28 Ocak 2013 Pazartesi

Türkiye'nin En Güzel Köprüleri 1


Cumartesi sabah TV de EMITT fuarından yapılan canlı yayınlar vardı.

Yetkili Trakya'yı anlatırken, Trakya bölgesinde 16 tane en genci 300 yaşında olan tarihi köprü olduğundan bahsediyordu.

"Tüm bu köprüleri gezmek isterseniz 2 günden fazla zaman ayırmanız gerekli." diyordu.

Ayrıca Trakya'nın Avrupa ile Anadolu arasında köprü görevi gördüklerini ve bu nedenle temalarının da köprü olduğunu anlattı. Sanırım bu tema ile "en iyi temalı stand" ödülünü de aldılar dün.

Seyrettikten sonra köprü konusunu düşündüm uzun uzun.

Ülkemiz bir akarsu cenneti olduğundan, bu akarsuları aşmak için atalarımız bin yıllardır hem işlevsel hem de son derece estetik birçok köprü yaptılar.

Bu nedenle sizlerle köprüler konusunu konuşalım istedim bugün.

Çifte Köprü- Arhavi- Artvin  ile başlayalım..





Doğa neye izin verirse neyi gerektirirse, hayat ona göre kurgulanır.

Hemen tüm Karadeniz Bölgesi’nde yaygın olarak görülen kemer köprüler, inişli çıkışlı dağlık arazilere uyum gösteren yapılardır. Birbirine dik konumda bağlanan iki farklı köprüsüyle Çifte Köprü, yörenin en güzel tarihi köprülerinden biridir. Artvin ili Arhavi ilçesi Ortacalar bucağı yakınlarındaki köprülerin ne zaman inşa edildikleri net olarak bilinemiyor ancak 1850’li yıllara tarihlendikleri tahmin ediliyor.

Bu tarihi yapılar zamanında Kafkasya’ya asker sevkıyatı amacıyla da kullanılmış. 


Mikron Köprüsü- Çamlıhemşin - Rize






Doğanın gerekliliklerinden bahsettik az önce. Yörenin coğrafyasının getirdiği zorunluluktan dolayı dik yamaçlara yapılan evlere ulaşım, çoğunlukla dereler üzerindeki tek kemerli taş köprülerle sağlanıyor. Birçoğu yörenin varlıklı kişileri tarafından yaptırılan bu köprülerin tarihi 18. yüzyıla kadar uzanıyor.

Rize’nin Çamlıhemşin ilçesinde, Fırtına Vadisi üzerinde yer alan Mikron Köprüsü, bölgedeki ona yakın köprüden yalnızca bir tanesi. Çamlıhemşin-Ayder Yaylası yolu üzerindeki Aşağışimşirli köyü yakınlarındaki köprü, 30 metre uzunluğunda ve dere seviyesinden yaklaşık 12 metre yükseklikte. Bazen sel tehlikesi olabiliyor.Köprünün  19. yüzyılın ilk yarısında yapıldığı düşünülüyor. Köprünün kemeri kesme taştan, ayakları molozdan, korkulukları ise briketten örülerek yapılmış.


Kiremitli Köprü- Hapsiyaş Köprüsü- Of- Trabzon





Yine bir Karadeniz köprüsü. Bu köprü, kayalar üzerine oturtulan kesme taş ayakları, ahşap gövdesi ve üzerini örten yöreye has kiremitli çatısıyla benzerlerinden ayrılıyor. Taş işçiliğinin gelişmediği çok eski dönemlerde, malzeme olarak ahşabın çok sık kullanıldığını biliyoruz. Eski tekniklerle inşa edilen Hapsiyaş Köprüsü, görsel güzelliğiyle kentin en bilinen anıt eserlerinden biri.

Köprü, 1935 yılında büyük ahşap kütükler kullanılarak yapılmış. Kemere benzeyen geometrik biçimli tasarımı sayesinde geniş dere yatağı başarılı bir şekilde aşılmış. Bölgede başka bir örneği bulunmaması nedeniyle 1996 yılında “anıtsal eser” statüsünde tescil edilen köprü, 2002 yılında Trabzon Valiliği tarafından aslına uygun olarak restore edilmış.


Talazan Köprü - Niksar- Tokat





Tokat’ın Niksar ilçesine 15 kilometre mesafedeki köprü, Niksar-Erbaa karayolu üzerinde. Günümüze ulaşan bir kitabesi bulunmadığı için yapım tarihi hakkında bilgimiz olamıyor. Köprünün yedi sivri kemer gözü mevcut.

Danişmentlilerden kaldığı tahmin edilen köprünün mimari üslubunu değerlendiren bazı farklı  kaynaklar da  13. yüzyılın ilk yarısında inşa edildiğini söylüyor. Yani Selçuklu dönemine de uzandığı rivayet ediliyor.


Alçak Köprü- Amasya




Sevgilisi Şirin için dağları delerek efsanelere konu olan Ferhat ile antikçağın coğrafya bilgini Strabon’un memleketi olan Amasya da Edirne gibi bir köprüler kenti. Ortasından geçerek şehri ikiye bölen Yeşilırmak üzerinde ona yakın asırlık köprü bulunuyor. Bunlardan biri de ilginç mimarisiyle dikkat çeken Alçak Köprü.

Arkasındaki tepenin eteklerinde kayalara oyulmuş kral mezarları bulunan bu tarihi eser, Roma dönemine dayanıyor.


Koyunbaba Köprüsü- Osmancık- Çorum





Anadolu coğrafyasının zengin kültürü, birçok olayı veya tarihi eserin varlığını açıklayan türlü hikayeler ve öykülerle günümüze kadar geliyor. Bunlardan biri de Çorum ili, Osmancık ilçesinde bulunan Koyunbaba Köprüsü ile ilgili olanı.

Otlukbeli Savaşı’na giden Fatih Sultan Mehmet, hayır duasını almak amacıyla Hacı Bektaş Veli’nin halifelerinden Koyun Baba’ya uğramış. Fakat padişah Kızılırmak üzerine bir köprü yapılmasını isteyen Bektaşi önderinin dileğini yerine getiremeden vefat etmiş. Babasının ölüm haberini alarak Çorum’a gelen Sultan Bayezid, dönüşte Koyun Baba’dan kendisini Kızılırmak’ın karşı kıyısına geçirmesini istemiş. Bayezid’i karşı yakaya geçiren Koyun Baba, hikmetini konuşturup göz açıp kapayıncaya kadar sultanın İstanbul’a ulaşmasını sağlamış. Bu mucizeden etkilenen Sultan Bayezid, Kızılırmak Nehri üzerine söz verdiği köprüyü yaptırmış.


