31 Mayıs 2013 Cuma

The Lean Sturtup- Yalın Girişim..

Taa üniversite hazırlıktan çok sevdiğim bir sınıf arkadaşım var.

Gerçi kendisiyle aynı sınıfta değiliz. Zira o Fen Lisesinden mezun  ve Boğaziçi Bilgisayar bölümünü de bölüm  birincisi olarak bitirmiş birisi. Yani IQ olarak aynı sınıftan olduğumuzu söylemek hata olur.

Allahtan aradan geçen yıllar insana bir olgunluk getiriyor da aradaki farklılıkları önemsememeyi öğreniyorsun.

Şaka bir yana uzun yıllar yurt dışında yaşayan arkadaşım çocuklarını burada büyütmek için Türkiye'ye döndü.

Döndükten  sonra da kendisiyle çok sık olamasa da görüşmeye çalışıyoruz.

Benim kendi işimi kurma hayallerim olduğunu biliyor. Kendisi de mutlaka zaman içinde kendi kendinin patronu olmak istiyor ve de bunu yapmazsa içinde ukde kalacağından emin.

Benim yaklaşık bir senedir sallanıp harekete geçmediğimi görünce bana koçluk yapmaya karar verdi.

Geçenlerde buluştuk.

Ne de olsa akademik tarafı bana göre daha ağır basan birisi, bu nedenle elinde bir kitapla geldi.

Uzun yıllar Amerika'da yaşamış olmasından dolayı yabancı yayınları takip etme konusunda da son derece iyi.

Bu kitabı bana almış.

Özellikle Amerika'da son birkaç yılda girişimci adaylarının en fazla okuduğu ve uyguladığı bir kitapmış. Bu nedenle bana da faydası olacağını düşünmüş.

Sağolsun.

Kitap İngilizce olduğundan ve ben üniversiteden beri İngilizce kitap okumadığımdan bitirmesi biraz zaman aldı.(Bu arada kitap Türkçe'ye çevrilmiş, bence girişimcilik yolunda yürümek isteyenler mutlaka okumalı)

Sizlerle bu kitabı paylaşmak istedim bugün.

Adı The Lean Startup.

Türkçeye " Yalın Girişim" olarak çevirmişler.

Yazarı Eric Ries.



Kitap aslında kısaca, en az sermaye ile ürün ve hizmetin yerine ulaştırılması konusunu işliyor. Bizim bugüne kadar alışmış olduklarımız klasik metodlardan farklı olarak başlarken, iyi bir ofis, iyi bir araba, iyi bir fabrika ya da atölye, uzun bir müşteri listesi ile başlamayı değil, para harcamadan, çok kısıtlı ve hatta mümkünse geri bildirim alabileceğinizi bildiğiniz müşteri grubu ile başlamanızı salık veriyor. Bu da modele göre müşterilerin geri bildirimleri sayesinde ürün ve hizmette sürekli yenileme, yeniden şekil verme ve test etme olanağı sağlıyor.

Bu modelde girişimci ürününü ya da hizmetini en sade biçimde hemen kullanıcıya sunmalı ve geri dönüş almalı. Genelde girişimciler tüm detayları bildiğini varsayarlar.  Bu nedenle de problemi bildiklerini ve çözüm üretmeleri gerektiğini düşünürler.
Ancak modele göre bu doğru değildir. Kullanıcının dediklerine odaklansa problemin onun kafasındaki problemden çok farklı bir problem olduğunu görecektir.
Model işte bu nedenle klasik girişimcilik metodlarından ayrılıyor. Başlamadan önce uzun uzun iş planı hazırlamak yerine ( KOSGEB bile hibe vermek için detaylı iş planı istiyor, ben kendim sertifika aldım oradan biliyorum) iş modeli kurmaya yönelmeyi tavsiye ediyor.
Kur-Ölç-Öğren sürecini tekrar tekrar yaşayarak  ilerlenmesini öneren Yalın Girişim modelinde ne kadar erken hata yaparsanız, o kadar erken doğru yolu bulursunuz. Hatalardan ders çıkararak doğrularını yapmak sürecinizi zaman içinde kusursuz hale getirir. Süreciniz kusursuz hale gelene kadar daha araştırma dönemindesinizdir. Ancak bu noktaya vardığınızda girişiminiz artık para kazandıracak kadar başarılı hale gelmiştir.
Çok çok kısa bir şekilde anlattığım bu kitabı dediğim gibi hayatının bir döneminde kendi işine sahip olmak isteyen herkes okumalı.
Gereksiz zaman, gereksiz para ve ümit kaybetmemek için gerçekten yalın bir model olduğuna ben de ikna oldum.
Henüz okumadım ama aşağı yukarı aynı konuyu anlatan Ash Maurya’nın “Lean Canvas”'ını da okunacaklar listesine koymamız gerekiyormuş. Ben koydum, size de tavsiye ederim.





29 Mayıs 2013 Çarşamba

Baby Boomers.. Sosyoloji..

Dünya eski dünya değil.

Özellikle 20. yüzyılda yaşananlar dünyanın akışını değiştirdi biliyorsunuz.

Belki de bu değişimin en önemli yapı taşlarından biri 2.Dünya Savaşı.

Bu kanlı dönem hiç bir şeyin eskisi gibi olmamasına yol açtı.

Savaşın ardından dünyada ciddi bir nüfus patlaması yaşandı. Amerika'da yapılan teşviklerin sonucunda 78 milyon, dünyada 1 milyar insan doğmuş. 1946-1964 yıllarını kapsayan bu döneme "baby boomer " deniyor. Dünya tarihinde devlet eliyle nüfus artışının teşviğinde ilk başarı kazanılan dönemdir bu. Yani bizim bugün her gün duyduğumuz " en az 3 çocuk " kampanyasının temelleri belki de o dönemde atılmıştır.



