28 Haziran 2013 Cuma

Motto..

Dün sabah sahilde şezlongta gazete keyfi yaptım.

Kızım ana gazeteyi elimden aldı, magazin ekleri de bana kaldı.

Nedense eki okumaya en arka sayfadan başladım.

Ömür Gedik'in yazısı ilişti gözüme.

Zaten gazetenin geri kalanını da bu yazıdan sonra okuyamadım.

Son zamanlarda okuduğum en güzel yazılardan biriydi.

Ömür Gedik de kendi yazmamıştı. Yazacaklarım kızının lise mezuniyet töreninde dinlediği bir konuşmaymış ve kendi köşesine aynen kopyalamış.

Ben de aynen alıntılamasam da beğendiğim yerleri sizlerle paylaşmak istedim. 

Ömür Gedik'in kızı Tayga liseden bu sene mezun olmuş. Kızı Üsküdar Amerikan Koleji'ni bu sene bitirmiş. Kendisini de kızını da kutlarım.

Okulun mezuniyet töreninde eski mezunlardan, 2001 mezunu Hakan Baş bir konuşma yapmış.

Önce bakalım Hakan Baş kimdir?

Takı satışı ağırlıklı başlayan ve aksesuar parfüm gibi diğer dallara da yayılan alışveriş sitesi Lidyana.com'un kurucusu ve CEO'su.



Üsküdar Amerikan'dan sonra Yale ve Cornell'de okumuş. Eski milli yüzücü. 

Ağırlıklı Arap dünyasına hitab eden Peak Games diye bir oyun sitesinin sahibi.

Krombera isimli bir de dijital pazarlama şirketi var. 

Üsküdar Amerikan da bizim kızların okulu gibi son derece disiplinli bir okul.

Hakan Bey Milli Yüzücü ve rekor sahibi bir sporcu olduğu halde kimbilir hangi nedenden lisede Beden Eğitimi dersinde -2- almış. Hiç şaşırmıyorum. Bizim okul da olsaydı gözünü kırpmadan eğer bir geçerli neden varsa 2'yi verirdi.

Bizim kızın karnesine 84.60 ile Fransızca 4 geldiğine göre.

Neyse konuyu dağıtmayalım. Magazinsel bir detayla tanıtımı bitirelim.Hakan Baş son dönemde Türkiye'nin en ünlü ve güzel kadınlarından Özge Ulusoy ile beraber.

Gelelim yazının asıl mesajlarına.
  • Kendinize her zaman güvenin. Eninde sonunda başarılı olacaksınız. Güvendiğiniz kişilerin tavsiyelerini mutlaka iç sesinizle birleştirerek kararlar alın.
  • Hayata pozitif bakmak çok önemli. Ben şanssızım diyenlerin şanssız olma nedenleri olayları negatif yorumlamalarıdır.
  • Mütevazı olmak iyidir, ama her zaman iyi değildir. Yeri geldiğinde önemli özelliklerinizin altını çizin ve karşınızdakilere vurgulayın. Övgü aldığınızda "Estağfurullah" demeyin, teşekkür edin. İyi olmak, başarılı olmak, güzel olmak kötü birşey değil ki, neden alttan alasınız?
  • İç sesinizin mantıklı bulduğu konularda beklemeyin hemen harekete geçin. Daha sonra " Ben bunu düşünmüştüm." demenin kimseye faydası yok. Özellikle size zararı var.
  • Hayatta ne yapmak istiyorsanız onu yapın. Anneniz babanız doktor olmanızı istedi diye doktor olmayın. Müzisyen olmak istiyorsanız olmalısınız.
  • Ne iş yaparsanız yapın, en iyisini yapın. Başarılı olduktan sonra para kazanmamanız mümkün değil. 
  • Parayı değil saygınlığı hayatın merkezine koyun. Saygınlığınızı ve dürüstlüğünüzü kaybetmek yerine iflas edin.
  • Hata yapmaktan korkmayın.Hatalarınızdan ders almayı unutmayın. Ancak aynı hatayı tekrarlamayın aynı hatayı tekrarlayanlara başka bir isim verilir.
  • İyi bir evlilik yapın. Çocuk sayınıza başkaları karar vermesin. İstediğiniz sayıda çocuk yapın. Ama çok çocuk seviyorsanız hepsinin özel okulda okuma ihtimaline karşı bütçenizi iyi ayarlayın.
  • Kıskanç olmayın, çevrenizdekileri, arkadaşlarınızı destekleyin. Unutmayın onların yükselmesi size de güç katacaktır.
  • Kimseye bel bağlamayın. Bu dünyaya yalnız geliyor yalnız gidiyoruz. Pozisyonlarınızı buna göre alın.
  • Ailenize zaman ayırın ki sonra üzülmeyin.
Bence bizim yaşlardakilerin de, hayata yeni atılacakların da, torunlarını büyütmeye çalışan yaşlıların da herkesin çok şey çıkaracağı bir yazı.

Ben şahsen motto olarak bir kenarda tutacağım.