Anlatacak köprü çok, bir sonraki yazıda devam edelim.

22 Ocak 2013 Salı

Dondurma Kutusu...

Ben de çocuklar da çok şanslıyız.

Eşimin ailesi yılın büyük bir bölümü köyde yaşıyorlar ve orada olmanın gereğinden de fazlasını yapıyorlar.


Yani ekme, biçme, çiftçiliğin yanı sıra tarhana, salça, turşu, fasulye, nohut, mercimek, ev ekmeği, soğan, patates ve hatta pekmez, peynir, zeytin, reçel, yoğurt, köy yumurtası, köy yoğurdu,
 köy tavuğu.

Bu liste bitmez.

Sağolsun kayınvalidem tüm bunları yapmakla kalmaz bir de torunlarına yollar.


Ben ve eşim de eşantiyon olarak bu imkandan yararlanırız.


Köyün evimize 150 km uzakta olması nedeniyle, bu malzemelerin getirilmesi götürülmesi de ayrı bir uzmanlık gerektirmektedir.


Tüm bu nedenlerle evimizde her türlü atık madde geri dönüşümden geçer.


Yani yumurta kartonları, boş yoğurt kutuları, boş peynir kutuları, cam kavanozlar, eski gazeteler ve dondurma kutuları asla çöpe atılmaz.


Tüm bunlar eğer ben kıyamet kopmuş da birşey yapmayı becerebildiysem dolu ama, yüzde 90 boş olarak köye gider ve yukarıda saymakla bitiremediğim iyi tarım ürünleri ( Ne yazık ki organik diyemiyorum, eve yakın bir çok tarla var ve bu tarlalarda ne yazık ki bol bol tarım ilacı kullanılıyor.) bu kutu ve kavanozların içinde evimize gelir.


Özellikle dondurma kutuları çok kritiktir.

Buzlukta duran dondurma kutularında ya daha önce haşlanmış tavuğun suyu vardır, ya yoğurulmuş pişirilmeye hazır hale getirilmiş köfteler, kavrulmuş kıyma ya da zeytinyağlı fasulye.

Eğer bir çocuk buzluğu açtığında direk dondurmaya ulaşıyorsa o işte bir enteresanlık var demektir.

Gerçek anneler saklayacakları yiyecekleri saklama kabına koymaz, tupperware ya da ikea saklama kabı yoktur onların dünyasında. Dondurma kutusunda dondurmaya, ancak zengin ve elit ailelerde rastlanır.

Ya da dondurma kutusunda dondurmaya rastlandıysa o ev bekar ya da öğrenci evidir. Hemen bir anne çağırılmalı ve olaya el koyması sağlanmalıdır.

Hatta dondurma kutusundan başka bir şey çıkması o kadar normaldir ve kanıksanmıştır ki, açtığınızda eğer dondurma çıkarsa, " Hay Allah, canım nasıl da yaprak sarma çekmişti." ya da " Şöyle güzel zeytinyağlı sarımsaklı bir börülce olsaydı fena olmaz mıydı?" gibi demeçlerle karşılaşmak çok normaldir.

Daha şekilli olsun diye internette kolaylıkla erişebileceğiniz el işleri sitelerinde bu kutuları daha estetik hale getirmeye yönelik bir çok sayfa bulabilirsiniz.

Ama ben bunu hiç samimi bulmuyorum, doğal olmak her zaman tercihim olmuştur.




Dolapta zeytinyağlı börülceyi, kavrulmuş kıymayı, kuru köfteyi saklama kabında saklayan anne anne değildir, olsa olsa taşıyıcı annedir.

Akşam oldu, durun ben kalkayım da  kayınvalidemin elleriyle yaptığı ve yoğurt kutusuna koyarak yolladığı kuskusları alayım,güzel bir kuskus yapayım.

Beklerim efendim..



20 Ocak 2013 Pazar

Örgün Mü, Evde Mi?

Bu hafta uzun zamandır görüşemediğim sevdiğim farklı kişilerle buluştum.
Çok keyifli görüşmelerdi.

Eskiden yanında çalıştığım ve çok sevdiğim saydığım ve ablam yerine koyduğum eski müdürümle buluştum önce.

Ertesi gün de uzun yıllar yurt dışında yaşayan ve çocuklarını burada büyütmek için kesin dönüş yapan  üniversiteden arkadaşımla..

Her iki görüşmede de bir şekilde dönüp dolaşıp konu eğitim sistemine geldi.

Geçenlerde okumuştum.

"Okul öncesi eğitimin kurumsallaşmasının kökeni 19. yüzyıla dayanmaktadır. 1800'lü yılların ilk yarısında Avrupa'da ortaya çıkan “Endüstri Devrimi” çekirdek aileyi etkilemiş, ebeveynlerin fabrikalarda uzun süreli çalışmaları sonucunda 0-6 yaş çocuklarının bakımı, beslenmesi ve korunması ortaya önemli bir sorun olarak çıkmıştır. İngiltere'den Owen, Almanya'dan Fröbel ve İtalya'dan Montessori erken çocukluk pedagojisinin teorisyenleri ve bu düşüncenin mimarları olarak kabul edilmektedir. "

Yani ben o kadar safdilmişim ki, yüzyıllardır eğitimin toplumu kalkındırmak ve ileriye taşımak amaçlı verildiğini düşünüyormuşum. Oysa amaç sadece ve sadece insanların daha fazla çalışmasını ve sömürülebilmesini sağlamak için uygun altyapının sağlanması yani anne ve babaların çocuklarını merak etmekten kurtarmasına yönelik  bir çözüm üretmekten ibaretmiş. Yani temelini iyi niyetli bir yaklaşımdan almıyor

Son dönemde evde olmam hasebiyle çocuklara ve onların eğitimine harcadığım emek ve zaman gerçekten çok arttı. Geçen senelerde hem dersler daha kolaydı hem de bu işi evdeki yardımcıma devrederek ben rahat rahat vakit geçiriyordum.