Bu kuşak, yüksek sayıları sayesinde, yetmişlerin başlarında ABD’de bütün işleri doldurmuş ve  birçok yaşam tarzı eğilimini aslında onlar oluşturmuş. Bu kuşağın anti-otoriter ve kural tanımayan davranışları bu ülkenin kültürünü, toplumunu ve yaşamını yeniden şekillendirmiş 

Bu kuşak bir de Sandviç kuşağı olarak da biliniyor, zira en önce çocuklarına bakmışlar, ardından da anne babalarına. Sadakat duyguları yüksek olan bu kuşak, şimdi bizim pek karşılaşmadığımız kanaatkarlık özelliğini çok ciddi bir şekilde taşıyorlardı. İçlerinden birkaçı toplumsal haksızlıklara isyan edip '68 gençlik hareketlerinin kahramanı oldular ama asıl çoğunluk elde ettiklerine şükredip mutlu ve mütevazi hayatlar yaşadılar. Rock müziğin doğuşu da bu döneme tekabül eder.

O dönem doğan 1 milyar nüfus az önce bahsettiğim gibi ihtiyaçlarına paralel olarak yeni sektörlerin de doğmasına ve büyümesine yol açtılar.

Televizyon denen şey ortaya çıktı mesela 1960 larda. Bebek bezi diye birşey yoktu, ihtiyaçlar bunu yarattı.

Ardından çalışırken yemek yapamayan kadınlardan dolayı fast food kavramı ortaya çıktı ki bu durum 1970 lere tekabül eder.

80' lerde o zaman doğan bebekler evlenmeye başladılar ve ev ihtiyacı doğdu. 2006 da  dünyayı altüst eden gayrimenkul krizinin temelleri 1980 lerde atıldı.

90'lara geldiğimizden bu kuşak artık evlendi, ev sahibi oldu para kazandı ve daha fazlasını istemeye başladı. Hayat kalitesini yükseltmenin zamanı gelmişti.

Mikrodalga gibi lüks ev aletlerinden tutun da, internet, cep telefonu gibi bugün olmazsa olmazımız bir çok şey o zamanlarda hayatımıza girmeye başladı.

2000'lerde ise yaşlar ilerleri, anne babaları öldü, çocukları büyüdü ve çocuklar artık çocukları kendi paralarını kazanmaya başladı. Baby boomer'ların cebindeki parası artık daha özgürdü, dolayısıyla bu parayı ömürlerini uzatmak, yaşlanmayı ertelemek ve daha kaliteli bir yaşlılık sürmek için harcayabilirlerdi.

İşte bundan bir süre önce adını sanını duymadığımız, yaşamımızda olmayan wellness kavramı baby boomer ların  ihtiyacından doğdu.

Boomers.com diye bir internet sitesi var. Bu sitede o kuşaktan bir kadının itiraflarını okudum. Kısaca diyor ki:

" Biz meraklıyız, asiyiz, enerjik ve yenilikçiyiz. Hayatımızda daima en iyisini ve en kalitelisini istedik. Tamam yaşlanmış olabiliriz ama annelerimiz gibi köşemizde oturmamızı beklemeyin bizden.

Bu nedenle sağlık dünyasını bizler için çalıştırmaya kararlıyız, artık omega 3 hapları mı olur, estetik operasyonlar mı, ne gerekiyorsa biz varız."

Şu anda özellikle nüfus hızı düşen gelişmiş ülkelerde bu kuşak ülkelerin en büyük problemi olacak gibi görünmekte. Çünkü gerçekten bu kuşağın sağlık koşullarının iyi olmaması dünyaya en önemli ekonomik yük olacak gibi görünüyor. Haa, bu arada sadece  Alzheimer hastalığının tedavisine yönelik yapılan ar-ge çalışmalarının doğurduğu yük o kadar büyükmüş ki, ar-ge çalışmalarına son verilmesine karar verilmiş.

Bu yazıyı neden yazdım?

Ben biliyorsunuz iktisat okudum. Ardından bankacılık yaptım. İşim gücüm hem olayların maddi tarafı ve parasal dinamikleri oldu.

Bugün geriye dönüp baktığımda görüyorum ki, aslında dünyanın çok iyi sosyologlara ihtiyacı var. Tüm dünyayı anlayabilmek için sosyoloji bilmek, olayları araştırmak ve sonuçları doğru okuyarak oluşacak yeni dünyayı ve ihtiyaçlarını da doğru kurgulamak gerek.

Keşke sosyoloji okuma fırsatım olsaydı. 

Eminim hayata bankacılıkta kattıklarımdan daha fazla şey katkım olurdu.



24 Mayıs 2013 Cuma

Tükenmişlik Sendromu, Efe ve Hürrem..

Bir köşe yazarı olarak en önemli görevlerimden biri (!) gündemi takip etmek.

Bu nedenle içinde bulunduğumuz süreçte ülkemizin en önemli sorunlarının başında gelen "Hürrem ayrılırsa dizinin hali ne olur?" konusunu işlemeden olmaz dedim kendi kendime.

Ama yanlış anlamayın Hürrem gidince yerine kim geçer, dizinin ratingi düşer mi açısından yaklaşmayacağım tabii ki.

Aslında sizinle konuşmak istediğim konu, Hürrem'in ayrılmasıyla gündeme gelen Burnout yani Tükenmişlik sendromu.

Düşündüm de adını bilmiyormuşum ama ben geçen sene bunu yaşamışım. 

İşten tam ayrılmadan önce yani.

Öncelikle şunu söyleyeyim.

Hizmet sektöründe çalışanlar buna daha eğilimliymiş.(Banka) Özellikle yönetici pozisyonunda olanlarda, karar mercii olanlarda görülme hızı daha fazlaymış. (Banka Müdürü)

İşyükünün fazla olduğu, çalışma saatlerinin uzun olduğu (Bankalarda mesai saatlerinin uzunluğunu herkes bilir) ve riskin yüksek olduğu (başkalarının parasıyla ilgilenmenin riskli olmadığını söylememek mümkün mü?) iş kollarında çalışanların bu sendroma yakalanmaları daha kolaymış.

