döşüyoruz. 

Döşerken dikkat ediyoruz balığın kesik kısımları tuza geliyor. Sıra bitince defne yaprağı koyuyoruz ve balıkları örtecek kalınlıkla tuz katmanı oluşturuyoruz.

Aynı işlemleri tamamlayarak tenekemizi dolduruyoruz.

Teneke dolunca tekrar bir tuz tabakasıyla tenekemizi kapatıyoruz ve üstüne kapatacak gibi bir tahta en üstüne de turşu taşı gibi ağır bir taş koyuyoruz.

Lakerdamız 3 hafta sonra hazır oluyor. Ancak bu sürede ciddi yağ ve su salacak, bu saldığı yağı ve suyu bir kaşık ve havlu yardımıyla almamız gerekiyor.

Gelelim nasıl servis edeceğimize..

3-4 haftanın sonunda yiyeceğimiz kadar lakerdayı tenekeden çıkarıyoruz. 

Temiz suda en az 5 saat bekletiyoruz ki fazla tuz suya çıksın. Ardından kısa bir süre sirkede bekletmenizi tavsiye ederim, ben bu tadı daha çok seviyorum.

En son derisini dikkatlice bıçakla çıkarıp, birer santim kalınlıkta keserek servis tabağına alıyoruz. Üstüne mutlaka zeytinyağı ve isterseniz karabiber ekiyoruz.
Lakerdanın bir olmazsa olmazı da kırmızı soğan.

Kırmızı soğanları da halka halka doğrayıp, servise hazır hale getiriyoruz.

Sizlerden ricam hiç de zor olmayan ama yapılmadığından bir sonraki nesle kalmayacağından endişe ettiğim bu güzel tadı yaşatmanız.

İstanbullu olmanın gereklerinden biri de İstanbul yemek kültürünü yaşatmak değil mi zaten?

18 Ekim 2013 Cuma

Lakerda...

Üniversitede okurken ve yurtta kalırken hafta sonları anneanneme ve teyzeme gitmeyi beklerdim.

Yurt hayatı güzeldi ama hafta sonları aile hayatını yaşamanın üstüne de yoktu.

Anneannemlere gittiğimde, sevgili yengem her zaman çeşit çeşit ve güzel yemekler yapardı. Çocukluğumda da uzun süre bana yengem baktığı ve onun yemekleriyle yetiştiğim için, belki alışkanlık, belki de gerçekten güzel yemekler, beni mutlaka o sofraya çeken bir şeyler olurdu.

Bu sofranın benim en sevdiğim lezzetlerinden biri ısırgan tava ya da çırpma denilen ve yılın sadece belirli bölümünde yenebilecek ısırgan böreği, diğeri de tuzlu balık ve lakerda idi.

Habersiz gittiğimde evde lakerda ya da tuzlu balık olmasına rağmen sofraya konacak prosesten geçmemiş olurdu (yazının sonlarında bu prosesten bahsedeceğim) ve bu beni üzerdi, ama metin olmaya çalışırdım:)

Aslında ben daha çocukken, rahmetli dayım Ağustos Eylül aylarında Çanakkale'de saat kulesinin karşısındaki evde arkada bahçede tuzlu balık operasyonu yapar ben de dikkatle seyrederdim. (Çanakkale'de sardalya ve tuzlu balık olur)

Ama bilirsiniz çocukken elinizdeki bir çok değeri bilmez, pilav-makarna-köfte gibi standart yemeklerle yaşarsınız.

Büyüyüp de aklınız erdiğinde ve eskiden yemediğiniz yemekleri denediğinizde aslında siz çocukken evinizde bunun alasının yapıldığını / yendiğini görürsünüz ama iş işten geçmiştir. Belki o yemeği yapan ölmüştür, geriye kalanlar nasıl yapıldığını bile bilmez, ya da hala yapılıyordur ama büyüklerin yaptığı gibi güzel olmuyordur.

Aslında ısırgan tava denedim evlendikten sonra, bence gayet güzel de oldu, ama evde benden başka kimse yemediğinden yıllardır yapmıyorum.

Eşimin ailesinin kültüründe lakerda tuzlu balık yok.

Dışarıda yediğimizde de benim gibi iştahla yediğini pek görmedim.

Ama nasılsa bu sene bayram tatilinde aklına lakerda yapmak düştü.

Ben de bu vesileyle sizlerle şu lakerda olayını konuşalım istedim.

Önce lakerdadan başlayalım.




Bu meret ana yemek değil önce bunu söyleyeyim, ama balık yerken ya da herhangi bir sofrada ara soğuk olarak harika bir tabak bence. Salata niyetine de yiyebilirsiniz.

Asıl lakerda torikten yapılıyor. Ve toriğin de tam mevsimi.

Ancak torik o kadar az ve bu nedenle o kadar pahalı ki, günümüzde lakerda ancak palamut ile hazırlanıyor. (Geçen hafta balıkçıda torik fiyatını görünce gözlerime inanamadım)

Bu nedenle balıkçıya gidiyoruz ve palamutları alıyoruz, ister balıkçıda ister evde temizliyoruz. Kuyruğa 3 santimetre kala kesiyoruz ve kuyruğa yakın bu kısmı lakerda yapımında kullanmıyoruz. Balığı yaklaşık üç parçaya bölmek yeterli. Ardından bol suyla, tercihan deniz suyuyla yıkıyoruz. 