Bu sene yani 5. sınıf oldukça akademik yoğun bir sınıf. Evde ciddi bir şekilde destek vermek gerekiyor. Her yazılıdan önce hem ders anlatmak, hem konuları tekrar etmek hem de internetten bulduğum yazılı sorularıyla yazılılar yapmak gibi ön çalışmalarım oluyor.

Özellikle yukarıda bahsettiğim, yurt dışında bir kızını 8 diğer kızını 4 sene okutan arkadaşım, burada adapte olmakta yaşadıkları sorunlardan bahsetti. 

Ama durun yanlış anlamayın. Burada sistemde o kadar ciddi aksaklıklar var ki, aslına bakarsanız adapte olmak doğru mu yanlış mı o da ciddi şekilde tartışılır.

Öncelikle sistemimizde çok fazla ve gereksiz miktarda bilgi bombardımanı var. Ancak bu bilgi bombardımanı deneylerle, saha çalışmalarıyla, iş başı eğitimle desteklenmediğinden, hepsi ezberde kalıyor ve hiçbir şekilde beyinde oturmuyor.

Öyle ilginç ki, doğru bilgiyi öğretmeninin yazdığı cümleyle değil de, kendi ifadesiyle yazdı diye düşük not alan bir kızım var.Ve kendisini sonuna kadar destekliyorum. Zira ezberlenilenin unutulduğuna inananlardanım. Kendi ifadesiyle anlatabildiği konuyu öğrendiğinden eminim.

Arkadaşım kızının resim yapmayı çok sevdiğinden bahsetti. Canı sıkılınca oturup resim yaparak rehabilite olan bir kızı varmış. Ancak okulda resim dersinde yapacağı resmin şeklini renklerine, ne zaman yapmaya başlayacağına ve ne zaman kalemi bırakacağına öğretmen karar verdiğinden ve de öğretmen yapılanı beğenmeyip sildirdiğinden, çocuk artık resim yapmaktan nefret ediyormuş.

Şimdi o öğretmene sormak lazım. Bu şekilde mi çocukların daha yaratıcı, daha keyifli, daha üretken çocuklar olması sağlanacak? Ellerindeki değeri, yani geleceğin çocuklarını nasıl yok ettiklerini ve çocuğu sistemin dışına attıklarını farkedemiyorlar mı bu öğretmenler?


Arkadaşım test sınav sistemi ile seçilerek yüksek puanlar almış çocukların derste olur da yanlış cevap verirler diye derse katılmadıklarını, hata yapmaktan son derece korktuklarını, ancak test yaparken çocukların gözlerinin parladığını üzülerek anlattı. 

Bizim çocukların da adım adım buraya doğru gittiğini düşünmek bile tüylerimi diken diken etmekte.

Gerçi Sezar'ın Hakkı Sezar'a, okulumuzdaki uygulamalardan çoğunlukla memnunum, ama bizim okul da Türkiye'de uygulanan sınav sistemine paralel çalışmadığından, çocukların ilerde bu defa bu nedenle mağdur olma olasılığı var.

Şimdi tüm bu bilgileri alt alta koyarsak aslında çok ilginç bir noktaya gelebiliriz. Eğer örgün eğitim çocukların evde sahipsiz kalmasını önlemek içinse ben zaten evdeyim. Zaten çocukların eğitiminde çok ciddi emek ve mesaim var.

Biliyorsunuz örneğin engelli çocuklara  devlet eve öğretmen yolluyor ve eğitimlerini bir şekilde koordine ediyor.




Acaba diyorum biz bir araya gelsek, her birimiz bire ders seçsek ve o derste yoğunlaşsak, evde 10 ar kişilik sınıflar kursak ve eksik kaldığımız dersler için devletten destek istesek,çocukları evde eğitsek..

Nasıl olur dersiniz?



17 Ocak 2013 Perşembe

Penisilin..

Hatırlarsanız bir önceki yazımda Koruyucu Ailelik kavramından bahsetmiştim.

Bu yazımla ilgili birçok telefon, mail, soru ve yazının ekinde de yorum aldım.

Öncelikle son derece hassas olan bu konuda herkesin bu kadar duyarlı olmasından dolayı çok mutluyum.

Merak edildiğine göre bazı başka detayları da bu yazımda sizinle paylaşayım diyorum.

Devletin şu anki beklentisi her çocuğa bir aile.

Bu nedenle , sadece hafta sonu evine almak isteyenler de tabii ki takdire şayan, ama beklenti o çocukların her birinin yuvasının olması, ailenin bir ferdi haline gelmesi. Zaten hafta sonu ilgilenen ailelere gönüllü aile, çocuklara evlerini açanlaraysa koruyucu aile deniyor. Aradaki temel fark bu.

Maddi açıdan zorlanacak olan ailelere yapılan yardımların dökümünü bir önceki yazımda yazmıştım.

Kardeşi olan çocukların aile fertlerinin iyice dağılmaması için aynı koruyucu aileye verilmesine özen gösteriliyor.

Koruyucu aile olduktan sonra, çocuk ile ailenin uyum yapması ve tarafların birbirinden ayrılamayacak duruma gelmesiyle de evlatlık edinme kavramı gündeme geliyor.

Koruyucu aile olmak biliyorsunuz çocuğun sizin evinizde sizinle yaşaması demek. Ama ailesi olan, koşulları düzelen aileler çocuklarını geri almak için girişimde bulunabiliyor. Bu durumda çocuktan ayrılmak zorunda kalınabiliniyor.

Koruyucu ailelik 4 farklı şekilde karşımıza çıkıyor.
  • Akraba ve yakın çevrenin koruyucu ailelik yapması
  • Devletin o çocukla ilgili olarak henüz hangi modeli geliştireceği netleşmeyen ve acil bakıma ihtiyacı olan çocukların, geçici koruyucu aileye verilmesi. Bu birkaç gün ile bir ay arasında değişiyor. Bakımı yapacak kişinin özel bazı eğitim ve lisanslara sahip olması gerekiyor.
  • Süreli koruyucu ailelik. Öz ailenin yanına kısa sürece döndürülme imkanı olmayan çocuklara verilen bakım. Bizler daha çok bu tarz koruyucu ailelik yapabiliriz.
  • Uzmanlaşmış koruyucu ailelik. Özel zorlukları ve ihtiyaçları olan çocuklara verilen bakım. Ancak bazı özel eğitim ve lisans sahibi olan kişi ve aileler bu görevi üstlenebiliyor.
Bir okurum ve arkadaşım, oluşabilecek olumsuz durumlara değinmiş. Kendisine okuduğumuz ve duyduğumuz olaylardan dolayı hak vermemek mümkün değil.
Ama devletin görevi zaten çocuğu vermeden önce de verdikten sonra da aileyi takip etmek. Hayatta her alanda ne yazık ki olumsuz olaylar meydana gelebiliyor. Bu risklerden dolayı tüm çocukları sevgiden ve aile ortamından yoksun bırakmak da bana çok anlamlı gelmiyor.