Hakan Bey'e bu vesile ile saygılarımı sunuyor ve başarılar diliyorum.

26 Haziran 2013 Çarşamba

Transhümanizm....

Tatilde yapılan en keyifli şeylerden biri de bol bol kitap okumak.

Deniz dalgalarının şırıltısında, akşamın güzel esintisinde, şezlongta kitap okumanın keyfi hiçbir şeyde yok.

Geçenlerde biraz bahsettim, tatilde okumak için Dan Brown'ın Cehennem adlı kitabını aldım.

Kitapta serinin eski kitaplarındaki gibi simge bilim uzmanı Profesör Langdon yine bir kadınla beraber -ki kadın bu defa üstün zekası olan bir doktor- şifrelerin peşine düşüyor ve dünyayı çok önemli bir virüs tehlikesinden kurtarmaya çalışıyor.

Kitabın kurgusunda Dante, İlahi Komedya, İtalya, Floransa, Venedik ve son olarak da İstanbul, Tarihi Yarımada, Ayasofya, Yerebatan Sarayı en az Doktor ve Profesör kadar önemli yer tutuyor.

Okumak isteyenler için daha fazla detaya girmeyelim ama ben bu kitapta yeni tanıştığım ve aslında çok ince bir çizgi üstünde duran bir kavramı tartışmak istiyorum sizinle.

Transhümanizm..


Transhümanizm, insanın fiziksel ve zihinsel yeteneklerinin arttırılması ve yaşlanma ve hastalanma gibi arzu edilmeyen veya gereksiz görülen yönlerinin ortadan kaldırılması amacıyla teknoloji ve bilimden faydalanılması gerektiğini öne süren uluslar arası bir  hareketin adıymış. Transhümanist düşünürler, bu amaçla insan geliştirme tekniklerinin ve yüksek teknolojinin kullanılması imkânlarını ve muhtemel sonuçlarını tartışmışlar yıllarca.
Genetikle oynayarak başka ve mükemmel bir insan türü yaratmak bazı kişilerce çok büyük bir buluşun ve yeni bir dünyanın giriş kapısı olarak görülse de belli bir kesim tarafından da hep dünyanın karşı karşı kaldığı en büyük tehlike olarak değerlendirilmiş.
Kitapta ünlü üstün zekalı ve çok önemli bir bilim adamı var.Adı Zobrist.
Zobrist, kontrolsüz olarak nüfusun arttığını, bu artış hızının devam etmesi durumunda zaten 100 yıl içinde dünyanın kendi kendini yok edeceğini bu nedenle de bu gidişe Dünya Sağlık Örgütü vb gibi önemli otoritelerin eliyle dur denmesini istiyor.
Ancak beklediği desteği göremiyor ve kendi kendine harekete geçmeye karar veriyor.
Çıkış noktası çok ilginç. Dünyanın ve doğanın böyle doğal ayıklamalar yaptığını, bu tür ayıklanma dönemlerinin ardından dünyanın daha güçlendiğini ve daha iyi bir seviyeye atladığını düşünüyor.
Örneğin Ortaçağ'da yaşanan ve Avrupa  nüfusunun üçte birinin kaybına yol açan Veba salgınının aslında dünyanın kurtuluş dönemi olduğunu savunuyor. 
Zobrist veba salgınından sonra nüfusun azalması ve güçlenmesi sayesinde hemen ardından Rönesans ve Reform hareketlerinin yaşandığını ve bugünkü modern dünyanın kurulabildiğini, eğer veba salgını olmasaydı  bugünlerin kurgulanmasının mümkün olmadığını destekliyor.
Sonuç olarak da kendi kendine aklınca insaflı bir virüs üretiyor.
Yani bu virüs insanları hasta etmiyor, yataklara düşürmüyor ve öldürmüyor.
Ancak gelişigüzel olarak her üç kişiden birinin kısırlaşmasına yol açıyor. 
Böylece dünya nüfusunun artışını kendince en zararsız şekilde azaltmış oluyor.
Veba salgını  bir doğal seleksiyon muydu, gerçekten Rönesans dönemi o sayede mi yaşandı, yoksa insanlar evlerinde kedi beslemediler ve bu nedenle gemilerden gelen fareler nedeniyle yayılan vebanın kurbanı mı oldular, bu evinde kedi beslemeyenlere ders mi olsun, hiçbirimiz bilemeyeceğiz.
Ama sadece insan sayısına bakarak ülkenin güçlü olacağını düşünenleri bir kez daha kararlarını gözden geçirmeye çağırmak lazım.
İçimizden bilim adamları, yazarlar, ressamlar, müzisyenler çıkaramamaya, zar zor çıkardıklarımızın  da canını sıkmaya devam ettiğimiz ve beyin göçüyle kaçırdığımız sürece isterse 70 milyondan 200 milyona çıkalım, neye yarar bilemiyorum. Açlıkla, işsizlikle ve hayat kalitesinin düşüklüğüyle savaşmaktan başka...

22 Haziran 2013 Cumartesi

Kimse Yoğurdum Ekşi Demez..