Aslında durumu oluşturan faktör çok ama ben kendi açımdan baktığımda direk olarak yaşadıklarımı sayabilirim.
  • Sorumluluk ve yetki arasındaki dengesizlik
  • Profesyonel olmayan yönetim anlayışı
  • Yöneticilerin gerçekçi olmayan beklentileri
  • Çalışanlara insiyatif verilmemesi 
  • Çalışanlara eşit yaklaşmama
  • Özellikle de iş yerinin organizasyonel bozukluğu
Kişisel özellik olarak da mükemmeliyetçilik ve aşırı görev bilinci tükenmiş hissetmenizi tetikliyormuş.

  • İşinizle ilgili her söylediğiniz şey negatif şeyler içeriyorsa,
  • Huzursuz ve gergin hissediyorsanız,
  • Mutsuzsanız, umutsuzsanız,
  • Öfkeliyseniz ve herşeyin daha da kötüye gideceğine dair inancınız tamsa,
  • Fiziksel ve ruhsal enerji kaybı yaşıyorsanız,
  • Kendinizi değersiz hissediyorsanız,

Siz de bu sendromun pençesine düşmüş olabilirsiniz.

Uzmanlar bu durumun herkesin başına gelebileceğini söylüyor. Bu durumdan kurtulmanın bazı kolay yolları varmış. Ancak ileri evrelerde profesyonel yardım almanın da çok önemli olduğunu belirtiyor uzmanlar.



Bundan birkaç sene önce Kavak Yelleri döneminde Dağhan Külegeç'in de başına geldiği ve alternatif tıp ile bunların üstesinden geldiğini de okudum konuyu araştırırken.

Uzmanlar kendinizi böyle hissettiğinizde işi bırakıp bırakmamanın tamamen sizin seçiminiz olduğunu söylüyor.

Meryem Uzerli doğru mu yaptı bilmiyorum ama internette ve televizyonda gördüklerim insanların dininin imanının para olduğunu doğruluyor.

Hiçbir eleştiri onu desteklemiyor, herkes onu suçluyor.

Ama bence herkes önemli olanın "insan" olduğunu unutuyor.

22 Mayıs 2013 Çarşamba

Yediburunlar Feneri.. Bir Kartal Yuvası..

Bu kış zor bir kış oldu.

Ailede bir takım hastalıklar, yakın çevrede yaşanan yine tatsız sağlık sorunları, ağırlaşan ders konuları ve ders çalışma tempomuz, evde büyüyen ergenler, hayatımızla ilgili bir takım belirsizlikler beni oldukça zorladı.

Allah' a şükür keyfim yerinde, hayatımda ilk çalışmadığım kış oldu, kendime ve sevdiklerime daha fazla vakit ayırabildim, canımın istediği ve içimde ukte olan birçok şey yaptım ama yaz yaklaştıkça önünü alamadığım tatil hayalleri ister istemez kapıda.

Evdesin, sana hergün tatil diyenler olacaktır ve de belki haklılardır ama ne yapayım huyum kurusun işte.

Çevremdekiler bilirler, hayatta en fazla zevk aldığım şey gezmektir, normalde üste başa, kıyafete çantaya, kafelere restoranlara para harcamayı sevmem.

Ama tatil deyince akan sular durur benim için.

Özellikle çalıştığım dönemde yaz tatili ve tatil planı vazgeçilmez bir havuçtu benim için.

Hatta bunun için kullandığım özel yerler ve özel web siteleri vardı ve canım sıkıldıkça, onları açar hayran hayran bakar, beş dakikalığına da olsa masamdan uzaklaşır, görüp beğendiğim yerlerde olduğumu hayal ederdim.

Bu sene eşim iş programının yoğunluğu nedeniyle yaz tatilinde beraber olamayacağımız konusunda bir deklarasyon yayınladı.

Bize de başımızın çaresine bakmamızı salık verdi.

Temmuz başında başlayacak Ramazan nedeniyle tatil planı yapmak daha da zor bu sene. Zaman kısıtlı.

Biz de kızlarla beraber anneannenin yanına gidelim dedik.

Hatta kuzenler ve onların eş ve çocukları da projeye katılınca bir aşiret düğünü havasında geçecek bir tatil planı hazırlandı.

Dün akşam kızlar ders çalışmaktan baymışken, geçen yılki mayoları ortaya döküp hangilerinin olup hangilerinin olmayacağını deneyerek onlarda da motivasyonu tavan yaptım.

Fakat bu sabah içindem biri yine gizli gizli o eski sitelere girmemi söyledi, ben de söyleyeni susturamadım.

Oldum olası tatil köyü tatilini sevmem, küçük sakin sessiz otelleri tercih ederim hep.

Bu nedenle de Küçük Oteller Rehberini çok severim.

14 yıldan beri aralıksız olarak gezilerek hazırlanan otelleri barındıran bu kitabın güncel versiyonunu bu sabah inceleme fırsatı buldum.

Öncelikle fırsatınız olunca siz de inceleyin derim.

Ben özellikle bir otele takıldım bakarken.

Fethiye körfezinin en ucunda bir kartal yuvasına kurulmuş bir otel.




Daha önce kilimli-yorganlı-ortak banyolu bir yerken, elden geçirilmiş ve son derece konforlu bir hale getirilmiş.

İddiaya göre  Türkiye'nin, belki de dünyanın, açık ara en "havadar", en acayip manzaralı jakuzisi artık burada. Uçakta yıkanmakla eş değer bir zevk olduğu söyleniyor.

Çocuk kabul ediyorlarmış ama oraya çocuk götürülse uçurumdan düşer de bir daha geri getirilemez gibi bir endişe var içimde.

Sitede otele ulaşımın zor olduğu söyleniyor.

İnşallah bir gün çocuklar büyüyünce, eşimle beraber gider felekten birkaç gün çalabiliriz.

Darısı tüm gezmeyi sevenlerin ve sevdikleriyle kaçamak yapmayı hayal edenlerin başına..

Not : Otelin adı Yediburunlar Feneri. Daha fazlası reklama girer..Siz kendiniz bakın..

20 Mayıs 2013 Pazartesi

LOFT

"Aşk Tesadüfleri Sever" filmini izlediniz mi bilmem.

Bu kadar da tesadüf olmaz dedirtecek cinste bir film olmasına rağmen eminim sizin de yüreğine dokunmuştur.