Özellikle Angelina Jolie, Madonna gibi ünlülerin bu konuda bizlere model oluşturdukları kanısındayım.

Ancak burada Reha Muhtar'ı anmadan geçemeyeceğim.

Biliyorsunuz Nilüfer, Reha Muhtar ile birlikte olduğu dönemde bir kız çocuk evlat edindi. Çift evli değildi. Ancak Reha Muhtar'ın çocukla ilişkisinin çok sıcak olduğu söyleniyordu.

Daha sonra Reha Muhtar ile Nilüfer ayrıldılar. Reha Muhtar'ın başka bir beraberliğinden ikiz çocukları oldu.

Ancak okuyor ve biliyorum ki, kendisinin Nilüfer'in kızıyla olan baba-kız ilişkisi hiç bitmemiş.

Halen haftasonları yanına alıyor, halen çocuğun veli toplantılarına o gidiyor, halen her röportajda benim 3 çocuğum var diyor.



Bu yüce davranışı nedeniyle kendisinin önünde saygıyla eğiliyorum.

Son olarak yazımı, o geceki toplantıda bir milletvekili hanımefendinin anlattığı ve aslında çoğumuzun bildiği bir hikaye ile bitirmek istiyorum.

İskoçya'da yoksul mu yoksul bir çift yaşardı. Fleming'di adı. Günlerden bir gün tarlada çalışırken bir çığlık duydu. Hemen sesin geldiği yere koştu. Bir de bakti ki beline kadar bataklığa batmış bir çocuk, kurtulmak için çırpınıp duruyor. Çocukcağız bir yandan da avazi çıktığı kadar bağırıyordu. Çiftçi çocuğu bataklıktan çıkardı ve acılı bir ölümden kurtardı.

Ertesi gün Fleming'in evinin önüne gelen gösterişli bir arabadan  Şık giyimli bir aristokrat indi. Çiftçinin kurtardığı çocuğun babası olarak tanıttı kendini. ''Oğlumu kurtardınız, size bunun karşılığını vermek istiyorum'' dedi. Yoksul ve onurlu Fleming ''Kabul edemem!'' diyerek ödülü geri çevirdi.

Tam bu sırada kapıdan çiftçinin küçük oğlu göründü. ''Bu senin oğlun mu?'' diye sordu aristokrat. Çiftçi gururla ''Evet!'' dedi. Aristokrat devam etti:
''Gel seninle bir anlaşma yapalim. Oğlunu bana ver iyi bir eğitim almasını sağlayayım. Eğer karakteri babasina benziyorsa ilerde gurur duyacağın bir kişi olur.''

Bu konuşmalar sonunda Fleming'in oğlu aristokratın desteğinde eğitim gördü. Aradan yıllar geçti. Çiftçi Fleming'in oğlu Londra'daki St. Mari's Hospital Tıp Fakültesi'nden mezun oldu ve tüm dünyaya adını penisilini bulan Sir Alexander Fleming olarak duyurdu. Bir süre sonra aristokratin oğlu zatürreye yakalandı. Onu ne mi kurtardi?

Penisilin!

Aristokratin adı: Lord Randolp Churchill. Oğlunun adı: Sir Winston Churchill. Kurtaran doktor: Çiftçinin oğlu Sir Alexander Fleming. 

15 Ocak 2013 Salı

Fark Yaratmak..

Cumartesi akşamı bir toplantıya katıldım.

Cumartesi akşamı için konusu çok ağırdı. Filmin sonunda ben ağladım. Sanırım salondaki birçok kişi de.

Durun en baştan başlayayım.

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı son dönemde eskiden Çocuk Esirgeme Kurumu dediğimiz yapıların fiziki şartlarını çok değiştirmiş.

Artık koğuş sistemi yok.

Eve benzeyen, aile ortamını sağlayan 4-5 çocuğun yaşadığı ve içi tam teşekküllü Sevgi Evleri var artık.

Sevgi Evlerinin içi bir çoğumuzun evinden daha konforlu.

Ancak o evlerde olmayan bazı şeyler var. Aile sıcaklığı ve adı her ne kadar Sevgi Evi olsa da sevgi.

Bu nedenle Bakanlığın son projesi mümkün olduğunca bu evlerde yaşayan çocuklar için "her çocuk için bir aile" anlayışı.

Direk Sayın Fatma Şahin'in kendisi tarafından 81 ilin valilerinin eşlerine delege edilen bu görevin dalga dalga en alt birimlere kadar ulaştırılması planlanıyor.

Evet Koruyucu Aile kavramından bahsedeceğim.

Tanım olarak koruyucu aile çeşitli nedenlerle bir süre için öz ailesi yanında bakımı sağlanamayan çocukların kısa veya uzun dönemler için ücretli ya da gönüllülük esasıyla bakımının ve yetiştirilmesini sağlayan ailelerdir.

Bu çocuklar yaşadıkları travma nedeniyle birebir desteğe ihtiyaç duyuyorlar ve ilgi ve sevgiye muhtaçlar.

Koruyucu aileler sayesinde bu çocuklar geleceğe umutla bakabilmekteler.




TC vatandaşı olan , 25-65 yaş aralığında, en az ilkokul mezunu, düzenli geliri olan evli bekar herkes Koruyucu Aile olabiliyor.

Devlet, koruyucu ailelere eğer isterlerse maddi yardımda da bulunuyor. 

Çocuğun sağlık, giyim, eğitim,öğretim, meslek edindirme kursları, okul servisi, dershane gibi tüm giderleri devlet tarafından karşılanmakta.

Eğer aile fertlerinden birisinin SGK sı yoksa bu kişinin isteğe bağlı sigortası da devlet tarafından ödenmekte.

Katıldığımız toplantı sadece bu teorik bilgilerden ibaret değildi tabii.

Koruyucu aile olan bazı aileler de bu toplantıya davet edilmişlerdi ve deneyimlerini paylaştılar.