Tatile geldim demiştim, iyice tembelleştim buralarda, yazılar da sekteye uğruyor, kusura bakmayın.

Buraya dediğim gibi kuzenim ve 3 çocukla geldik, beraber kalıyoruz, 3 çocuk ve bizim gibi iştahlı 2 büyük olunca evde ufak çaplı bir bol kepçe lokantası havası yakalanıyor.

Burada evde yapmadığım bir şey yapmaya başladım. Bizim evde çok yoğurt tüketilir. Neredeyse her zaman da marketten alınır.

Bazen köye kayınvalideme gidince ondan köy sütü alıp yoğurt mayalarım ya da o bana iş olmasın diye direk mayalar verir.

Kızlar bebekken her gün küçük bir kavanoz onlara yoğurt mayalardım. Doktor öyle önermişti.

Sanırım annemler o günlerden esinlenerek geçen gün beni  çağırdılar ve süt aldıklarını, yoğurt mayalamamı söylediler.

Onlar denemişler, başarılı olamamışlar.

Ben de bildiğim gibi yaptım, gayet de güzel oldu.

Ertesi gün ben de sabah salatalık, köy sütü, yeşillik satan teyzeden köy sütü aldım ve kendi evimizde de mayaladım.

Kendi evimizde mayaladığım annemlerinki kadar güzel olmadı ama, yine de marketten aldıklarımıza göre son derece besleyici ve sağlıklı.

Dün akşam buradaki yazı yazmak üzere internet kafeye gelmek üzereyken kuzenim bana yoğurt konusuna parmak basmamı salık verdi.

Yoğurdun ilk olarak kimlerce ve nasıl üretildiği üzerine kesin bir bilgi bulunmamakta. Yaklaşık 6000 yıldır yoğurdun mayalanıp yendiğine dair bulgular var. Tarihsel anlamda ise 6000 yıldır yoğurt üretilip tüketildiği tahmin edilmekte.Yüksek kalsiyum oranı, riboflavin, protein, B12, B6 vitaminlerini içermesi nedeniyle dünyada tüketimi en yaygın ve besleyici gıda maddelerinden. Yoğurdun Orta Asya'da bulunduğu tahmin edilmekte.

Ülkemizde çok çok fazla tüketilen bir gıda maddesi.

Yabancılar sade yoğurt yemiyorlar. Kahvaltıda veya ara öğünde meyveli yoğurt tüketiyorlar o kadar.

Biz Türkler ise, süzme yoğurt yapıyoruz, ayran yapıyoruz, cacık yapıyoruz, yoğurtlu çorba pişiriyoruz, kızartma ya da mantı yapıp üzerine sarımsaklı yoğurt döküyoruz, hiçbirşey yapamasak, sade yoğurdu alıp kaşık kaşık yiyoruz.

Çok çok faydalı bir besin olması nedeniyle her yaştan herkese yoğurt yemesi doktorlar tarafından tavsiye ediliyor.

Yoğurt hem protein, hem vitamin hem de mineral kaynağı, içindeki proteinin tümü neredeyse sindirilerek emiliyor, doku ve organların yenilenmesinde bu nedenle çok etkili.

Çocuk ve gençlerin gelişip büyümesi, yaşlıların da doku kaybını azaltıp tamir sürecini hızlandırmak için yoğurt harika bir besin.

Hem probiyotik özellikleri var hem de tam  bir kalsiyum deposu. Bağışıklık sistemini destekliyor. Bu özelliği nedeniyle de anti kanserojen besinler arasında ön sıralarda yer alıyor.

Du.

Ama artık almıyor.


2013 yılı Şubat ayında Çapa Tıp Fakültesi öğretim üyelerinden Dr. Yavuz Dizdar diyor ki, "Son dönemde kanser vakalarında çok fazla artış var, kanserdeki bu yoğun artışı sadece obezite veya sigara alkolle açıklamamız mümkün değil. Beslenme açısından birbirinden farklı sosyal statüdeki insanlarda kanserin sık görülmesinde Dr.Yavuz Dizdar yoğurdun önemli bir etkisi olduğu görüşünde.

Tabii ki iyi yoğurdun yukarıdaki faydaları var, bilim adamının bahsettiği işlemden geçmiş endüstriyel yoğurt.


"Çünkü endüstriyel yoğurt, yapay bir ürün. Ekşimiyor, dolapta bekleyen yoğurdu haftalar boyunca üstten yemeye devam etseniz bir şey olmuyor. Bunu ben defalarca test etmiş biri olarak biliyorum. Biraz dikkat eden herkesin de bildiğini düşünüyorum.
Bir ürün bu kadar çok tüketiliyorsa, bu kadar derin bir değişime gitti ise sorun var demektir. Bir gıdanın bozulma biçiminin dönüşmüş olması, ekşimenin ötesinde küflenmeyi bile atlıyor olması içerikte çok fazla değişiklik yapıldığını gösterir. Kimse kusura bakmasın. Bunlar yoğurt değiller. "
Bu değişimin son 10-15 yılda yaşandığı ve yeni yoğurt yönteminin belirli güçlerin  yoğurt tebliğini  bile kendi çıkarlarına göre değiştirdiklerini söyleyen Dr. Yavuz Dizdar, yoğurt yemekten vazgeçmememizi ama evde kendimizin mayaladığı yoğurdu yememizi özellikle tavsiye ediyor.

