30 Temmuz 2013 Salı

"Optimist" Kişilikler...

Kızlar tatilden döndüğümüzden beri babaannenin yanındalar ve yelken kursuna gidiyorlar.

Ben burada kedinin başını bekliyorum. Ağır bir ameliyat geçirdi ve bir süre sokağa çıkmaması gerekiyor.

Geçen hafta Tekirdağ'a gitmiştim, kızlar Tekirdağ Yelken İhtisas Klübü'nde ders yaparlarken da gidip onları izlememi istediler.

Sabah onlarla beraber klübe gittim ve saat 2 ye kadar onları izledim.
Açıkçası giderken gördüklerimi göreceğimi tahmin etmiyordum.

En baştan anlatayım.

Bundan birkaç yaz önce kızları İstanbul'da Kartal'da belediyenin ücretsiz yelken kursuna yollamıştık.

Ardından da Tekirdağ'da Tekirdağ Yelken İhtisas Klübü'nde devam etmelerini düşünmüştük. Ama kızlar bilinmeyen bir sebeple kursu başladıkları gibi bıraktılar. Ama bu yaz onları bir şekilde ikna ettik ve başladılar.

Şimdi de geçen yıllarına yanıyorlar, ilk başladıklarında bırakmasalardı, şu anda yarışlara katılabilecek seviyeye gelebileceklerini farketmişler ve buna üzülüyorlar.

Optimist, 8 yaşından itibaren, çocukları deniz ve yelkenle tanıştırmak, onlara denizi sevdirmek ve yelken sporunu öğretmek ve 15 yaşına kadar yarışmalarını sağlamak için tüm dünyada rakipsiz şekilde yayılmış tek sınıf. Optimist, 2.31 m boyunda,1.13 m eninde ve maksimum 35 kg. ağırlığında.Optimist teknesi, ana direk, yelken, bumba, salma,dümen ve 3 adet yüzdürme balonuna sahip bir tekne ve tek kişi kullanıyor.

Bu sporla ilgili söylenebilecek çok şey var.

Yelken; yediden yetmişe herkesin öğrenebileceği ve devamlı yapabileceği ender sporlardan biri. Bazı sporlar var ki; vücudu, beyni, direnci, mücadeleyi, karar vermeyi, özgüveni, aynı anda değerli kılıyor. Ve bu özelliklerden herhangi birisini diğerlerinden daha geride bırakılırsa, geri kalmayı beraberinde getiriyor. Bu özelikleri gerektiren ender sporlardan birisi de yelken sporu.

Yelken sporunun en büyük yararı düşündürmesi. İngiltere'de yapılan bir araştırmaya göre bir yelken yarışçısı yarış boyunca 6.000 ile 8.000 arasında şey düşünüyormuş ve buna göre dünyanın en çok düşündüren sporu yelken imiş.


Vücudu geliştiriyormuş. Yalnız yapıldığı için karar verme mekanizmasını geliştiriyormuş, özgüveni arttırıyormuş. Bütün hataları sporcunun kendisinde bulmasını sağlıyor, kondisyon ve zekayı geliştiriyormuş .En önemlisi hayatta başarılı olmak için çok katkısı oluyormuş.



Yelken sporu sağlıklı çocuk gelişiminin sağlanması ve yetişkinler için çok yönlü bir spor olmasının dışında, strateji belirleme ve işbirliğini ön plana çıkartan unsurlara sahip.

Optimiste binen çocuk, birim zamanda diğer sporlara göre ortalama 300 kat daha fazla karar üretiyormuş mesela.

Yelken ile çocuk neler mi öğreniyor?

Sporcu, raftan optimistini indirirken rakibine ihtiyacı olduğunu biliyor. Bir yarışı yapabilmek için en az iki rakibinin olmasını, rakibinin ise can dostu olduğunu da.

Üç kişilik bir yarışta bile onbeş hakemin kendisi için var olduğunu öğreniyor.

Doğa’nın büyüklüğünü, kendinin küçüklüğünü farkediyor.

Bir yere su, rüzgar ve kendi becerisiyle varıyor.

Birinci gittiği yarışta bile, yarışı bırakıp yardıma koşuyor.