Burada kritik nokta şu. (Annem de söylemişti, gerçek balıkçıların lakerda tarifinde de en önemli uyarı bu, dikkat.)

Palamutun kemiğinin hemen üstünde bir ilik var. Bu ilik alınmazsa ne yazık ki lakerda olmuyor. Bu iliği almak için eskiden süpürge sapı kullanılırmış, süpürge sapı kolay kırıldığından şimdi tel toka, firkete gibi bir malzeme kullanımının hayatı kolaylaştırdığı söyleniyor.

Görülen o ki bir sonraki yazıda devam etmek zorundayız.

12 Ekim 2013 Cumartesi

Murano..

Geçen sene annemler İspanya'ya gittiklerinde teyzem gelirken bana çok güzel bir kolye almıştı.

O formatın yüzük versiyonlarını görmüş ama hiç bu tarz bir kolye ya da yüzüğe sahip olamamıştım.

Hatta teyzemin aldığı o kolyeyi o kadar sevdim ki bütün yazı boynumda onunla geçirdim.

Özellikle mayonun üzerine çok yakışmıştı yeşil kolyem.

Bu tarzın adını biliyordum, adı muranoydu.

Aradan yaklaşık bir sene geçti, eşim bir iş gezisi için İtalya'ya gitti geçenlerde.

Eşimle İtalya'da daha önce 2 kere gitmiş keyifle gezmiştik, ancak daha önce Venedik'e gitme firsatımız hiç  olmamıştı.

Eşim İtalya'dan dönünce heyecanlı bir şekilde ve ballandıra ballandıra Venedik'i anlattı bize.

Çok farklı, mutlaka görülmesi gereken bir şehir olduğundan bahsetti uzun uzun.

Oralarda kayınbiraderimin baykuş koleksiyonuna yeni bir baykuş eklemek için yaptığı girişimle dudakları uçuklamış eşimin.

Tırnağından daha küçük bir boyuttaki camdan baykuş için kendisinden istenen rakama o kadar şaşırmış ki, geldiğinde bana bunu anlattı.

Sonradan anlamış ki sorduğu baykuş murano imiş.

Ben de murano kavramını, el işi olduğunu bilirdim ama gerisini sorgulamamıştım hiç bugüne kadar.

1200 lü yıllarda Venedik yakınlarındaki Murano adası cam ustalarının hizmetine sunulmuş. Öncelikli neden cam ustalarının çalışırken çıkardığı dumanın ve yaratacağı yangın tehlikesini bertaraf etmekmiş.

Bu adada cam ustalarına ait loncalar kurulmış ve burası dünya cam işçiliğinin merkezi haline getirilmiş.


O zamanlar yapılan kadehler ve hançerler o kadar önem kazanmış ki, padişahların kralların gözdesi olmuş bu işçilik.

Neden mi bu kadar önemliymiş kadehler ve hançerler?

Mesela kadehin içine bir damla zehir atarsanız kadeh hemen parçalanıveriyormuş. Ya metal kılıf içindeki bu hançerler vücuda saplanırsa içerde parçalandığından asla çıkartılamazmış, bu da düşmanın ölüm fermanının kesin imzalanması demekmiş.

Cam ustalığı bu kadar önem kazanınca ustaların adadan kaçmalarından korkulmaya başlanmış ve hatta adadan çıkmaları yasaklanmış. Ancak bir şekilde yolunu bulup kaçanlar da ünlü Bohemia camlarının yaratılmasına vesile olmuşlar.


                  
Bugün girişimcilere yapılmaya çalışılan destekler, otoritelerce desteklenen mesleki kümelenme çalışmalarının tümünün kaynağı sanki Murano gibi geliyor şu an düşününce. Aslına bakarsanız İtalya bu konuda gerçekten öncü sanırım. 

Bölgesel olarak peynir, makarna, şarap gibi diğer dallarda da ciddi kümelenme çalışmaları mevcut.

Söylenen o ki, bölgedeki büyük katedraldeki mozaik işçiliği ve mozaiklerin güzelliği, cam ustalarına da ciddi esin kaynağı olmuş. 

Günümüze geldiğimizde, orada hala cam işçiliği sürüyor, ancak tabii ki eski şekliyle değil. Şu anda tam olarak turistik gösteriler olarak yapılıyor cam işleri. 
Atölyelere girmek ve izlemek için para ödeniyor. İçeride resim çekmek yasak. Ve tabii ki 20 cm lik bir eser için ortalama 300 Eur civarında para ödeniyor.

İnşallah bir gün Allah kısmet eder de oraları görürüm. Eşim çocukların mutlaka görmesini istiyor oraları, onları götürürse bir gün ben de aradan kaynarım.

Ama oralara gidene kadar teyzem sağolsun, murano kolyemi takacağım. Hemen şimdi..

7 Ekim 2013 Pazartesi

Her Canlı Bir Gün Tadilatla Sınanacaktır..

Bir süredir hayatım evler arasında geçiyor.