Nasıl yapacağız diyenler için, bir litre sütü kaynatıp parmağımızın rahatlıkla içeri girebileceği ısıya gelene kadar soğutmak evde yoğurt yapımının ilk adımı. Daha sonra iki kaşık oda sıcaklığındaki yoğurdu bir kaseye koyuyoruz ve bu kaseye mayalanmayı bekleyen sütten biraz ekliyoruz. Yoğurt ve süt karışıp homojen hale gelince içinde süt olan mayalayacağımız kaba kasedeki yoğurtlu sütlü karışımı ekliyoruz. Battaniyeye sarıp 4-5 saat bekliyoruz ve  ardından buzdolabına koyuyoruz.
Yoğurt mayalarken içindeki faydalı herşeyin ölmüş olduğu pastorize süt yerine mümkünse köy sütü, değilse günlük süt kullanmalıyız. Bir de mayalama kabı olarak cam bir litrelik kavanoz kullanırsanız yoğurdunuz daha sağlıklı olur.
Afiyet olsun.

18 Haziran 2013 Salı

Köfte...

Cumartesi sabahı kuzenim ve ben, büyük cesaret örneği göstererek çocuklarımızı aldık ve annemlerin yanında tatil yapmak üzere yola çıktık.

3 çocuk ve 800 km yol çok hoş bir kombinasyon gibi görünmese de, Allah'a şükür yol korktuğumuz gibi zor, yorucu ve sıkıcı geçmedi, sağ salim geldik ve 3 gündür  tatildeyiz.


Daha İstanbul'dan sabah yola çıktık, Eskihisar'a varmadan kızlardan birisi öğlen yemeği konusunu açtı.


Niyeti belliydi. Her tatilde olduğu gibi Akhisar'da, çarşı içindeki gerçek Köfteci Ramiz'e uğramak, hem güzel bir köfte yemek hem de Akhisar ovasının taze domates, roka ve soğanlarının tadına bakmak istiyordu.


Teklif güzeldi, ancak yolda Orhangazi'de Köfteci Yusuf, Mustafakemalpaşa'da Yenice Izgara, Balıkesir'de Köfteci Şaban gibi karşımıza birçok daha alternatif çıkacaktı.


Hangisinde yediğimiz bana saklı kalsın, ancak kuzenim bu sohbetin sonunda bana " Artık köfte ile ilgili bir yazı yazmanın zamanı gelmiştir" deyince ben de ona hak verdim ve işte buyrun.


Dünyanın hemen hemen her mutfağında önemli bir yere sahip olan köftenin tarihi, Orta Asya ve Mezopotamya halklarına kadar uzanıyormuş.


Kökeni Orta Asya olarak kabul edilen birçok yazıtta, adına 'Kueffettue' denen ve 'yoğrulmuş et' anlamına gelen bir yiyecekten söz ediliyormuş. 


Mezopotamya'da ise, eti; saklamak amacıyla tuz ve darı ezerek bu işlemden, 'Kuffette' yani 'ezik et' olarak söz edilmiş. Bu dönemlerde ete, susam, buğday, darı, karafal denilen otlar katılarak yapılan karışım ya suda haşlanarak ya da saç üzerinde pişirilerek yeniliyormuş. Bazı gastronomi uzmanlarına göre de 'ekşili köfte'nin geçmişi bu dönemlere dayanıyor.



Türkiye’de kuzu ve sığır etinden yapılan yaklaşık 50 çeşit köfte var. En popüler olanlar İnegöl, İzmir, Akçaabat, Tekirdağ, Sultanahmet, kadınbudu ve şiş köfteleri. Köfte, bir miktar kıymanın yuvarlanmasıyla; ekmek kırıntıları, kıyılmış soğan, baharat ve hatta yumurta gibi malzemeler ekleyerek hazırlanır. 

Genellikle yoğrulur ve yuvarlanır. Kızartarak, fırında, buharda, haşlama ya da soteleme yapılır. 


Köfteye bugünkü anlamda baharat katılması ise baharat yollarının gelişmesiyle Pakistan, İran ve Anadolu'da gerçekleşmiş. Yani köfte lezzetini Vasco de Gama'ya ve onun baharatlarına borçluyuz.

Daha sonra küçük çaplı değirmenlerde eti salamura yaparak saklamak için ezen Anadolu Selçuklu kadınları zaman zaman bu ezik ete soğan, bulgur ve bazı bitkiler katarak kolayca pişirilen bir yiyeceği köy ekmeğinin kabuk kısmına sararak, ailelerine ya da misafirlerine ikram etmeye başlamışlar. (bakınız ilk köfte ekmek) 
Osmanlı İmparatorluğu'nun gerileme dönemlerinde özellikle Bursa ve İstanbul'da birçok et yemeği dükkanında köfte baş sıradaymış. 