İki oğlu olup kızı olmayan aile kız evlat özlemini gidermek için koruyucu aile olmuştu. Artık kızları 18 yaşını geçmişti, üniversiteye gidiyordu ve evlenene kadar da evden ayrılmak istemiyordu. Evin babası yıllarca yetiştirme yurdunda büyümüştü ve bu konuyu bir misyon olarak görüyordu. 

Diğer bir aile çocuk sahibi olamadıklarından bu yola başvurmuştu ve 6 seneden beri beraber oldukları kızları artık 16 yaşında bir genç kızdı. Babanın kızından bahsederken gözlerinin içi gülüyordu.

Kendi çocukları olmasına rağmen 2 tane çocuğa da koruyucu ailelik yapan hanımefendi,  koruyucu aile olduğunda göz göze gelmeyen, hiç konuşmayan, 8 yaşında olduğu halde okuma yazma öğrenemeyen kızının sonunda geldiği aşamayı göstermek için kaydettiği videoyu seyrettirdi bize.

Bir kahramanlık şiirini öyle duygulu okuyordu ki kız, bir an silahı eline alıp düşmana yürüyecek diye korktum. Kaydettiği aşama muhteşemdi.

En son, 2 ay önce ailelerine katılan kızlarını anlatmak için sahneye çıkan hanımefendi, ağlamaktan konuşmasını yapamadı.

Bu özel insanları dinleyince onların ne kadar cesur, ne kadar sevgi dolu ve ne kadar zengin gönüllü olduklarını gördüm. Çocuklarımı düşündüm. Her çocuğun başına gelebilecek olumsuz koşullar bir gün bizim çocuklarımızın başına da gelebilirdi.

Bugüne kadar ilgilenmediğim , hatta kendimi üzmemek gibi bir egoistlikten dolayı uzak durduğum bu konu oldukça sert biçimde işte orada karşımda duruyordu.

Çocuğumuz olsun ya da olmasın, evli olalım ya da olmayalım, istersek koruyucu aile olabiliyoruz. 

Bu insani görevi sizlerle paylaşmak istedim. İnşallah bu yazı belki de bir çocuğun hayatında fark yaratır.



10 Ocak 2013 Perşembe

Fizik Tedavi ve "Rehabilitasyon"

Belki yazılarımdan hatırlarsınız, bundan 6-7 ay önce ayak bileğimi burkmuştum.

Hala tam olarak iyileşmedi ve doktor bir de fizik tedavi görmemi tavsiye etti.

İstanbul'un en önemli eğitim ve araştırma hastanelerinden birine 10 günlük bir fizik tedavi kürüne gitmeye başladım.

Bugün 3. günüm.

Büyük bir ev salonu büyüklüğünde bir oda, 6-7 tane de hastane yatağı düşünün.

Her gün aynı saatte gidiyorum, benimle ilgilenen Teknisyen amca önce ayağıma ultrason yapıyor, sonra da sıcak tutması için bir aparat bağlıyor ve öylece yarım saat kadar yatıyorum.




Hergün aynı saat ve aynı teknisyen olunca da insanlar arası diyaloglar hemen başlıyor tabii.

Bilirsiniz, hayatı ve insanları hastanede, hapishanede, yatakhanede ve askerde tanırsınız derler.

***

50 yaşlarında tonton Teknisyen amca, bu sabah hep eşinden bahsetti.

15 yaşındayken evlendiği eşine duyduğu aşkı anlattı uzun uzun.

O kadın ki, ona dünyadaki en değerli iki varlığı, yani çocuklarını vermiş.
O kadın ona 32 senedir bakmış, odaya girdiğinde ayağa kalkmış, evlatlarını yetiştirmiş, evlendirmiş.

"Hala her sabah erken kalkar kahvaltımı hazırlar." dedi.

"Her sabah evden çıkarken sarılır öper, helallik alırım. Öyle ya, belki de akşam eve dönmek yok. Hayatta ondan daha fazla bana hakkı geçen bir annem var. Eşimden helallik almadan ben öte yana gidemem." dedi.

***

Yandaki yatakta benden daha genç gösteren ama benimle aynı yaşta bir bayan var.

Gözlerinin içi gülüyor hep.

16 yaşında anne olmuş. 24 yaşında bir oğlu varmış.
Oğlu engelliymiş. Detay vermedi ama aynen bebek gibi bakıma muhtaç dedi.

Yemeğini bile hala blendırdan geçirip yediriyormuş.

Eşi, çok istediğini bildiğinden onu umreye göndermeyi teklif etmiş geçenlerde.

"Benim haccım, umrem evimde." dedi. "Ben oğlumu bırakır gidersem ona kim bakar. Onu bırakıp gittiğimde o hac o umre kabul olur mu? Bence olmaz."

Hep dualarında " Rabbim onu benden sonraya koyma, yoksa ona kimse benim gibi bakmaz." diyormuş.

***

77 yaşındaki teyze, bastonla yürüyor. Ama kolunda ve boynunda inci kolyesi, üzerinde pullu taşlı bluzu eksik değil. Ben bastonunu yaşlılıktan sanmıştım önce. Oysa 28 senedir o bastonla yürüyebiliyormuş. Bizim teknisyen amcayı da bu sebeple 25 senedir tanıyormuş gide gele. Artık ana oğul gibi olmuşlar, aralarındaki sevgi gözlerinden okunuyor. Teyze ona şöyle dua ediyor. "Cennetin 8 kapısı varmış, Rabbim o 8 kapıyı da sana açsın inşallah."

***

Hayatında koltuk kavgası, iş entrikaları, daha iyi giyinmek, daha çok süslenmek, daha çok para kazanmak ve zengin koca bulmak dışında bir şey olmayıp steril hayatlar yaşayanlara bir devlet hastanesinde fizik tedavi kürü almalarını öneririm.

8 Ocak 2013 Salı

Ağustos Böceği ve Karınca..

Hayatım boyunca annemden "Elinde 10 birim malın varsa birini zor günler için kenara koy." öğretisini duydum.

Tüm yaşamımda da bu düsturu benimsemiş bir insanım.

Bazen etrafımdakiler tarafından cimri olarak bile değerlendirildiğimi tahmin ediyorum ama bence yaptığım tasarruf, cimrilik değil.

Üniversite'de Ekonomi okudum.

Bilirsiniz Ekonomi biliminin çok tipik bazı terimleri vardır. Arz, talep, tüketim, tasarruf, üretim, üretim faktörleri, yatırım, vb..