Dostlarının ve zamanın kıymetini biliyor.

Bitişe farklı çözümlerle gidileceğini farkediyor, çözümünü sürekli irdeliyor.

Kuralları, yorumlarını ve bütünün işleyişini, yaşama uygulanışını anlıyor.

Bildiğini biliyor, bilmediğini öğreniyor, sadece bilmediğinden çekiniyor.

Bilgisini, donanımını, sürekli yeniliyor.

Takipçi bir kişilik kazanıyor. Katılırken, yarışırken, protesto ederken, başarırken.

Sabrı öğreniyor. Rüzgarı bittiğinde, duruşması sürdüğünde..

Sabırsız davranıyor. Adaletin, başarının gecikmesine, geri kalmışlığa...

Saygılı bir kişilik oluşturuyor.  Kendine, rakibinin hakkına, yasalara, kurallara, doğaya...

Ülkesini temsil ediyor.. Arkadaşlarına örnek oluyor.



  Biraz fazla uzattım sanırım. Ama gittiğimde 5 dakika içinde tek başına kilometrelerce uzağa giden ve rüzgarı takip ederek gezen, geri dönebilen kızlarımı görünce gözlerim dolmadı desem yalan olur. İnanılmaz bir özgüven..Hele kızların yaptıklarını 7 yaşında yapabilen ufaklıkları görünce o kadar kıskandım ki... Keşke bizim de zamanında böyle şeyler yapacak ortam ve olanaklarımız olabilseydi.

    Tüm anne ve babalara tavsiye ediyorum.





22 Temmuz 2013 Pazartesi

Şahin..Batı Trakya'da Bir İftar...

Ramazanın en güzel yanlarından biri de sabırla beklenen iftar davetleri.

Hafta içi zor ama hafta sonu arkadaşlarla, aile fertleriyle yani kısacası sevdiklerinle iftar yapmak çok keyifli.

Ancak biz geçen hafta sonu hayatımda yaptığım en güzel iftarlarından birine davetliydik.

Mezun olduğumuz okulun Mezunlar Derneği' nin yaklaşık 10 seneden beri geleneksel hale getirdiği Batı Trakya iftarlarına bu sene ben de katılma fırsatı buldum. Eşim bu iftarlara bir kaç defa gitmişti ancak ben bir türlü denk getirememiştim.

Boğaziçi Üniversitesi' nin yanından Cumartesi sabah erken saatlerde otobüse bindik.

Çoğunluğun bayan olduğu otobüste bizim gibi mezun olanlar daha azdı. Daha çok halen okulda okumakta olan arkadaş grupları ve hatta ailesini de yanında getirenler vardı.

Tekirdağ'dan eşim de bize katıldı. Güzel bir yolculukla İpsala sınır kapısına ulaştık. Otobüsle sınırdan geçmek zormuş. Benim ilk deneyimimdi. Bütün otobüs iniyorsun, teker teker pasaportları topluyorlar, gidip tek tek kontrol edip kaşeliyorlar, sonra otobüse geri biniyorsun, pasaportları geri alıyorsun, ve hoopp, Yunanistan tarafında aynı işlem. Tabii ki Türkiye'den çıkmak daha kolay oldu, Yunanistan'a girmek için ise sınırda bir buçuk saate yakın beklemek zorunda kaldık.

İlk durağımız Gümülcine idi. Günlerden Cumartesi ve öğlen saatleri olunca siestadan dolayı heryer kapalıydı. Ölü şehir gibi bir Gümülcine'de biraz dolaştık. Yapılış tarihinin net olarak tespit edilemediği caminin 16. yüzyılın sonunda yapıldığı tahmin ediliyor. Yanındaki saat kulesi ve çarşının tam ortasında yer almasıyla kentin cazibe merkezlerinden biri haline gelmiş. İçinde kadınlar bölümündeki hatlar benim aklımda kalan en net güzellikler.




Gümülcine'den sonra toparlanıp otobüsümüze bindik ve İskeçe'ye doğru yol aldık. Aslında bu yolda otoban var. Ancak eski Türk köylerinden geçebilmek için eski yolu tercih ettik.