Eşyalarımın olduğu, 4 senedir aile hayatımızın geçtiği ev, geçici olarak yaşadığımız annemlerin evi ve tadilatı süren ve eğer bir gün olur da biterse -ki yakın vadede o gelecek bir gün gelmeyecek gibi- olan ev.

Eski evimde mutluydum, annemde de süper mutluyum, zira annem, teyzem, kızlar, üç kuşak artı Kaju gündüz yeme içme dizi keyfi, ev işleri, pasta börek, yuvarlanıp gidiyoruz.

Ancak tadilat deyince tüyler diken diken oluyor.

Eminim bu durum bana özgü değil.

Evini tadil ettirip de bu süreçte kendini süper iyi hisseden herhalde kimse yoktur diye düşünüyorum.

Tadilat yaptırma güdüsü her yeni ev taşıyacak olanda var sanırım.

Burada en önemli motivasyon "Katlan, bitince çok güzel olacak."

İşte bu motivasyonla biz de giriştik işe.

Mutfağımız oldukça küçüktü, onu koridoru içeri almak süretiyle büyütme hedefiyle başlayan serüvenimiz balkon izolasyonu, parke sistresi , pimapen tamiri diyerek büyüyüverdi.

Hep anlatırlardı, hikaye gibi dinlerdim.

Ama doğruymuş.

Bu bir sabır testiymiş.

Hz. Eyüp sabrı olmadığından 99 luk tesbih ile Ya Sabır çekerken buluyorsunuz kendinizi.

"Her canlı  bir gün tadilat ile sınanacak" varsayımıyla deneyimleri paylaşalım dedim.

Derler ki," Herkes yazın tadilat yaptırır, fırsat varsa kışın tadilat yaptırın", biz sonbaharda yaptırdık, gördüğüm kadarıyla süreci hızlandırmadı, dolayısıyla bu argümana katılmadığımı öncelikle söyleyeyim.

Yapılacak işler neyse önceden planlanmalı ve liste yapılmalı. Zira mimar ile usta ile yüzyüze kalınca insan, kendini bir anda O Ses Türkiye jürisinin önüne çıkmış gibi heyecanlanmış hissediyor sanırım. Eee, öö gak guk deyip duruyor, yapılacak listesinin yarısını bile söyleyemiyorsun.

Ben şu anda tek tek uğraşmamak ve günün sonunda tek kişiyle muhatap olmak için bir mimarla çalışıyorum. Ama tek tek uğraşmayı göze alırsanız eğer ve de makul bir usta ekibiniz varsa daha uygun bir fiyata işinizi halletmeniz mümkün.

Bu tadilat işinin en zor taraflarından biri kapınızın önünde biriken dağ gibi moloz. Abartayım biraz, bir tuğlayı moloz haline getirsek bir çuval filan dolduruyor sanırım. Genelde de ustalar ya molozu hiç atmıyor, atanı da en az 8 ay kapı önünde bekleyip mayalanmadan atmayı uğursuzluk sayıyor.

Tesisat işi tadilatın en kritik bölümü gördüğüm kadarıyla.

Önceden makinaların, telefonların, tv nin, balkon çeşmesinin her şeyin yeri belirlenmesi şart. Sonuçta hem elektirik hem su tesisatı işi önemli, olmadı bir daha kıralım durumu hem zamanı uzatıyor hem maliyeti yukarıya çekiyor.

Evde eşyalar sığıyor mu, sığsa da nasıl yerleştirmek daha optimal olur konularını auto cad programları ile çözmek mümkün. Bunun için mimardan ya da auto cad bilen bir arkadaştan yardım almanızı öneririm.

Zira eve sığması mümkün olmayacak eşyaları taşımak çok manasız.

Bilimum ankastre markasının bilimum broşürlerini sorun, satır satır okuyabilirim size: Hangi markada wok tavası gözü var, döküm ile emaye ocak farkı nasıldır, teleskopik ray nedir, ocak kendi kendini nasıl temizler konusuna son derece hakimim şu an, kitabını yazarım.




Trendy fayanslar, yer karoları, istenen ve beklenen mutfak dolapları konulu kitabımı ise daha sonra yayınlamayı planlıyorum kısmetse.

Haaa,  bu arada, aslında en çok yapmak istediğimiz balkon içeri alma, çatı yükseltme gibi işleri hiçten yapamadık. Zira 6 ay önce çıkan yönetmelik nedeniyle dışarıdan görünen tüm tadilat işleri yasaklanmış. Bu nedenle evin içinde bir şeyler yapabiliyoruz ama ne yazık ki dışarıdan görünen tadilatlara hiç giremedik. Bu zaman ve para olarak bizi kara geçirse de, mekansal büyüklük olarak bizi zarara soktu, ama neyse kısmet.

Sonuç olarak herkes gibi eşim ve ben de daha konforlu, daha modern, daha şık bir ev amacıyla yola çıktık, hala yolu yarılayamadık bile. Yine herkes gibi "Bitince güzel olacak ama, değecek" diyerek kendimizi avutuyoruz.