O filmi seyrederken her ne kadar kendimi konuya kaptırıp duygulansam da bugün geriye dönüp bakınca aklımda bir Şebnem Ferah'ın "Hoşçakal" adlı şarkısı, bir de Mehmet Günsur'un Haliç kıyılarında yer alan ve hem ofis hem de ev olarak kullandığı mekan geliyor.

Belki hatırlarsınız, ev Loft tarzında döşenmiş bir evdi.

Daha sonra öğrendim ki bu ev ünlü fotoğrafçı Mehmet Turgut'un hem evi hem de stüdyosuymuş.
Hatta bugünlerde çok popüler olan ama benim izlemediğimden bilmediğim bir şey daha varmış. Kuzenim uyardı, İntikam dizisindeki Hakan'ın evi de bu evmiş.

Her neyse, lafı fazla uzattık.

Beraberce Loft tarzı nedir bakalım.

Endüstriyel stil olarak da adlandırılan Loft, Amerika'da eski fabrika ve depoların yaşam alanına dönüştürülmesi ile ortaya çıkmış bir dekorasyon tarzı.

Eski depo ve fabrikalar değerlendirilerek oluşturulan yaşam alanları olduğundan da tavanlar çok yüksek, hacimler oldukça geniş, çeşitli dekorasyon öğeleri kullanılarak mekanın bölümlere ayrıldığı bir tarzdır. Etrafta cam, galvaniz borular, kablolar, havalandırma kanalları, çelik parçalar, çeşitli ahşap öğeler göze çarpar.

Net duvarlar kullanılmaz, tuğlalar, yeni dökülmüş ama tamamlanmamış betonlar, sanki başlanmış da yarım kalmış gibi detaylar Loft tarzında sık sık kullanılan ayrıntılardır.

Duvarlarda boya kesinlikle yoktur.



Mekan büyük ahşap mobilyalar, kocaman bitkiler, renkli renkli kilimler, çarpıcı perdeler ile canlandırılır ve hareketlendirilir.

Anneannelerden kalan konsol ya da çekmeceleri, kocaman haritalar, metal aydınlatmalar olmazsa olmazdır.

Böyle bir mekanı döşeme şansınız varsa, mutlaka ortalıkta koşturan kedi ya da köpek de olmalıdır.

Çok büyük ferah ve özel bir mekanda yaşamak ister misiniz?

Eğer cevabınız evetse ve imkanınız da varsa  bence bu yazıyı bir daha okuyun ve harekete geçin derim.

Kolay gelsin..

17 Mayıs 2013 Cuma

Baharat...

Az önce kızım piyano dersinden gelip kendi kendine kremalı karidesli makarna pişireceğini söyledi.

Hatta piyano dersinden gelirken markete uğrayıp krema bile almıştı.

Bana "Tamamen ben yapacağım, sen karışma" dedi.

Birkaç noktada destek vermek zorunda kalsam da %90 kendisi hazırladı diyebiliriz.

Hazır olunca tabaklarımıza koydu, görünüş güzeldi ama unutulan bir şeyler vardı.

Tuz ve karabiber.

Özellikle makarnalarda taze çekilmiş karabiber olmazsa bence tadı yerine gelmiyor.

Sonra düşündüm de, herhalde yemek hazırlarken benim kadar baharattan faydalanan yoktur herhalde.

Lütfen baharat kelimesini sadece kırmızı biber, acı filan olarak algılamayın.

Yeri gelir kek pişerken konan portakal  kabuğudur baharat, kimi zaman şehriyeli yeşil mercimek pişirirken konan ekşi mürdüm eriğidir.

Ama sanırım hepimizin aklında baharat denince bir şeyler uyanır.

Tanım itibarıyla baharat, bitkilerin çoğunlukla yaprak, tohum gibi kısımlarının kurutulması, toz haline getirilmesi, ufalanması veya benzeri kimi işlemlerden geçirilmesi ile elde edilen yemek tatlandırıcılarının genel adıdır.

Hemen her mutfakta ismi farklı olmakla beraber mutlaka yemeklere konan bir baharat vardır.

Dünyaya uzakdoğudan yayılan baharatlar, hatta dönemin en önemli ticaret yollarından birine ismini vermiştir.
Söylendiğine göre etlerin bozulmasını engellemek için Hindistan'da kullanılmaya başlanan baharatlar daha sonra yine baharat yolu üzerinden dünya tarafından bilinir olmuşlar.
Dünyada en fazla baharat kullanan mutfaklardan birisi Türk mutfağıdır.Türkiye'de en çok kullanılan baharatlar nane, karabiber, kekik, kimyon, pul biber olarak sayılabilir.
Baharat kullanmak iyidir ve önemlidir ama hangi yemekte hangi baharattan ne kadar kullanılacağını bilmek de sanattır. Yani pirzola pişirirken sehven tarçın koysanız pek bir şeye benzeyeceğini sanmıyorum. Ya da salep pişirip üstüne kimyon koysanız nasıl olur kestiremiyorum.
Haa tarçın demişken, duyduğumda çok şaşırmıştım, sütlü tatlılara neden tarçın konurmuş biliyor musunuz?
Diyetisyene giderken öğrenmiştim, tarçın kan şekerini dengelermiş, mesela süt içerken de üzerine tarçın koymak  da diyette tavsiye edilen bir uygulama. 
O nedenle atalarımız tavuk göğsüne, kazandibine , sütlaca muhallebiye mutlaka tarçın koyarlar.
Bu arada baharatların metabolizma hızını artırdığını ve bu nedenle zayıflamaya yardımcı olduğunu söylemeden geçmek olmaz.
Her neyse, büyükşehir insanları olarak çoğumuz baharatları marketlerden paketlenmiş halde alıyoruz.
Ve de kullanırken yeterince rayihası olmadığını düşünüyoruz. Bunda hem kırmızı bibere katılan kiremit tozu nedeniyle yaşanan etki düşüklüğünden, hem de paketlenip beklerken yaşanan bayatlamadan bahsedebiliriz.
Bu nedenledir ki, taa uzaklardan gelip de ülkelerine götürmek için baharat alan turistler gibi sizlerin de baharatlarınızı Mısır Çarşısından, olmadı evinize en yakın aktardan almanızı tavsiye ederim.