Köfte bugünkü manada ekmek içi, soğan, köfte baharı ve karabiber eklenerek ilk olarak 1830 yılında İstanbul Sultanahmet'te, yine Bolulu olan ve saray mutfağının danışmanı konumundaki Ali Usta tarafından ilk olarak saray eşrafına sunulmuş. (şu anda bildiğimiz Sultanahmet köftecisi değil, yanlış anlama olmasın.)
 
Türkiye'de köfte kavramının bugünlere gelmesinde Balkan kültürünün etkisi büyük.

Türkler, göçlerle Balkanlar’ın çeşitli kesimlerinden gelip “Küçük Rumeli” denen 
Trakya’ya yerleşince yöre mutfağına köfte kimliği katmaya başlamışlar.

1854 yılından sonra Karadeniz üzerinden Balkanlara yerleşen Kırımlılarla beraber 1876-1877 Osmanlı-Rus Savaşı kısaca 93 harbi denilen savaş sonrası Bulgaristan, 1924'te mübadele ile gelen Selanik, Serez, Yenice göçmenleri, Makedonya ahalisi, 1930-34 yılları arasında Bulgaristan'dan zorunlu göçe tabi olan ahali Trakya ve çevresinde mevcut kasabalara, çiftliklere yerleşmişler ve başta köfte olmak üzere kendi mutfak kültürlerini de getirmişler. Balkanlar'dan gelenlerin yaptıkları köftelerde ağırlıklı olarak dana ve kuzu eti kullanılmaktaymış. Etlerin kaç numaralı aynada (kıyma makinasının bıçağı) çekildiği bile önemliymiş.

Örneğin İnegöl köftesi de aslında Balkan kökenli. Ama önce beş ya da üç numaralı aynada çekilen et, biraz dinlendirilip, sonra da bir numaralı aynada çekiliyormuş. Köfte haline getirilip üç saat sonra ızgaraya atılıyormuş.

Tekirdağ köftesinde ise dana etinin kaburga kısmı kullanılıyor, içine sarımsak, maydonoz, soğan eklenip bir gece bekletilip ertesi gün pişiriliyormuş. Sonuç olarak Balkan göçmenlerinin yaptıkları köfteler, yerleştikleri yerlerdeki insanların damak zevki ve deneyimleriyle de birleşip değişik biçimlerde hazırlanabiliyor.

Trakya'da ayrıca, Keşan'da satır köfte, İpsala'da domates soslu ve kaşarlı köfte, Uzunköprü'de ağır ağır demlenen başka bir köfte bulabilirsiniz. Kırklareli köftesini de bu arada unutmamak lazım. Ege'ye geçince ise Tire, İzmir , Salihli köfteleri, Antalya'da şiş köftesi şu anda hemen aklıma geliveren ve sevdiğim diğer köfteler.


Her çocuğun mutlaka severek yediği, misafir geldiğinde kurtarıcımız olan, hem yapması kolay hem lezzetli bu güzel yemek, zaman içinde şu anda bayıla bayıla yediğimiz ama aslında köfteden uzak bir kavram olan hamburgere dönüşmüş.


İçerdiği yağ oranı, ekmeğinin özelliği ve soslarıyla kalori bombası olan hamburger, ne yazık ki dünyanın en ünlü köftesi şu an.


Bence yarın sabah yola çıkın. Ülkemizin neresine giderseniz gidin mutlaka leziz bir köfte çeşidi bulacaksınız.


Yola çıkamadınız mı? Yapın evde bir köfte ve çocuklarla, dostlarla ve sevgililerle keyifli bir akşam yemeği yaşayın. (Hatta gizli gizli evde hazırlanmış ıslak hamburger bile yapabilirsiniz. Benimkiler çok sevdiğinden bazı pazar günleri biz evde hamburger partisi veriyoruz. Aman annem duymasın, kızar..)


Allah hiçbirimizin ağzının tadını bozmasın.



12 Haziran 2013 Çarşamba

Akıl, Fikir, Sağduyu...Aşı..

Bundan bir ay önce gazetede ve internette bir haber vardı.

O zaman okudum ama üzerinde konuşmak için kısmet bugüneymiş.

İzmit'e yaşayan bir baba oğluna aşı yaptırmayı reddetmiş.

Aile hekimliğinden ısrarla aranan baba, aşı yaptırmama konusunda direnince Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Kocaeli İl Müdürlüğünün talebi üzerine Kocaeli Çocuk Mahkemesi tarafından koruyucu ve destekleyici tedbir kararı alınmış.

Çocuk 3 aylık periyodlarda kontrol edilerek gelişiminde bir sorun olup olmayacağı takip edilecekmiş.

Bir baba neden çocuğuna aşı yapılmasını reddeder diye düşündüm biraz.
Korkmayın adam Scientologist tarikatından, plasenta yiyip tıbbi yardımı reddeden cinsinden değil.

Babanın kaygısı bambaşka.