Umarım, en kısa zamanda bu süreç biter de biz de evimizde yaşamaya başlarız. Zira artık siyah mermer, vizon galamur, beyaz parlak yüzey yer karosu sarmalından kurtulmak ve o sarmalda elimde vileda ile temizlik yapmak istiyorum.

1 Ekim 2013 Salı

Özgür Bolat..

Samimi arkadaşlarım bilir, yazılarım dışında pek zincir mesaj atmayı sevmem.

Ama Perşembe günleri genelde dayanamam, özellikle çocuk sahibi olan arkadaşlarıma, ya da kızlarımın arkadaşlarının annelerine bir mail atarım.

Özgür Bolat yeni yazısını yazmıştır çünkü.

Geçen hafta samimi bir arkadaşım " Kimdir bu Özgür Bolat? " deyince anladım ki, konuya parmak basmanın vakti gelmiştir.

1979 yılında işçi bir ailenin 3 çocuğundan biri olan Özgür Bolat, Antalya'da bir gecekonduda doğmuş. Daha sonra Boğaziçi Üniversitesi Eğitim  Fakültesi İngilizce Öğretmenliği bölümünü birincilikle bitirmiş. Ardından New York Üniversitesi'nde burslu olarak psikoloji, en son da Harward'da yüksek lisans eğitimlerini tamamlamış. Yüksek lisans eğitimini Harward'da 4.00 ile tamamlayan nadir kişilerden.Doktor ünvanını Cambridge'den almış.

Halen  Bahçeşehir Üniversitesi'nde  öğretim üyesi olarak çalışıyor ve Hürriyet gazetesinde haftalık yazılar yazıyor.

Adıyla aynı  bir blogu var, yazılarını bu blogdan da takip edebiliyorsunuz.

Ben kendisini tesadüfen tanıdım.

Daha doğrusu gazetedeki yazılarından.

Sonra da fanatik bir taraftarı oldum.

Yazılarımı takip edenler bilirler.

Çocuk yetiştirme, eğitim, annelik gibi konular ilgimi çekiyor ve bu konularla ilgili yeni şeyler öğrenmekten hoşlanıyorum.

Öğrendiklerimin tümünü uygulayabiliyorum dersem kuyruklu bir yalan olur. Ancak okuduğumuz konular üzerinde düşünme fırsatı yaratmak bile bence büyük kazanım.

Dolayısıyla her hafta bu konularda kaliteli bir tartışma konusu açan ve yönlendirme yapan birisini okumak en azından bir anne olarak görevim diye düşünüyorum.

Bazen doğru bildiğim yanlışları öğreniyorum, bazen hiç aklıma gelmeyen konuları tespit ediyorum, ama mutlaka bir tortu kalıyor bir yerlerde.

Çünkü Özgür Beyin yazıları öğreten insan  tadında değil, karşılaştırmalı ve sohbet havasında yazdığından ben çok keyif alıyorum.



Örneğin geçen haftalarda övgü konusunu okuduk. Bizler anne baba olarak genellikle çocuklarımız güzel bir şey yaptığında onu överiz ve bunun çocukta olumlu motivasyon yarattığını düşünürüz.

Ancak yazıya göre övgü çocuğun elinden kontrolü alır ve onu güçsüzleştirir. Ama tanıklık kontrolü ona verir.

Yani aslında, " Bülent dersine çok güzel çalıştı" yerine " Bülent dersine bir haftadır çalıştı." dememiz kontrolü ona vermemizi sağlar, yani tanıklıktır.
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/24648735.asp

Ya da ceza..

Özgür Bolat'a göre ceza olayı meşrulaştırır ve duygu yönetimini zayıflatır.
Suçluluk önemli bir duygudur,kendini affetmeyi bilmeyen mutlu olamaz, ama cezasını ödeyen biri suçluluk duygusunu yaşamaz. Verilen örnekte, idam cezası verilen ülkelerde insanların idam cezası olduğunu bildikleri halde suç işlemekten kaçınmadıkları yazıyor ve bence çok vurucu bir örnek.
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/24788943.asp

Son zamanlardaki ve en beğendiğim yazılardan biri de spor hakkında. 

Türkiye'de iyi sporcu olmak mümkün değil diyor Özgür Bolat. Türk katı eğitim sisteminde haftada en az 40 saat eğitim gören çocuğun haftada en az 20-25 saat antreman yapması mümkün değil. Ayrıca Türkiye'de diğer ülkelerden farklı olarak temel eğitim ile spor eğitimi farklı kurumlardan veriliyor. Özgür Bolat, bunun sporcu yetiştirmeyi imkansız kıldığını söylüyor ve diyor ki:

Eğer Da Vinci hem temel hem sanat eğitimini Verrocchio 'dan almamış olsaydı, bugün Da Vinci diye birisinden bahsetmek imkansız olurdu.

Her yazısından örnek vermek zor.

Kitabı, ehliyeti, kullanma kılavuzu olmayan çocuk yetiştirme işinde akıl almak ve süzüp içselleştirerek uygulamak isteyenler için çok değerli bir kaynak bence. 

Takip etmenizi öneririm.

26 Eylül 2013 Perşembe

Anket...

Çocuk büyütmek değişik bir deneyim, her gün yeni bir şey öğreniyor, yeni bir şey deniyorsun.