Zaten Mısır Çarşısının kokusu büyülüdür, insan girince çıkmaz istemez. Eğer baharatınızı marketten alırken, olur da beni, dinleyip Mısır Çarşısı ya da aktardan almaya başlarsanız dikkat. Daha önce ne kadar koyuyorsanız o miktarın yarısını koyun. Yetecektir. Aksi takdirde yemeğinizi yenmez hale getirebilirsiniz.
Daha önce yazmıştım,  koruma amaçlı radyoaktif ışın kullanımı en fazla baharatta yapılıyormuş Sırf bu nedenle sizlere kırmızı biberinizi, nanenizi kendiniz kurutun demiştim hatırlarsanız.
Ama benim favori baharatımın ne olduğunu sorarsanız tartışmasız kimyon derim.
Hatta geçenlerde eşime " Koluma kimyon döksem ısırarak yiyesim gelir" dediğimde bana pes demişti.
Sonuç olarak evde yemek yapın mutlaka..
Yaptığınız yemeklere de Allah'ın lütuflarından biri olan baharatlardan koyun. Çekinmeyin. Cesur olun.
Hardalı, zencefili, yenibaharı kucaklayın. Sadece tuzla biberle bu iş gitmez.
Eşimin bir akrabasının çocuğu gibi yoğurtlu çorbada nane görünce " Bu çorbaya böcek düşmüş. " demeyin.
Yazık olur, ayıp olur.

15 Mayıs 2013 Çarşamba

Piston..

Geçen akşam Yalan Dünya dizisinde ilk defa denk geldim onlara.

Aslında gazetede okumuştum ama itiraf ediyorum ön yargımdan dolayı pek de oralı olmamıştım.

Kıskançlık mı deyin, ön yargı mı deyin ne derseniz deyin bilemiyorum, ünlülerin çocukları da ünlü olunca ben o kişilere nedense gıcık oluyorum.

Doğru örnekler de çok tabii ama genellikle birçok kişi sadece anneleri ya da babaları ünlü diye hak etmeden bir yere geldiklerinden Mithat Can Özer'e de ön yargılı yaklaştım kabul ediyorum.

Gerçi Aylin Livaneli, Ayşe Özyılmazel, Murat Evgin, Dağhan Külegeç gibi bu işi hakkıyla kotaranlar oldu ama...

Onu taaa ben bile gençken Sertap Erener'in "Sakin Ol" klibinde çilgınca dans eden çocuk olarak hatırlayanlarınız vardır.

Basında hep onun hakkında müzisyen kişiliği ile değil de çapkınlığıyla ve ilişkileriyle ön plana çıktığından Piston grubunu çok da ciddiye almadım. Haaa bir de baklavaları ve adonisleriyle..Gazetelerde onun beslenme  metodolijisi ile ilgili yazılar okumadan geçmek imkansızdı bir aralar.

Yok yıllardır pizza yememiş, yok hayatında kebap acılı Adana denememiş filan. Zaten tatlı ile hiç arası yokmuş.

Ancak Yalan Dünya dizisinde canlı performanslarını izledikten sonra hemen internete sarılıp grupla ilgili araştırma yapıp parçalarını dinledim ve şu an utanıyorum.

Albüm geçen sene çıkmış.

Aslında Mithat Can Özer 7 yıl önce şarkı yazmaya başlamış ama daha sonra arkadaşları ve annesinden şarkı söylemesine yönelik ısrarlar gelince o da şarkı söylemeye karar vermiş. Bu süreçte aranjörlük, prodüktörlük gibi konulara da el atmış.

Grup üyeleri kendisinden büyük, diğer elemanlarla daha çocukken tanışmış.

Albümün adı Tamperaman. Enteresan bir isim.




Bu tiyatro dilinde iç enerji ve coşku demekken Klasik Batı Müziği’nde bir sekizlik ölçüyü 12 eşit parçaya bölen sistem anlamına geliyor.

Ben harika bir Sezen Aksu parçası olan " Bu Yüzden" e takılıp kaldım. "Azad et Beni" diğer sağlam parça.

Albümdeki 12 parçadan biri Sezen Aksu parçası. Diğer 10 şarkının sözü  Mithat Can Özer tarafından yazılmış.

Ben aslında sözlerini beğendim bu albümdeki şarkıların. Ama insanlar benimle benimle pek aynı kanıda değil.

Yoksa Tarkan'ın söylediği "Gel, Gel Acımayacak" benim hiç tarzım değil ve bence sözler de çok ne biliyim, annesinden çok çok farklı düzlemde diyeyim aşkı anlatırken, siz anlayın.


Ben Türkçe Rock sevenlerdenim, ama bu grubun çıtasının diğerlerine göre oldukça yüksek olduğunu söylemek zorundayım.

Siz de deneyin derim. 

13 Mayıs 2013 Pazartesi

En İyi Arkadaşım TV Kumandası...

Genellikle evde olmam nedeniyle eskiye nazaran TV ile ilişkim daha fazla.

Ancak bütün gün evdeyim, izleyecek inanın çok da mantıklı bir şey bulamıyorum.

Bankacılıktan gelen alışkanlık nedeniyle ekonomi kanallarına da sıcak bakmıyorum, bana iş ortamını hatırlatıyor. Sonuç olarak iyi ve sadık bir TV izleyicisi olamıyorum.

TV lerde sadece dizi ve yarışma var. Şu anda inanılmaz dizi enflasyonu olsa da araştırmalar kısa dönemde dizilerin etkisini yitireceği ve ibrenin yarışmalara döneceği yönünde.

Neden diziler izleniyor?

İnsanlar neden yarışmaları görünce ekrana kilitlenip kalıyorlar?

Konuya hem kendim  kafa yordum hem de ciddi araştırdım.

Bu konuyla ilgili yapılmış sosyolojik araştırmalar, köşe yazıları ve hatta RTÜK raporları var.


Diziler neden bu kadar çok izleniyor?

Toparladıklarım bilgileri sizlerle de paylaşayım.