Diyor ki, bebeklere yapılan aşılar içerisinde domuz kanı, köpek böbreği, maymun böbrek hücreleri, köpek balığı karaciğer yağı gibi insan vücuduna zarar verecek maddeler bulunuyor, bu nedenle de oğluna aşı yaptırmıyor.

Baba mahkeme kararına itiraz edeceğini ve gerekli yerlere dava açacağını söylüyor.

İlginç bir durum.

Biliyorsunuz Müslümanlıkta domuz günah. Yenmesi ve domuz ürünlerinden faydalanılması yasaklanmış.

Bundan uzun bir süre önce bir organ nakli ile ilgili benzer bir tartışma olmuştu.
Domuz yiyen bir insandan alınan bir organ Müslüman birisine nakledilir mi diye yapılan tartışma dinen caiz olmadığına karar verildiğinden o kişinin ölümü ile sonuçlanmıştı.

Bence bu aşı konusu daha sıkıntılı bir konu.




Ben de inançları nedeniyle domuz ürünlerinden yemeyen birisiyim.

Ama iş aşı, daha doğrusu çocuk sağlığı, canları yaşatmak ve insan hayatı olunca orada durmak lazım bence.

Bu konu aslında dünyada bir süredir tartışılan bir konuymuş ve hatta Malezya ve Küba bu konuya ciddi kaynak ayırarak AR-GE çalışmalarına başlamış. Hacca giden her Müslümana zorunlu olarak yapılan menenjit aşısından çıkan bu olay sonucunda, bir iki sene içinde özellikle menenjit aşılarında domuz kullanımı ortadan kaldırılacakmış.

Çok güzel bir gelişme.

Keşke ülke olarak buna biz ön ayak olabilseydik.

Ama o aşılar üretilene kadar, yani başka bir çare yokken, bu nasıl bir bakış açısıdır ki, "Çocuğum domuzlu aşıdan olmasın, gerekirse ölsün ama vücuduna domuz girmesin." anlayışını gerçekten aklım almıyor.

Haa, şunu anlarım, biz İslam dünyası olarak başka şeylerle uğraşmak yerine bilimde ilerlemiş ve  bu tip konuları çözmüş olsak, ama hala devlet zorla ille de domuzlu aşı dayatsa, ben yine itiraz etmem, devlet benim için doğrusunu araştırmış ve sorgulamıştır derim, ama bu babayı belki birazcık da olsa anlarım.

Ama alternatifin çaresizlik ve extreme durumda ölüm olduğu bir durumda, çocuğunun hayatını hiçe saymayı anlamam mümkün değil.

Konuyu araştırırken rastladığım bir yazarın durumu " Müslümanın domuzla imtihanı " raddesine getirmesinden sonra zaten diyecek birşey kalmıyor.

Allah herkese akıl, fikir ve sağduyu versin.


10 Haziran 2013 Pazartesi

Hobilerimiz.. Eğer Varsa..

Dün kızları arkadaşlarının evine bıraktık.Uzun zamandır yapamadığımız bir şey yapıp boğaza indik ve sahilde yürüdük.

Sahilde her zamanki gibi oltasını kovasını almış gelmiş bir sürü insan vardı.

Nasıl oldu bilmiyorum, laf lafı açtı ve konu hobilere geldi.

Bizim toplumumuzda nedense pek hobi anlayışı yok.

Sözlük anlamıyla Hobi veya uğraşı, yapılması gerekli veya zorunlu olmayan kişinin kendi mesleği dahilinde veya farklı meslek türüne giren genellikle boşta kalan zamanları değerlendirme amacıyla yapılan yetenek beceri geliştirici oyalayıcı iş fiil faaliyetlerinin bütününe verilen genel adlandırma.

Bizler hayatımızda ya çalışıyoruz, ya da uzanıp dinleniyoruz.

Ne büyüklerimizden görmüşüz, ne de aramızda bir şeyler yapmak isteyenlerimiz destekleniyor.

Boş zamanlarında birşeyler yapmak isteyen gençlere aileleri:

-Ders çalış boş boş durma böyle boş işlerle vaktini harcama 
diyor.

Büyüyüp kendi kararlarını kendileri verebilecek yaşa gelenler ya iş ev sarmalında kaybolup gidiyor, ya da maddi sebeplerle yapmak istediklerini yapamıyor.

Yaşlananlar ise emeklilik sendromuna girip en yakın sahil kasabasına kapağı atıyor ve koltuğunda boş boş oturup bulmaca çözüyor.

Biz öyle bir toplum, öyle bir ülkeyiz ki, daha ilkokul birinci sınıf çocukları akademik olarak iyi gelişsinler diye beden eğitimi ya da resim derslerinde matematik yaptırıyoruz.

Müzik dersi biraz ilginç olsa ve çocuğu yakalasak belki devam ettirecek ama blok flüt dayatmasıyla çocuğu müzikten de soğutuyoruz.

Beden eğitimi derslerimizde çok iyi hatırlarım, ilkokul birden lise sona kadar bütün sözlü notlarımız düz takla, ters takla ve amuda kalkmaktan verildi.