Bazılarında zorlanıyor, bazılarında zorluyorsun.

Bazılarında çocuğu zorlarken için acıyor, ama onun iyiliği için yapıyorsun.

Mutluluğunu, hayal kırıklığını görüyorsun bazen, ama sonuca ulaşınca da gurur duyuyorsun.

***
Kızların okulu dün onlara anket kağıtları dağıtmış.

Türkçenin yanlış kullanımı ve bozulmasına karşı çıkmaya yönelik hazırlanan bu anketin öğrenciler tarafından mümkün olduğunca fazla kişiye yapılması istenmiş.

Kızlar da büyük bir görev aşkıyla hemen anketleri fotokopicide çoğalttılar, onların akıllarında kişi başı 50 kişi civarında bu anketten yapabilecekleri gibi bir hedef vardı.




Bana 50 adet biraz iddialı geldi, oysa onlar emindi yapabileceklerinden.

Sonra Kadıköy'den Moda'ya doğru yola çıktık.

O yolu yürüyenler bilirler, yüzlerce dükkan ve sokaklarda yürüyen ciddi bir kalabalık vardır.

Bizimkiler yolda gördükleri dükkanlara girerek anketlerini yapmaya karar verdiler.

***
Uzun yıllar bankacılık yapmış ve ekibine kredi kartı sattırmak üzere satış planı ve stratejisi yapmış biri olarak yapacakları işin zorluğunu biliyordum.

Ekip arkadaşlarımla sabah toplantı yapar, hangi lokasyonlara gideceklerine, hangi insan grubuna erişmeleri gerektiğine, hangi insan kitlesiyle nasıl konuşacaklarına karar verdim senelerce.

Reddedilme nedenlerini, red cümlelerini, insan davranışlarını, hepsini çok iyi biliyordum. Acı tecrübeler..

Tabii ki kızlara bundan bahsetmedim. 

Benim deneyimlerim genellikle olumsuzdu, ben bizim kızların neler yaşayacağını heyecanla bekliyordum.

Sonuçta yanımda 3 gün önce 12 yaşına basmış iki kişi vardı, hep steril ortamlarda yaşadılar, dükkanlara hep alıcı olarak girdiler, tanımadıkları hiçbir kimseden birşey talep etmediler.

Belki abartıyorum, ama 22-23 yaş üstü, bir çok eğitimli çocuk bu sınavdan pek kolay geçemedi çalışma hayatım döneminde. Reddedildiklerinde hayal kırıklığına uğradılar, insanlarla tanışıp konuşmaya utandılar, satamadılar, ya da yalvar yakar oldular, kendilerinden ve kişiliklerinden ödün verdiler, velhasıl zordu.

***

Sonunda bizimkiler gözlerine ayrı ayrı birer dükkan kestirdiler ve girdiler.

Ben dışarıda kapıda bekliyorum.

30 saniye sonra ikisi de yüzleri asık bir şekilde geri döndüler.

Bir tanesinin gözünden yaş akıyordu, reddedilmek hayal kırıklığına uğratmıştı. 

Aslında ikisi de çok bozulmuştu, biri daha çok dışa vurdu.

En standart cevapları almışlar. Vakitleri yokmuş, şimdi müsait değillermiş, vb vb.

***
İşte gerçek hayata hoş geldiniz.

50 adedinin ne kadar yüksek bir hedef olduğunu, sırf onlar istedi diye insanların hemen evet demediklerini, insanların hayır demeye çekindikleri için binbir bahane uydurduklarını hepsini 30 saniye içinde gördüler.

Büyük bir hayat tecrübesi.

***
İkinci denemeyi yapmaya çekindiler.

Uzun uzun yürüdük. Cesaretlerini toplayamadılar. Onlarla konuşmak zorunda kaldım bir süre.

Ardından denediler. Birisi iki, diğeri bir anketle çıktılar dükkanlardan.

Hemen motivasyon arttı.

Bir sonraki dükkana girmeden önce baktım, psikolojik ve sosyolojik tespitler başlamıştı.

Mesela eczacı gibi, kırtasiyeci gibi, zeytinyağcı gibi, kitapçı gibi dil ile kültür ile ilgilenmesi daha muhtemel dükkanları seçmeye başladılar.

Dükkana girmeden önce daha sevimli yüz ifadeleri takınmaya başladılar, gülümsemeye çalıştılar.

Sonuç daha başarılı oldu.

Hedefledikleri sayının yarısına gelince, evde yapılması gereken ödevler olduğundan ve ben artık yorulup mızmızlanmaya başladığımdan eve döndük.

Haa, bir dükkanda dükkan sahibi yemek yiyormuş, "Bırak 10 dk sonra gel." dediğinden, tam eve girmeden gidip o anket de alındı.

***
Muhtemelen 3 ay kalsalar okulda öğrenemeyeceklerini öğrendiler, üzerinde düşünmedikleri konular hakkında düşünme fırsatları oldu, reddedilmeyi, ikna etmeyi, insanlardan birşey isterken sevimli olmak gerektiğini, içerideki kişinin müsait olup olmadığını kontrol etmeyi, sosyolojik ve psikolojik saptamalar yapmayı öğrendiler.