İnsanlar dizilerdeki insanlara bakarak kendilerini ona benzetiyorlar, yaşanan acıları daha önce kendi yaşadıklarıyla özdeşleşitiriyorlar, dizide kullanılan giysileri, aksesuarları kullanarak kendilerini onların yerine koyuyorlar, sevenlerin birleştiği ya da ayrıldığı sahneleri kendi anılarını yaşarmış gibi yaşıyorlar.

Bazıları ertesi gün okulda ya da iş yerinde muhabetten eksik kalmamak için dizileri izlerken, bazılarıysa tutkunu olduğu dizi için fan sayfaları açmakta, dizinin ya da başrol oyuncusunun facebook sayfasında yorum yazmakta, yani kendini diziden bir kahraman gibi hissetmeye başlamakta.

Fanatik izleyiciler kimi zaman başrol oyuncusuna aşık olup onun için yaşamaya başlıyorlar. Sanki gerçek sevgilisi oymuş gibi davranıp onun gittiği yerlere gidip onun  gibi giyiniyorlar.

Spartacus izleyip içindeki hayvanı ortaya çıkaranlar mı dersiniz, Sex and the City'yi izleyip ona benzer yaşamlar kuranlar mı, hepsi var.

Egosu yüksek olanlar kimsenin izlemediği yabancı dizileri seyredip övünürken, diğer taraftan Türk dizilerini aşağılamayı kendine borç biliyor.

Kimi evinde çekilen diziden "şikayetçi" oluyor, kimi kendi sevgilisinin mi başrol oyuncusunun mu daha yakışıklı olduğuna bir türlü karar veremiyor.

Sonuçta herkesin bir şekilde dizileri seyretmek için bir bahanesi oluyor.

Peki ya yarışma tutkunlarına ne demeli?

Yarışma tutkunları ise insanın hırsını ve azmini izlemeyi seviyor. Bir ev ya da bir araba için maymun durumuna düşenlere bakıp içten içe durumuna şükredip, değişik bir zevk alıyor.
Akan sahte gözyaşlarını gerçek sanarak izliyorlar ama onların aslında birer oyuncu olduğunu anlayamıyor. Yarışmaya seçilen kişilerin bir diziye seçilen oyuncular gibi özellikle seçildiğini farkedemiyor. Gerçek değildir o yarışmacılar, sahtedir, ama izleyenler onları evlerine oturma odasının ortasına kadar alıyor, evlerinden bir fert yapıyor.
Hatta öyle bir aralarına alıyorlar ki, bu sahte üzüntülere ve gözyaşlarına kanıp, yarışma programlarının yapımcılarının paralarına para katmak için SMS ile filan onlara destek oluyorlar.
Belki o gün işyerinde müdürünün fırçasıyla sıkılan canının intikamını alıyor arabayı kazanan kişi, belki bir baltaya sap olamadın diyen anneye karşı başarısızlığını, ekranda birinci olup başarı hikayesi oluşturan sesi güzel Anadolu delikanlısıyla gideriyor.
Velhasıl kelam, farkında mısınız bilmiyorum, aptal kutusu dediğimiz o kutu karadul örümceği gibi ağlarını örüp içine düşürdüğü bizi öldürmek üzere ve farkında değiliz.
Biliyorum şu anda karşınızda 39 TL ye binlerce kanalı ücretsiz izleyebileceğiniz uydu alıcısını satan sarışın kadın var, ne olur aldanmayın.

Kalkın ayağa..
En iyi dostunuz TV kumandası değil, arkadaşınız, kitabınız, sevgiliniz ya da kediniz olsun.


10 Mayıs 2013 Cuma

Anneler Günü, Gözyaşartan Hediye ve Charlotte ...

Hafta başı eşim bazı arkadaşlarımıza  ve aile üyelerine ekli resmi yolladı.



Anneler gününün yaklaşmakta olduğu bu günlerde bana gelecek hediye az çok netleşmeye başlamıştı.

Daha önce bahsettim, Anneler Günü , Sevgililer Günü, Doğum Günü hediyelerini çok sevmem. Bana zoraki ve ticari gelir.

Ama bu mesaj ve bu resim aile içinde bayağı polemiğe neden oldu, söylemeden geçemeyeceğim.

Dün sabah çok sevdiğim ve fikirlerine değer verdiğim psikolog Sayın Özgür Bolat'ın bazı yazılarını arkadaşlara ve eşime forward ettim.

Fırsatınız olur da okursanız oldukça beğeneceğinize eminim.


Bu mailler aramızda gelip giderken, eşim de bizimle bir mail paylaştı.

Bugünkü yazımız bu noktadan itibaren eşim ve sevgili dostumun yazısıdır.

Konuk yazarlara şimdiden huzurunuzda teşekkür ederim.

Yazının telif bedelleri Fırında Oğlak ya da Kıyıköy'de Kalkan olarak, zaman içinde bir ara, Allah kısmet ederse, ölmez sağ kalırsak, hayırlısı olursa, yazgıda varsa vb vb ödenecektir.

Gelen mail şöyle:

Mina  Urgan demiş ki; "Ben sahip olduklarımın tadını  çıkarmayı öğrendim hayatta.  Sahip olamadıklarımın ve olamayacaklarımın  acısına ise ayıracak zamanım yok.

Hayat çok  kısa."

... daha çok şeye ihtiyaç duymak değil,  varolanla yetinebilmeyi başarmak  onemli olan... 

Charlotte Kuralı  

Charlotte, Paris'te yaşayan çok güzel bir  kızdır. O kadar güzeldir ki, sarı saçları  şelaleler gibi omuzlarından kollarına  dökülür.

Boyu upuzun, bacakları upuzundur. Bir  reklam ajansında, müşteri temsilcisi olarak  çalışır. İyi para kazanır. Ailesi çok  varlıklıdır hatta. Geçen yaz, Güney Fransa'daki  malikánelerini, Brad Pitt-Angelina Jolie  çiftine kiralamışlardı. Hatta, "Geldiğimizde  evde, hizmetlilerden başka kimse olmasın" diye  tembihlemelerine rağmen, Charlotte gidişini  muzipçe geciktirmiş ve bu meşhur çiftle  tanışmıştı.