Ben şahsen sporu bu önemli üç hareketten ibaret sandım yıllarca.

Resim ile ilgili anılarımı hatırlamak bile istemiyorum. Orta birde çizgi çalışması yapıyorduk. Resim dersimize matematik öğretmeni giriyordu. Çizgileri elle çiziyorduk. Benimkilerden biri fazla düz olmuş. Öğretmen geldi, cetveli koydu, baktı dümdüz. Sen cetvelle çizdin diyerek bütün yaptıklarımı sildirdi.

Resim dersini de böyle bir travmayla kenara koyduk.

Ben böylece spor yapmayan, resim çizmekten nefret eden ve blok flüt sesini duyunca tüyleri diken diken olan bir birey olarak sıfır hobiyle 35 li yaşlara geldim.

Taa ki içimden gelen yazı yazma arzusuna kulak verene kadar.. Hayatımda ilk defa kimsenin zorlaması olmadan, kendi irademle ve kendim için birşeyler yapmaya ve keyif almaya başladım.

Çocuklarımız bize göre daha şanslı ama çok da değil.

Değişik bir hobi edinmeleri pek mümkün görünmüyor. Ancak sürünün parçası olarak ya bir müzik aleti çalıyorlar, ya da yüzme tenis jimlastik gibi standart bir sporla ilgileniyorlar, o da ailelerinin zoruyla, hiçbiri kendi seçimleri değil.

Yurt dışındaki yaşıtları gibi bungee jumping yapamıyorlar, her mahallede kay kay pisti yok, buz patenini sadece TV de görüyorlar, mahallelerde çocuk parkı dahi yok, en önemlisi kişi başına düşen gelirin de   etkisiyle ailelerin bu konuya ayırabilecekleri kaynak olmuyor.

Dün eşimle tartışırken aklıma birşey geldi.

Her okulda eğitsel kol, klüp vb adında bir ya da iki saatlik bir dilim oluyor.

Tüm Türkiye'de tüm okullarda bu saat aynı gün aynı saat olsa.

Toplum gönüllüleri, hobi sahipleri, eğitmenler, sporcular, müzisyenler bu saatlerde vakitlerini okullara ayırsalar.

Mesela Bakırköy'de 50 tane ilkokul olsun.

Hepsi Çarşamba günü son iki saatini faaliyet saati yapsa..

Farklı okullardan  çocuklar ilgilerine göre bir araya getirilse.

iki tane bir okuldan, üç tane diğer okuldan, beş tane de öteki okuldan toplam 5 çocuk her hafta mesela gönüllü bir heylen hocasıyla çalışsa. Başka değişik okullardan bir araya gelen 10 çocuk Haliç'te kürek çekse, başka bir on çocuk bir atölyede halı dokusa, ne bileyim farklı tercihi olan çocuklara farklı konularda farklı ufuklar açabilsek.

Çok çok zor olduğunu düşünmüyorum.




Gönüllülerin desteğiyle bu iş olur ve birçok çocuğu çok farklı dünyalarla tanıştırabiliriz diye umuyorum.

Çok mu hayal kuruyorum?

Çok Önemli Not : Bazılarımız "Keşke hobimiz işimiz olsa, daha mutlu olurduk." diyecektir. Tanım gereği( bakınız yukarıda) hobiniz iş dışı faaliyet olacak. İşiniz hobi olunca, tanım gereği o hobi olmaktan çıkıyor ve kendinize yeni bir hobi bulmak zorunda kalıyorsunuz. Benden söylemesi..

5 Haziran 2013 Çarşamba

SBS..Yeni Liselere Geçiş Sistemi..

Gündem bir süredir çok yoğun.

Hepimiz güncel olaylara odaklanmış vaziyetteyiz. ( Gezi Parkı)

Ancak benim gibi 10 lu yaşlarda çocukları olanlar için dün aslında çok önemli bir açıklama yapıldı.

Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı tarafından dün yapılan açıklamalar, sanırım birçoğumuzun gözünden kaçtı. Haksız da değiliz.

Bu sabah, dün öylesine gözüme çarpan ancak detaylı olarak okuyamadığım yeni SBS konusunu biraz inceleyeyim dedim.

Aslında açıklama çok net değil.

Hala flu olan çok tarafı var.

Öncelikle şunu net olarak biliyoruz. Seneye tek sınavlı bir SBS olmayacak. 

Ayrıca sınav test ağırlıklı da olmayacak. Açık uçlu sorular olacağı tahmin ediliyor. Bakanın dediğine göre okulda alınan yazılı notları da değerlendirmeye katılacak.

Şimdi burada duralım.

Konuya ilgisi  olanlar bilir.

Okul başarıları zaten SBS de etkili idi.

Yani bir çocuk tüm soruları yapsa ve 500 üzerinden 500 alsa bile mesela 
Galatasaray Lisesine giremiyor mevcut sistemde. Çünkü aynı zamanda tüm okul derslerinden de 100 alması gerekli ki, kendisi gibilerle beraber Galatasaray Lisesi, Kabataş Lisesi gibi okullara girebilsin.