Yaptıkları anketin Türkçemiz üzerine katkısı ne kadar olacak bilemem, ama kızlarımın hayatlarının en önemli günlerinden birini yaşamaya vesile olduğundan okula teşekkürü borç bilirim.







23 Eylül 2013 Pazartesi

Kadıköy Çarşısı..

Hayatımızda bazı değişiklikler yapmaya çalışıyoruz bu dönem.

Çocukların okulunu, evimizi, semtimizi, kıtamızı..

Bu geçiş sürecinde, evimiz hazır olana kadar sağolsun annem ve teyzem evlerinin kapısını bize açtılar.

Her gün hem sabah hem akşam çocukları okula götürüp getirmek için  Kadıköy Çarşısı'nın eskisi gibi müdavimi oldum mecburen. Günde minimum 4 geçiş, az değil.

***
Üniversiteyi kazandıktan sonra annem İstanbul'a taşındı ve biz hep Kadıköy, Moda, Kızıltoprak üçgeninde yaşadık.

Üniversitede okula gitmek için vapura hep yürürdüm. Sabah da akşam da..

Daha sonra evlenince Koşuyolu'na oturduk ve Kadıköy ile hem anneden dolayı hem de  merkez olmasından dolayı bağlantım kopmadı.

Kadıköy çarşısı eskidir, hem de çok..1800 lerden kalmadır.

Ben 1989'dan beri çarşıyı bilirim, alışverişimi yaparım, yolum düşer..Hatta yolumu düşürürüm bir şekilde.

İki haftadır, yeniden buralarda yaşamaya başlayınca eski günlerin anısına saygı duymayı ama güzel yenilikleri de görmeyi kendime borç bildim.

Aslında Kadıköy'ün Tarihi Çarşısı, 18. yüzyıldan itibaren Türk ve Rum halklarının ortak yaşamlarıyla şekillenen ve hareketli temposunu hiç kaybetmeyen önemli noktalardan biri.

19. yüzyılda Ermenilerin de katılımı ile konut ve ticaret merkezi haline dönüştürülmüş, Osmanlı İmparatorluğu'nun da özgün mimari eserleriyle süslenmiş olan çarşımanavları,balıkçıları, eski kitapçıları, lokantaları, pastahaneleri ve küçük nostaljik dükkanlarının yanında, camiler, kiliseler gibi tarihi eserleri ile de tüm Kadıköylülerin vazgeçilmez bir buluşma noktası.




Eskiden yani ben bıraktığımda çarşıda Baylan, Hacı Bekir, Beyaz Fırım, Cafer Erol, kuruyemişçiler, kokoreççiler, bir iki köfteci, birkaç parfümeri, şarküteriler, balıkçılar, kitapçılar,kiliseler  ve fırınlar vardı. Hatta balıkçıların olduğu yerde yaşayan büyük bir kazı buraları bilen herkes hatırlar. Sanırım öldü, yıllardır görmüyorum. Gençlik kitabevi de gitti, Nezih oldu sanırım.

Şimdi  bunların çoğu yok.

Haa, şu anda da çok güzel, ama detaylı inceledikçe görüyorum da kabuk değişmiş.

Şu anda barlar sokağı olan yerde ilk açılan barı  hatırlarım, o zamanlar o sokak için çok radikal bir girişimdi. Şimdi o sokakta nerdeyse ev kalmadı.

Aşağıda Nevizade gibi olan balık lokantası, meyhane, fasıllı çalgılı lokantaların hiçbiri, ama hiçbiri yoktu.

Oralarda fırınlar, mantıcı, yufkacı, elektrikçi, çerçeveci gibi daha mütevazi dükkanlar vardı.

Şu anda her gün eski bir esnafın dükkan kapatması ve lokantaya dönüşmesi sürecinde Taksim, Beyoğlu bölgesinde dışarıya konan masaların engellenmesinin etkisinin olduğunu düşünüyorum. Yani başka belediyelerin kendileri için aldıkları kararların gelip Kadıköy'ü olumsuz etkilemesinden rahatsızlık duyuyorum.

Ben üniversitedeyken düşünün Çiya bile yoktu. Çiya günümüzün en önemli yöresel lokantalarından biri. Şu anda sanırım Kadıköy'de üç noktada hizmet veriyor. Her gün bahçesinde oturan bir ünlüyü görebilirsiniz Çiya'da. Gitmemiş olanlara ısrarla tavsiye edebilirim.

"Kumral Ada  Mavi Tuna'yı" okuyan herkes, daha önce bilmese de uğramıştır mutlaka Baylan'a. Kup Griye'nin tadına 1954'ten beri kaç kişi bakmıştır bilemiyorum. Orası hep efsaneydi ve efsane olarak kalacak sanırım.

Ben tatlı sevmediğimden uğrak yerlerim Mercan gibi kokoreç ve midyecilerdi. 

Halil Lahmacun. Ahh, bir de tabii ki midye dolma.

Midye Dolmaların en iyisi ise şarküterilerden alınır.

Çarşıdaki şarküteriler kadar zengin, taze ve lezzetli çeşidi olan şarküteri , hem de bu kadar fazla adette şarküteri bence başka yerde bulunamaz.