Bense Charlotte'u geçen hafta  Paris'te tanıdım. Şu ana kadar, fütursuz bir  roman girişi gibi gelişen bu bilgileri almanız,  kuralı sorgulamamanız açısından  önemli.
Paris'te, bir arkadaşım beni  Charlotte'un evine davet etti. Bilirsiniz,  insanlar birbirlerinin hayatını merak eder, fark  etmedenve ettirmeden incelerler. Hatta benim  en sevdiğim şeylerden biri, sokakta, perdeleri  sonuna kadar açık evlere ve orada yaşananlara  şahit olmaktır. İnsanın içi, insanlığa ısınır.  Dersin ki, "Oh.... Üç aşağı beş yukarı aynı  şeyler işte!" Ben de, böyle gözlerle  incelemeye başladım biraz önce tanıdığım bu  güzel Fransız kızın hayatını.

Herkesin evinden  yola çıkıp, kendisine varmak mümkün.

Fakat bu  evde bir tuhaflık vardı. Her şeyden çok az vardı  bu evde..Gerektiği kadar. Mesela, bir şampuan  bir sabun. Küvetin kenarında öyle yalnız  başlarına... (Birbirleriyle uzun zamandır  konuşmadıklarına eminim.) Minnacık bir dolap.  İçinde birkaç elbise kazak. Altı yedi ayakkabı.  İki dvd. Beş cd. Ipod. Dört bardak, birkaç tabak.  Birkaç mum. En fazla on tane kitap. Hiç ruj  yok! Çantasındaymış. Zaten lipstick o da...  Hayatta bazen, birleştirdiğin kalıpların tamamen  dışı bileşimler olur da, şaşakalırsın ya. Başa  dönersin ya. Bir yerde bir hesaba, olmazsa  olmaz diye eklediğin bir kalem birdenbire, tek  bir örnekle, kendini siler ya. Öyle oldu bana.  

Gözlerindeki silik eyeliner dışında, süsü de  yok bu kızın. Peki bu kız nasıl böyle kız oldu?  Nasıl böyle sade kaldı? Kadın oldu? Dışarıda bu  kadar az şeyle, içi çok oldu? Anlayamadım.  Çözemedim. Ona zaten banyosunu gördükten  sonra, "Miss Simplicity" adını takmıştım hemen.  Bayan Sadelik.. Beni şaşırtan şey, aynı zamanda  modellik yapacak kadar güzel ve havalı, aynı  zamanda varlıklı bir kızın bu hayat seçimi.  Olağanüstü... Kendi hayatım, arı kovanı gibi  başımda vızıldamaya başladı. Paris sokaklarında  beni takip edip durdu bu arılar. Tek çöp bir  şey alamadım. Hep sordum: buna gerçekten  ihtiyacım var mı? Buna benzer, aynı işi gören bir  şeyim var mı?... Koca koca alışveriş  merkezleri, bizi kandırmak için birbirleriyle  iddiaya girmiş ahtapotlar gibi gelmeye başladı.  Kaçtım, kaçtım, saklandım.

Sahip olduklarımın,yarısından fazlasına ihtiyacım yoktu. 

Hayatı  ağırlaştıran şey, seçim çokluğu.

Az şey kadar  güzeli  yok. Gereği yok. 


Sonumuz belli.

Banyoda  bütün ürünler, dopdolu  şişelerle birbirlerini  köpürtürken, hiç giymediğimiz  kazaklar lüzumsuzca dizilmiş t-shirt'lere  dolapta el şakası yaparken, hiç  açılmamış  kitaplar kendi kendilerine konuşurken... Biz  orada olmayacağız. Üstelik onlar da, boşu  boşuna bizden başka kimsenin olmamış  olacak.

Anladınız değil mi Charlotte kuralını?

Aslında benim hayatta her zaman uyguladığım, hatta eşimle pek de anlaşamadığımız bir kuraldır.

Her zaman " Hayatta daha neyim eksik, daha ne isterim ki" cümlesini kurar, eşimi sık sık bayarım.

Sanırım sonunda kendisi de ikna oldu ki bu yazıyı benimle paylaştı bizimle.


Çok sevdiğim can dostum, canım arkadaşım ise mailleri ve yazıyı okumuş ve bana göre çok daha detaylıca sorgulamış konuyu.(mühendis yaklaşımı) Ve olası ana fikirleri aşağıda bizim için kısaca özetlemiş :


a)      Çok güzel ve çok varlıklı olmak için azla yetinmesini bilmeliyiz.
b)      Şelale gibi dökülen sarı saçlarınız ve upuzun bacaklarınız yoksa gereksiz alışverişten kendinizi alamazsınız.
c)       Charlotte Paris'te yaşayan çok güzel bir kızdır.
d)      Rujumuzu her zaman çantamızda taşımalıyız.
e)      Anneler gününde hediye beklememeliyiz, bir öpücük yeter. (Charlotte olsa istemezdi) Bakınız: İlk resim.

Kendisine teşekkür ediyor ve bu noktada sazı elime alıyorum.

Zenginlik çok şeye sahip  olmak değil az şeye ihtiyaç duymaktır. 

Umarım Allah hepimize birer Charlotte olabilmeyi kısmet eder.









8 Mayıs 2013 Çarşamba

"Önemsiz" ve "Sıradan İnsanlar" ve Hayalleri

Hepimiz, her bir insan hayaller kurar, çocukken, büyüyünce, her yaşta..

Hayal kurmadan yaşayamaz insan.

Hatta Hazreti Osman'ın çok sevdiğim bir lafı vardır." Allah nasip etmeyeceği şeyin hayalini kurdurmaz."
Ama hayal kurarken bile hep sınırlar çizeriz, kendimizi bir alana hapsederiz.Nedense büyük hayaller kurmaktan korkarız.

Köyde büyüyen bir genç kız, köyün zengin oğlu ile evlenmeyi hayal eder, kasabanın zengini, Arçelik ya da Petrol Ofisi açmayı, liseye giden genç iyi bir üniversitede okumayı..