Hatta geçen hafta okulumuzda okulumuzun müdürü ile yaptığımız toplantıda öğrendik ki, bizim okulumuzdan mezun hiçbir çocuk Galatasaray Lisesine giremeyecek. Çünkü bizim okulumuzda notlar oldukça düşük, daha doğrusu olması gerektiği gibi veriliyor. Oysa birçok okulda notlar hakedildiği gibi hesaplanıyor  ve aileler ve çocuklarla bu notlar paylaşılıyor. Ama Milli Eğitim'e notlar şişirilerek bildiriliyor. (E- okul sistemine girişten bahsediyorum.) Bu da bizim okulumuz gibi hakkaniyetli not veren okullarda okuyan çocukları rekabette alt sıralara düşürüyor.




Bakan yaptığı açıklamada okulda verilen notların liselere geçişte önemli bir kriter olacağını söyledikten sonra, notların şişirilmesi tehlikesine karşı önlemlerinin olduğunu da söylemiş. 

Açıklamasından bir gün sonra sanırım herkesin benim gibi kafası karışınca konuyu biraz daha açıklık getirdi sayın Bakan.

Diyor ki, " Müfredata dayalı olarak yapılan sınavların bazılarının, bu değerlendirmeye katılacak olan sınav sonuçlarının, merkezden planlanmayla yürütülen ve yine merkezden değerlendirilen sınavlar şeklinde yapılması. Sene içindeki bazı yazılılar Milli Eğitim Bakanlığı'nın denetiminde merkezden hazırlanmış sorularla yapılacak. Böylece, hormonlanmış notlardan arındırarak, bu notları da nihai değerlendirme ortalamasına katmayı planlıyoruz."

Teknik olarak ne kadar mümkün, göreceğiz.

Şunu anlıyoruz ki, yerleştirme dershane eksenli bir sistem değil okul eksenli bir sistem olacak. Bu şekilde öğrencilerin de derslerine daha fazla sarılacağı öngörülüyor.

Özel okulların öğrenci alırken kendi sınavlarını yapacağı tahmin ediliyor. Ben de öyle olacağını tahmin ediyorum. Ama bu sınav nasıl bir sınav olur, onu bilemiyoruz.

Devletin yapacağı sınavdan çok fazla uzaklaşırlar mı, onu da bilemiyoruz.

Yine çok bilinmeyenli denklem var çözülmesi gereken. Ve uzun zamandır bu noktada olmaktan ben şahsen çok sıkılmış durumdayım.

Umarım en kısa zamanda resim netleşir de bizler de vermemiz gereken kararlar olacaksa bir an önce alabiliyor oluruz.


3 Haziran 2013 Pazartesi

Cehennemin En Karanlık Yerleri..

Yaklaşık 2 senedir yazı yazıyorum.

İlk zamanlar her gün yazarak başladığım yazı serüvenime, daha sonra okuyucularımdan gelen geribildirimler sonucunda gün aşırı yazarak devam ediyorum.

Bu yola çıkarken kendi kendime aldığım bir karar vardı.

Blogumun adından da anlayabileceğiniz gibi hayatla ilgili, hayata dair yazacaktım.

Yaklaşık iki senedir bunu da sürdürdüm.

Duygularımıza, düşüncelerimize, yaşadıklarımıza, eğitime, ilişkilere yer vermeye çalıştım.

Siyaset yazan çok yazar var. Benim ne böyle bir donanımım, ne de bu konuda  yazmaya yönelik bir motivasyonum var.

Dolayısıyla yazmaya başladığım günden beri ülkemizde sosyal, ekonomik, siyasi sorunlar yaşandığı günlerde de bu konulara yer vermedim ve hakkımı bu konuda uzman olan abilerime, ablalarıma bıraktım.

***

Dün akşam hem can dostum hem de sadık bir okuyucumdan bir mail aldım.

"Dilara yarın suya sabuna dokunmayan bir yazı yazma lütfen. 
Bunu yaparsan gercekten uzulecegim
Svg."

Bütün gece bunu düşündüm.

Bana çok yakın biri olarak belki de tüm okuyucularımın duygularına tercüman oluyordu, bilemiyorum.

Ancak bu sabah geldiğim nokta şudur.

Ben çıktığım yoldan başka bir yola sapmadan, eskisi gibi yazabildiğim konularda devam edeceğim.

***

Tatile giderken yanımda götürmek ve sahilde zevkle okumak için uzun zamandır beklediğim Dan Brown' un Cehennem adlı kitabını aldım.

Ancak dayanamadım, tatili beklemeden okumaya başladım.

Kitabın teşekkür bölümünden sonra ilk sayfada  şöyle yazıyor:

Dante' nin İlahi Komedya' sından bir alıntı.

Bugün yazımı bu sözle bitiriyor  ve sizlerden de üzerinde düşünmenizi istiyorum.

"Cehennemin en karanlık yerleri, buhran zamanlarında tarafsız kalanlara ayrılmıştır."



İlginizi Çekebilir;

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...