Mevsim şu anki gibi balık mevsimi ise balıkçılar çok civcivlidir.

Palamutlar dört gözle alıcılarını beklemekte mesela, isterseniz balıklarınızı alıp gidip pişirtebileceğiniz yerler de açılmış, eskiden yoktu.

Akmar Pasajı, kitapçılar ekoldür Kadıköy'de. Akmar sanırım eskisi gibi popüler değil ama yanyana ve çok katlı kitapçılarda her hafta sonu ünlü bir yazarın imza günü olur. Her zaman da doludur bu kitapçılar. Kadıköylü okumayı sever.

***
Eskiye göre ne değişmiş derseniz fiziki özelliklerden çok ziyaretçi yapısı değişmiş derim.

Eskiden benim gibi işe gelip gidenlerden ya da Anadolu yakasında oturup alışveriş yapmaya gelenlerden oluşan ziyaretçi kitlesi, artık gece eğlencesine, dersaneye gelenlerle yer değiştirmiş.

Fakat bana asıl değişik gelen şu oldu: Biliyorsunuz İstanbul'a gelen turist sayısında eskiye göre ciddi artış var. Eskiden Sultanahmet, Ayasofya, Kapalıçarşı'ya gelen turistler artık Kadıköy Çarşısına da geliyor, kokoreç, balık, lahmacun yiyor. Başlarında bayrak tutan turist rehberiyle dolaşan turist gruplarıyla karşılaşmanız işten bile değil.

İşin kötü tarafı aklınızda olmayanları görüyor, kokusunu duyuyorsunuz çarşıda gezerken. Hele de ekmek kokuları yok mu?

Yıllardır Ataköy'de fırın diye birşey görmeden yaşadım. Ekmek hamuru gerektiğinde taaa Şirinevler'e kadar yürümek zorunda kaldım.

Şimdi her akşam taze ekmek kokuları duyarak eve gelmek zor. Umarım bu geçici Kadıköy Moda süreci bana bol kilolar olarak geri dönmez.


19 Eylül 2013 Perşembe

Ölmeden Önce Tutmanız Gereken 3 Şey.. Oruç, Kaka, Baston.

Bir süredir fiziken pek gazete almıyorum.

Genellikle internetten gazete okuyor, gündemdeki sıcak konuları da , twitterdan öğreniyorum.

Tabii bir de Zaytung var.

Günlük gelişmeleri gazetelerden okumak kadar keyifli ve aslında haber almanızı sağlayan bir platform bu.

Eminim çoğunuz bakmışsınız, okumuşsunuzdur.

Zaytung..

Almanca gazete demek.


Zaytung Amerika'da kurmaca haberler yapan The Onion News adlı siteden etkilenerek hazırlanmış bir mizah ve ironi platformu.
Önce sadece kurmaca haberlerle başlayan Zaytung daha sonra Son Dakika, Spor, Sergi, Blog gibi bölümleri de ekledi.
Ben özellikle dergi kapaklarına hastayım. Hatta bu yazıyı yazmama platformun 65+ dergisinde gördüğüm bir yazı sebep oldu.( Ölmeden tutmanız gereken 3 şey.. Oruç, Baston, Kaka..)

Haaa, bir de "Çocuğunuz Tatile Hazır mı? Yol boyunca ağlayabilmek için nefes egzersizleri" ve "Games of Toruns" var.(Mikrop dergisi)

Dergilerin altındaki Facebook'ta paylaş, Twitter'la yolla butonlarının yanındaki "Allah'a havale et " butonu ise beni benden alıyor. Haa, denedim, bu butona basınca Diyanet işleri Başkanlığının sitesine bağlanıyorsunuz.
Günde yaklaşık 200 bin kişinin ziyaret ettiği platformda haberlerin neredeyse son paragrafına kadar gerçek izlenimi verilerek haberler oluşturuluyor. Ancak son paragrafta konu iyice epriyor ve çığırından çıkıyor. Hafta sonu tıklama sayısı 100 bine kadar düşüyor.Aslında 5 kişiden oluşan ve ekşi sözlük kökenli kadroya 50-60 kadar kişi de destek veriyor.
Zaytung'dan haberi olmayan dış basın bir defa Ermeni soykırımı tasarısı haberiyle ciddi sanıp alıntı yapmış. Ayrıca Banu Avar, Melih Gökçek gibi bazı ünlüler de haberdar olmadıklarından Zaytung haberlerini ciddiye alıp tepki veren kişilerden.
Müthiş bir zeka pırıltısı ile dolu haberleri okurken etkilenmemek elde değil. İnsan bu ekiple tanışıp, kanka olma arzusu taşıyor.
Size tavsiyem hala bakmadıysanız, canınız sıkıldığında, karşınızda zeka pırıltısı görmek istediğinizde, bazen de gündemdekileri okumayı arzu ettiğinizde Zaytung.com'a göz atın derim.
Mesaide olup da gülümsemek isteyenler için..http://www.zaytung.com/haberdetay.asp?newsid=222924
Keyifli okumalar...

16 Eylül 2013 Pazartesi

Konserve.. Konservatizim..