Ama atasözlerimiz bile bizi kısıtlamıştır, davul dengi dengine filan.. Hedefler hep sınırlı tutulur, büyütülmez.

Bu sabah bir şeyler okurken çok güzel hikayelere denk geldim. Yaşama sevinci veren..

Bunlardan birincisi şu :

Kaba saba, soluk, yıpranmış giysiler içindeki yaşlı çift, Boston treninden inip utangaç bir tavırla rektörün bürosundan içeri girer girmez, sekreter masasından fırlayarak önlerini kesti... Öyle ya, bunlar gibi ne idüğü belirsiz taşralıların Harvard gibi üniversitede ne işleri olabilirdi?


Adam, yavaşça rektörü görmek istediklerini söyledi. İşte bu imkansızdı.. Rektörün o gün onlara ayıracak saniyesi yoktu.. Yaşlı kadın, çekingen bir tavırla; "Bekleriz" diye mırıldandı... Nasıl olsa bir süre sonra sıkılıp gideceklerdi.. Sekreter sesini çıkarmadan masasına döndü.. Saatler geçti, yaşlı çift pes etmedi.. Sonunda sekreter, dayanamayarak yerinden kalktı. "Sadece birkaç dakika görüşseniz, yoksa gidecekleri yok" diyerek rektörü ikna etmeye çalıştı. Anlaşılan çare yoktu.. Genç rektör, isteksiz bir biçimde kapıyı açtı. Sekreterin anlattığı tablo içini bulandırmıştı. Zaten taşralılardan, kaba saba köylülerden nefret ederdi. Onun gibi bir adamın ofisine gelmeye cesaret etmek, olacak şey miydi bu? Suratı asılmış, sinirleri gerilmişti.

Yaşlı kadın hemen söze başladı. Harvard'da okuyan oğullarını bir yıl önce bir kazada kaybetmişlerdi. Oğulları, burada öyle mutlu olmuştu ki, onun anısına okul sınırları içinde bir yere, bir anıt dikmek istiyorlardı.


Rektör, bu dokunaklı öyküden duygulanmak yerine öfkelendi. "Madam" dedi, sert bir sesle, "Biz Harvard'da okuyan ve sonra ölen herkes için bir anıt dikecek olsak, burası mezarlığa döner..."
"Hayır, hayır" diyerek haykırdı yaşlı kadın.. "Anıt değil... Belki, Harvard'a bir bina yaptırabiliriz". Rektör, yıpranmış giysilere nefret dolu bir nazar fırlatarak, "Bina mı?" diyerek tekrarladı, "Siz bir binanın kaça mal olduğunu biliyor musunuz? Sadece son yaptığımız bölüm yedi buçuk milyon dolardan fazlasına çıktı..."


Tartışmayı noktaladığını düşünüyordu. Artık bu ihtiyar bunaklardan kurtulabilirdi.. Yaşlı kadın, sessizce kocasına döndü: "Üniversite inşaatına başlamak için gereken para bu muymuş? Peki, biz niçin kendi üniversitemizi kurmuyoruz, o halde?"


Rektörün yüzü karmakarışıktı.. Yaşlı adam başıyla onayladı. Bay ve bayan Leland Stanford dışarı çıktılar. Doğu California' ya, Palo Alto'ya geldiler. Ve Harvard'ın artık umursamadığı oğulları için onun adını ebediyen yaşatacak üniversiteyi kurdular.


Amerika'nın en önemli üniversitelerinden birini STANFORD'u.



Diğeri de şu :

Bu öykü, çiftlikten çiftliğe, yarıştan yarışa koşarak atları terbiye etmeye çalışan gezgin bir at terbiyecisinin genç oğlunun öyküsü.


Orta ikideyken, büyüdüğü zaman ne olmak ve yapmak istediği konusunda bir kompozisyon yazmasını ister hocası. Çocuk, bütün gece oturup günün birinde at çiftliğine sahip olmayı hedeflediğini anlatan 7 sayfalık bir kompozisyon yazar. Hayalini en ince ayrıntılarıyla anlatır. Hatta hayalindeki 200 dönümlük çiftliğin krokisini de çizer. Binaların, ahırların ve koşu yollarının yerlerini gösterir.


Ertesi gün hocasına sunduğu 7 sayfalık ödev, tam kalbinin sesidir.


İki gün sonra ödevi geri aldığında, kağıdın üzerine kırmızı kalemle yazılmış kocaman bir "sıfır" ve " dersten sonra beni gör" uyarısını görür."Neden sıfır aldım ?" diye merakla sorar hocasına. " Bu ödev, senin yaşında bir çocuk için gerçekçi olmayan bir hayal " der hocası. "Paran yok. Gezgin bir aileden geliyorsun. At çiftliği kurmak büyük para gerektirir. Önce araziyi satın alman lazım. Damızlık hayvanlar da almalısın. Bunu başarman imkansız" der ve ekler: "Eğer ödevini gerçekçi hedefler belirledikten sonra yeniden yazarsan, o zaman notunu yeniden gözden geçiririm."


Çocuk evine döner. Uzun uzun düşünür. Babasına danışır. "Bak oğlum," der babası, "bu konuda kararını kendin vermelisin. Bu, senin için oldukça önemli bir seçim."


Çocuk bir hafta kadar düşündükten sonra ödevini hiçbir değişiklik yapmadan geri götürür hocasına. "Siz verdiğiniz notu değiştirmeyin ...Ben de hayallerimi."


O orta iki öğrencisi, bugün 200 dönümlük arazi üzerindeki 1000 metrekarelik evinde oturuyor. Yıllar önce yazdığı ödev ise şöminenin üzerinde asılı...

Haaaa, bu yazıyı neden mi yazdım?
Uzun zamandır hayaller kuruyorum.
Çoğu olmuyor, bir sürü aksilikler çıkıyor.
Ama ümidi kaybetmemek lazım.
Hayalleri canlı tutmak lazım..

Ama önce hayal kurmayı ve hayalleri büyük tutmayı unutmamalı öyle değil mi?

İlginizi Çekebilir;

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...