İşte okuduğum bilimin en temel unsurlarından birisinin de tüketim olması, zaten aileden verilen öğretinin daha sağlam bir temele oturmasını sağladı bende.

Önce teknik olarak tasarrufun tanımına bakalım:

Yaşamın devam etmesinde, insanların ve diğer canlıların kullandığı, vazgeçilmez olan maddelerin tüketiminde dikkatli davranma, gereği kadar kullanma, idareli tüketmeye tasarruf denir.

Dünyada kullandığımız tüm kaynakların bir gün tükenecek tipte kaynaklar olduğundan yola çıkarak, bu kaynakları doğru kullanmamız gerektiği aşikardır. İşte en basit anlamıyla biz buna tasarruf diyoruz. Yaşamsal kaynaklar nedir diye bakacak olursak da su, hava, toprak, hayvanlar, bitkiler, doğalgaz ve petrolü bunlar arasında sayabiliriz.

Eminim bu Ekonomi 101 dersine nereden geldik, bu konu da nereden çıktı diyorsunuz içinizden. Birincisi bugün kar tatili ve sabahtan beri Perşembe günü yapılacak Türkçe yazılısı için kızları çalıştırıyorum ve atasözleri gırla gidiyor evin içinde..

Ama asıl neden bu kadar güzel bir neden değil. Birkaç gün önce çok sevdiğimiz bir tanıdığımızın yaşadığı bir sağlık sorunu ortaya çıktı.

Bence olumlu yönleri saymakla bitmeyecek bu kişinin tek olumsuz yönü, kazandığı tüm parayı, hemen harcamak. Hiçbir şekilde zor günler için bir kenara koymuyor yani tasarruf yapmıyor.

Başına gelen bu sağlık sorununda kullanmak üzere sandıkta bekleyen bir birikimi de yok.

Bu durum inşallah onu çok zor durumda bırakmaz diye konuşuyorduk eşimle geçen gün.

Ben " Yaptığı bence doğru değil, ben hiçbir zaman kazandığımın tümünü harcamadım, elimde ne varsa zor günler için bir kısmını kenara koydum hep." dedim.




Eşim ise bana çok ilginç bir cevap verdi.
-Evet, haklısın, sen de ben de hep dediğin gibi yaptık, hep çok fazla kastık kendimizi, yarın ne oluruzu düşündük hep.

Ama farkında mısın, bundan dolayı da hiç anın tadını çıkaramadık. Hep ileriye baktık, hep önümüzü düşündük, bugün elimizdekilerin değerini bilemedik.

Onlarsa başlarına tatsız bir durum gelene kadar senden benden daha fazla keyif aldılar hayattan, gezdiler, yediler, içtiler, vurdular patladı, çalındı oynadılar.
Ancak bugün başlarına bir şey gelince canları sıkılmaya başladı. O riski de göze aldılar. Tüm hayatlarını can sıkıcı geçirmektense, sadece bugün canları sıkılıyor, o da geçip gidecek inşallah.

Üzerinde düşündüm de, hangisi doğru bilemedim.

Ağustos böceği mi, karınca mı olmak?

Yazın eğlenip,"Eğer kış gelirse, o kadar ömrüm varsa, o zaman da gidip karıncadan isterim o da verir." mi demek, güzel yaz havasının keyfini sürmeden, çalmadan söylemeden, denize gidip güneşlenmeden, kendi bedeninden çok daha büyük buğdayları taşıyabilmek için canla başla çalışmak mı?

Sizce hangisi doğru?

Not : Havanın karlı olması da yazının ambiyansının tam yerine oturmasını sağladı sanki..

5 Ocak 2013 Cumartesi

Şamil Şener..

Son zamanlarda can sıkıcı hastalık haberleri üst üste geliyor.

Bu sabah oldukça duygusaldım, aklım bugün operasyon geçirecek ablamdaydı.

Eve gelip televizyon açtım, reklamlara denk geldim.

Bir banka reklamında gördüm onu.

Reklam yıldızı değil, gerçek bir baba..

Konuya en başından başlayayım. Aslında uzun zamandır gündemde olan bir konuymuş.

Ama ben nasılsa atlamışım. Bugün reklamı izledikten sonra haberim oldu herşeyden.

40 yaşında 8 çocuk babası Şamil Şener Muş'un Buzlugöze köyünün Ziyaret mezrasında yaşıyor. Mezranın toplam nüfusu 80 kişi.
Şamil Şener'in okul çağında 4 çocuğu var.

Köy mezraya 4 km, baba çocuklarını kötü havalarda her gün traktörle okula götürüp getiriyor. İyi havalarda ise çocuklar yürüyorlar.

Ancak bir gün yolda giderlerken kızı kafasını traktör demirine çarpıyor, dişi kırılıyor. Kız çok ağlıyor. Babası da:
-Ağlama kızım, ben sana burada okul yaptıracağım, rahat rahat gidip geleceksiniz. diyor.

Hayvancılıkla geçinen aile , 20 tane ineğinin tümünü satıyor. Şamil Şener ellerine geçen 40 bin TL ile de tek derslikli bir okul yapıyor.

Okul binası bitince üşenmiyor, gidip Milli Eğitim'den okula öğretmen atanmasını talep ediyor.

Bunu da başarıyor, şu anda okulda 12 öğrenci var, 4 ü onun çocuğu.

Reklamı izlerken gözlerimden yaşlar süzüldü.

Bu adamın  büyüklüğünden etkilendim, ama kızı, kızı öyle bir kız ki, o kadar kendinden büyük konuşuyor ki, kendimden, Allah'ın bana bahşettiği tüm nimetlerden, herşeyden hicap duydum. Elimdekilere rağmen ne kadar yetersiz olduğumu, onların ise elindekileri en iyi şekilde değerlendirerek nasıl devleştiklerini gördüm.leride doktor olmak istiyorum, inşallah da olurum.""Okumayan kızlar oturuyor evlerinde, evlenmelerini bekliyorlar o kadar")
Tüm ineklerini sattığı için şu anda inşaatlarda çalışarak geçinen Şamil Şener pişman olmadığını söylüyor.