Birkaç gündür bilgisayarı elime alamadım.


Araya bir Mustafakemalpaşa, bir Tekirdağ gezisi bir de ufak çaplı evden eve nakliyat sıkıştırınca yazı yazmaya, yazdığım platformları yönetmeye, okuyuculardan gelen mailleri okumaya vb fırsat olmadı.

Dün akşam bilgisayarı elime aldım açtım, " Güncelleme başladı, lütfen bilgisayarı kapatmayın" yazdı. Bekledim, bekledim, bekledim, kalktım iki tur attım, bulaşık makinası boşalttım, göz kararı süt kattım, sana kek yaptım, döndüm geldim. Baktım hala bilgisayar hala güncelliyor.

Hem acelem vardı, "Off hala bitmedi." diye sıkıldım, hem de etkilendim, takdir ettim arkadaşı.

Sevgili emektar bilgisayarımın "Sadece bir haftada neler birikmiş, nerde geri kalmışım, hangi konuda kendimi tamamlamam lazım, ne yapsam da eksiklerimi gidersem, dünya değişiyor, geri kalmamam lazım,vb vb." şeklindeki duyarlı yaklaşımı beni son derece etkiledi.

Öyle ya, hiç aklım ermez, bilgisayar denen alet zaten nasıl olur da içinde o kadar program saklar, sonra o programlarda taaa uzaklarda bir güncelleme yapıldıysa hisseder, kaldırır getirir, benim kullanımıma sunar.

Makina sonuçta, aklı yok fikri yok, ama bunu akıl ediyor yapıyor.

Sonra etrafıma bakıyorum, koca koca insanlar, kimisi akil insan, kimisi anamız babamız, kimisi yöneticilerimiz, kimisi kanaat önderi ancak el kadar makinanın yaptığını yapamıyor.

Hayat değişiyor gibi klişelere girmek istemiyorum ama gerçekten değişiyor. 

Sadece teknoloik anlamda değil, koşullar değişiyor, yediğimiz içtiğimiz, okuduğumuz, oturduğumuz ev, bindiğimiz araç belki evlendiğimiz insan formatı, hepsi değişiyor.

Ama mesela kızlarımın eski okulunun müdürü, " Biz 150 yıllık ekolüz, değişmeye ihtiyacım yok, biz böyleyiz, koşulların değişimine uymayarak çocuklarınızı mağdur edebilirim. " diyebiliyor.

Aslında bu duruma tam olarak "muhafazakarlık" ya da "konservatiflik" diyoruz.

Bazı eğitim sistemleri muhafazakarlığı düstur edinir. Hatta adı üstünde müzik eğitimi veren kurumların adı "konservatuvar" dır, yani konserve haline getirendir.

Muhafazakârlık bir sağ kanat ideolojidir. Muhafazakârlığın var olan kazanımları ve değerleri korumak şeklinde bir yanı da vardır. Bu açıdan bakıldığında, herkes, solcular dahil, istedikleri toplumsal düzen gerçekleştiğinde muhafazakârlaşabilirler.

Muhafazakar görüş, zamanla edinilen kazanımların birikmiş bir bilgelik oluşturduğunu, bu nedenle bu birikmişliği değiştirmenin doğru olmadığını savunur.

Muhafazakarlık akla da önyargılı yaklaşır. Bir kişinin sadece düşünceleriyle oturmuş düzeni temelinden sarsmasına- haklı olsa dahi- karşı çıkar.

Genelde muhafazakarlık kavramıyla dindarlık kavramı birbirine karışır. Evet, din kavramı sorgulamaya ve değişime açık değildir, dolayısıyla dindar iseniz, en azından dini konularda muhafazakar olmak zorundasınızdır.

Ancak asıl acıklı olan birçok aydının, eğitimli insanın aydın geçinip eski kavramlara birçoğumuzdan daha bağlı olması yani muhafazakar olmasıdır.

Her alanda muhafazakar olmak mümkündür... Muhafazakar ateist, muhafazakar Budist, muhafazakar Hiristiyan, muhafazakar salak olmak mümkündür..

Belki de muhafazakarlığın en akılcı,mantıklı ve sağduyulu tanımlarından birisini Cemil Meriç yapmıştır.

"Ben ne sadece muhafazakarım ne de sadece yenilikçi. Bazı konuların muhafazasını isterken, bazı konularda yenilik isterim" 

Bir muhafazakarın birincil düşmanı kendi ülkesindeki aydınlar, ikinci düşmanı farklı kültüre mensup ülkedeki muhafazakarlardır.

Değişime açık olmak cesaret gerektirir, muhafazakarlar değişimden korktuklarından muhafazakardır belki de.

Bir zamanlar en büyük imparatorlukları kurup, ilimde irfanda en ileriyken, korkudan matbaanın gelmesinden, güçlerinin kaybolmasından korkarak şu anda sadece izleyici toplum olmamıza neden olanları,



Ya da 1600 lı yıllarda hesaplayıp, Galata Kulesi'nden Üsküdar'a uçmayı becerip sürgünle cezalandırılan Hazerfen Ahmet Çelebi'yi unutmayalım derim.

İlginizi Çekebilir;

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...