"8 çocuğum var. Okula üç kız ile bir oğlan gidiyor. Diğerleri daha okul yaşında değil. Benim mutluluğum kızlarımın okula gitmesi. Bütün kızlar okumalıdır. Kız çocuklarını okula göndermeyen babaları kınıyorum. Bakın bizim köyümüzde birçok kız çocuğu ilkokulu bitirmeden evlendi veya evlenme çağına geldi. " diyor. Ve ekliyor:
"Elimde ne varsa ben çocuklarım için feda ediyorum, hatta canımı bile. Ölene kadar ben çocuklarımın arkasındayım"
Allah kızlarıyla, eşiyle birlikte mutlu, huzurlu, sağlıklı, uzun bir hayat verir inşallah. Kızlarının okuduğunu değil inşallah torunlarının bile okuyup iyi yerlere geldiğini görmek nasip olsun kendisine.
Evinin dibinde okul olduğu halde, kendi okumuş olduğu halde, maddi durumu iyi olduğu halde, sırf zengin kısmeti kaçırmamak, sırf kızının sorumluluğuyla daha fazla uğraşmamak, sırf geleneksel kadın erkek anlayışını sürdürmek, sırf dine dayandırmak gibi bahanelerle kızlarını okutmayan babalara daha fazla nasıl rol model olunabilir ben bilemiyorum.
Kendisine önce Milli Eğitim daha sonra da Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlıkları tarafından ödül verilmesinin de özendirici olacağını tahmin ediyorum.
Etrafımızın Şamil Şener gibi aydınlık insanlarla dolu olması dileğiyle..

3 Ocak 2013 Perşembe

Hangi Oje Yakışmaz Ki Kız Sana?

Hayatım boyunca hiçbir zaman süslü bir kadın olamadım.

İçimden gelmedi, annemden görmedim, bulunduğum çevreler, okuduğum okullar, arkadaşlarım her zaman kendini düşüncesiyle, sohbeti ve birikimiyle ifade eden insanlardan oluştu.

Haa, başkasında sever miyim, evet. Ama bir türlü kendime yakıştıramam.

Çalışma hayatında da makyaj yapmazdım, tek süsüm oje idi.

Hala da oje sürmeyi severim.

Görsel olarak, şişeleri boya kutuları rengarenktir, cezbedicidir.

Özellikle son yıllarda oje üretiminin ve tüketiminin son derece arttığını, bazı kozmetik markalarının kiosk gibi mağazalar açtığını ve bu mağazalarda en büyük standın oje olduğunu erkekler dahi farketmiştir sanırım.

Tanım olarak oje el ve ayaklara sürmek üzere üretilmiş lakedir.

Mısırlılar tırnak rengini toplumsal sınıfları birbirinden ayırmak amacıyla kullanmışlardır. Kral Akhenaton'un eşi Nefertiti'nin el ve ayak tırnaklarını yakut rengine, Kleopatra'nın ise vişne rengine boyadığı bilinmektedir. Alt sınıfları temsil eden kadınların yalnızca donuk renkleri kullanabilmelerine izin verilmiştir.

Ancak günümüzde sanırım tüm sınıf,yaş  ve gelir gruplarındaki kadınların ortak paydasında oje olduğunu düşünmekteyim.

Eskiden sadece beyaz,pembe ve kırmızı oje varken, şimdi her renk, sedefli,mat, rakı gibi birçok da çeşit var.

Aynı kıyafetlerdeki gibi oje renklerinin de modası oluyor mesela.

Özellikle Chanel markası, kıyafetler gibi oje renklerinde de trend yaratmayı başarıyor. Ben de mesela uzun zamandır Chanel 505  Particuliere  renginin hayranıyım.(markanın değil yanlış anlama olmasın, ben Türk markalarını tercih ediyorum.)

Yıllardan beri modası geçmeyen ve çok tercih edilen French tarzı sürüm de hemen her yaştan herkese yakışan bir model.

Sıfır numara tabir edilen renksiz oje, bozulmasın diye ele sürülen ojelerin üzerine sürüldüğü gibi, kararmasını istemediğiniz bijuteri ürünlerine, düşmesinden korktuğunuz taşlı takılara da sürülerek kendine ek bir kullanım alanı yaratmıştır. Kaçan ten renkli çoraplara, kaçmaya devam etmesin diye oje sürülmesi de ojenin yaygın ek kullanım alanlarındandır.

Ojeli ellerle yapılan yemek yemeyeni mi istersiniz, açık ayakkabıya oje sürülünce ayak parmaklarından iğrenen mi istersiniz tabii ki her türlü insan var.

Ama temiz ve bakımlı tırnaklara oje yakışıyor, ben bunu bilir bunu söylerim.

Kırmızı oje sürmenin şöyle bir sakıncası vardır. Kırmızı ojeli tırnak heryeri çizer. Mesela benim arabamın kapılarında, mutfağın kapısında, evin bazı yerlerinde kırmızı oje çizgisi görmek mümkündür.

Oje sürmek zordur, taşırmadan sürmek emek ister. Ama asıl zor olan tırnakları bozmadan kurumasını sağlamaktır. Mesela ben mutlaka ojelerimi bozarım, bu nedenle sabah işe erken gider, masamda sürerdim. Orada en azından hareketsiz durma şansınız oluyor, evde illa ki bir iş çıkıyor ve ojeleri bozuyorsunuz.

Akan soğuk suya tutmak veya dondurucu ve kurutucu oje sürmek de bir yoldur ama ben dediğim gibi mutlaka bozarım.

Ancak hemen uçlardan dökülmeye başladığı ve rengi de matlaştığı için ojenin her akşam çıkarılıp yeniden sürülmesi tavsiye edilir. Hele de kıyafetinize uygun bir renkte sürme alışkanlığınız varsa her gün sür çıkar sür çıkar, bir süre sonra adamı bayıltır.

Bayramda Selanik'e gitmiştik. Orada caddelerde gezerken kuaför görmedim ama bir sürü sadece manikür yapan ve tırnaklara resim şeklinde oje süren dükkanlarla karşılaştım. Burada var mı bilmiyorum.(marble nail art) Whoopy Goldberg'in filmde sürdüğü desenli ojeleri hatırlar mısınız?




Ojeden oluşan kalemlerle tırnaklara süsleme yapılması veya tırnaklara kalp çiçek gibi süsler yapıştırılarak üzerine oje sürülmesi de son dönemin trendlerindendir.

Dini hassasiyetleri olanlar oje konusuna temkinli yaklaşırlar. Bunun nedeni oje üzerinden abdest alınamadığı gerçeğidir. Ama Mısır'da İslami oje adında bir ürün satıldığını ve eller yıkanırken asetona gerek kalmadan ojenin akıp gittiğini okudum. Burada hiç rastlamadım ama olursa talep yüksek olacaktır tahminimce.

Ojenin de diğer kimyasal maddeler gibi zararlı olduğunu sık sık okuruz. Asıl zararlı olanın ojenin kururken etrafa yaydığı koku ve gaz olduğunu da söylemekte yarar var sanırım. Ne olursa olsun, oje kullanıcısı olurken dikkat etmekte fayda var.

Oje ile ilgili bir yazıyı Duman'ın şarkısını anmadan olmaz değil mi?

Hangi oje yakışmaz ki kız sana?
http://fizy.com/#s/1m1qmv

1 Ocak 2013 Salı

Gazete..

Dün akşam yılbaşıydı.

Bu vesile ile yeni yılınız kutlu olsun.

Akşam erkenden yattığımdan, sabah da her zamanki saatte uyandım.

Ancak hem eşim, hem çocuklar, hem de misafirler uyuduğundan kalkıp evde gezinemedim.

Yatakta canım sıkıldı, eşimin başucunda duran mizah dergisini alıp okudum biraz.

Bir gazete patronu ve çalışanından oluşan bir karikatür vardı.

Patron, kısa bir süre sonra artık gazetelerin basılmayacağını, sadece dijital versiyonlarının kalacağını, okumak isteyenlerin gazeteleri internet üzerinden okuyacaklarını, işçilerin de bu paralelde kendilerine ayar vermeleri gerektiğini söylüyordu karikatürde. (Newsweek mesela buna yönelik kararını ilan etti bile, son sayısı 31.12.2012'de basıldı.)

İşçinin ise cevabı çok güzeldi.

Kısaca, gazetenin sadece basılı haber yazan kağıt olmadığını örneklerle açıklayan bir cevaptı.

Sahi, sizin için nedir gazete?

Sabahları alıp okuduğunuz haberleri içeren renkli veya siyah beyaz kağıt parçaları mı?

Aslında okunmak ve bilgilenmek dışında o kadar çok fazla kullanım alanı var ki gazetenin, şimdi aşağıda listelesem kaç madde olduğunu görünce şaşıracaksınız.





  • Kırılacak eşyaları sarabilirsiniz.
  • Ayakkabı boyarken yere serebilirsiniz.
  • Kedi, köpekleri temizliğe alıştırabilirsiniz.
  • Boş baca deliklerini tıkayabilirsiniz
  • Pilavı pişirdikten sonra demlenmesi için tencere ile kapağı arasına yerleştirirebilirsiniz.
  • Kapıya çöp koyarken pis suların yere akmaması için kova altına serebilirsiniz.
  • Kışlık, yazlık ayakkabılarınızı ya da çantalarınızı kaldırdığınızda içlerine koyabilirsiniz.
  • Yağmurlu havalarda arabanın zeminine serebilirsiniz.
  • Çekirdekler için külah yapabilirsiniz.
  • Maçlarda veya sokaklarda üzerine oturabilirsiniz.
  •  Camları parlatarak kurulayabilirsiniz.(Derler ki camları en iyi gazete kağıdı kurularmış ama ben hiç denemedim.)
  • Badana, boya yaparken yerlere serebilirsiniz.
  • Patlıcan, patates, biber ya da una bulayıp balık kızarttığınızda yağları çektirebilirsiniz.
  • Çiçeklerin toprağını değiştirirken kullanabilirsiniz.
  • Çayları kafanıza göre harmanlamak için tezgâha serebilirsiniz.
  • Uçurtmanıza kuyruk yapabilirsiniz.
  • Kesekâğıdı yapabilirsiniz.
  • Mangalı tutuşturmak için devreye sokabilirsiniz.
  • Ayakkabıların çıkarıldığı bölüme ya da dairenizin kapısının önüne koyabilirsiniz.
  • Çocuklar için gemi, uçak ve tuzluk yapabilirsiniz.
  • Kulağınız içine su kaçıp ağrıdığında müthiş tedavi yöntemidir..
  • Yazın halıları sarıp kaldırırken ideal ambalaj malzemesidir.
  • Evde elbise dikimine meraklı bir bayansanız, elbise patronları kesmek için gazete kâğıdı mükemmel bir çözümdür.
  • Bir ayağı alçak olduğu ve zemin düzgün olmadığı için sallanan masaların sallanmasını engellemek için kullanabilirsiniz.
  • Buzdolabında sebze saklamak için gazete çok işe yarar. Naylon torba yerine gazeteye sarar koyarsın, yeşillikler çabuk bayatlamaz.
  • Gazete, dekoratif amaçlı kullanılabilir. Pek çok kafede duvar kâğıdı olarak gazete kağıdı görmeniz mümkün.
  • Büyük puntolu harflerini kesip birine şantaj yaparken kullanabilirsiniz, böylelikle kendi el yazınız tanınmaz.
  • Çanta mağazalarında bütün çantaların içi gazete kâğıdı ile doludur. 
  • Defter, kitap kaplayabilirsiniz. (eskiden ilkokulda defter ve kitapları tasarruf nedeniyle kap kâğıdı yerine gazete kâğıdı ile kaplardık)
  • Masa örtüsü olur. (öğrenci evlerinin en temel ihtiyaç maddesi)
  • Serinlemek için yelpaze olur.
  • Soba tutuşturmak için birebirdir.
  • Kuş kafesinin içine, çevresine konulur.
  • Dedektif iseniz  yüzünüzü, okuyormuş havasında arkasına saklayabilirsiniz.
  • Kuponunu keserek, tencere, tava, sözlük, ansiklopedi, radyo, kitap, oyun seti sahibi olabilirsiniz
  • Baca temizleme malzemesidir.
  • Evde veya piknikte sacda yapılan gözlemelerin altına serilir.
  • Sıcak havalarda araba ile giderken yan cama güneşlik olsun diye sıkıştırılır.


Bir de çok tatsız kullanımı var, hatırlatmak bile istemiyorum ama ölümlü trafik kazası diyeyim, siz anlayın.


Sonuç, bence tüm gazeteler dijital yayına dönünce bunca işi ( yaklaşık 50-60 madde) nasıl yapacağınızı şimdiden düşünün ve B planı yapın da, sonra zor durumda kalmayın derim. Benden söylemesi..

İlginizi Çekebilir;

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...