En fazla dikkatimi çeken köylerin bizim köylerle uzaktan yakından alakası olmaması.

Yani tabii ki tarım yapılıyor. Hatta oldukça da modern tarım yapılıyor. Ancak evler küçücük ama çok zevkli, çok sevimli ve hayat dolu. Bahçelerde balkonlarda dolu dolu yaşandığına dair izler var.

İskeçe güzel bir şehir, burası da çok fazla Türk'ün yaşadığı bir yer. Şehrin merkezinde biraz dolaştık. Cumartesi akşam olduğundan şehrin merkezindeki büyük kilisede bir düğün vardı. Gelinin yakındaki evinden gelin alıcı yaptılar ve gelini kiliseye yürüyerek götürdüler. Güzel bir ambiyanstı.

İftar yaklaşınca şehre hakim bir tepede bulunan bir restoranda iftar yapmak üzere tekrar otobüsümüze bindik.

İftarda organizasyonun Yunanistan tarafındakilerin emeği vardı. Damak tadımıza uygun olsun diye yemeklerin nasıl yapılacağı bile lokanta çalışanlarına anlatılmıştı.

İftarda tavuklu pirinç çorbası vardı ve fena değildi. Ardından Boşnak böreği ve etli kurufasulye vardı. Etler kurufasulyeden daha iyi pişmişti ama olsun.

İftardan sonra gece konaklayacağımız Şahinköy'e doğru yola çıktık.




Şahinköy büyük bir köy. Bu köyün tarihi 1300lü yıllara dayanıyor. Deniz seviyesinden 900 m yükseklikteki köy bir Pomak köyü. (Ben de etnik köken olarak Pomak olduğumdan sanırım köye daha bir kanım ısındı) Köy birçok sefer asimilasyon politikası girişimine maruz kalmış ancak bir tek kişi bile Hrıstiyanlaşmamış.

Şeklen de olsa köye bir kilise yapılmış ama köyde askerlerden ve memurlardan başka Yunanlı bulunmamakta. Köyde ağırlıklı  tütün ekiliyor. Erkeklerin tümü Almanya'da tersanelerde çalışıyorlar, kadınlar da onların yolunu gözlüyor. Biz gittiğimizde Ramazan dolayısıyla bütün erkekler izin almışlardı ve köylerindelerdi. Bu nedenle herkes çok mutluydu. Tüm halk sahura kadar dondurma yiyip, frappe içip, vespalarla dolaşıyordu. Gündüz de akşama kadar uyuyorlardı.

Köyde üç cami var, tüm erkekler köyde olduğundan, bizden de misafir giden 25 tane erkek olduğundan teravihte tüm camiler ağzına kadar doluydu. Kadınlar da teravih kılabilsin diye henüz bitmemiş inşaatlara halılar yayılmış, hoparlörlü ses düzeni kurulmuş ve imam da hazır bulundurularak bu evler kadınlar için teravihe hazır hale getirilmişti.

Bize gelmeden önce köyden insanlar evlerine kaç misafir alabileceklerini yani evlerinin kapasitelerini organizasyona bildirmişti.

Ancak tek bir sorun vardı, kaç aile geleceğini tam olarak hesaplayamadıklarından ve öğrenci ve bekar gençlerin adedinden dolayı, bazı evler sadece kadınları, bazı evler de sadece erkekleri misafir edebilecekti. Biz eşimle farklı evlerde kalabildik mesela.

Biz de otobüste kurduğumuz grupla beraber aynı evde 5 kişi kalmak üzere başvuru yaptık.

O gün hayatımda ilk defa gördüğüm ve o sabah tanıştığım birisiyle iki kişilik ebeveyn yatağında beraber yattım. Çok değişik bir deneyimdi. İnsanın bazı alışkanlıklarını, bazı kurallarını, bazı saplantılarını aşması için bu tip şeyler yaşaması lazım.

Sahurda köye hakim bir tepede yer alan misafirhanede herkes için sahur yemeği hazırlanmıştı. Kavurmadan taze kızartılmış lokmalara, böreklere ve peynire, köy domatesine kadar ful bir kahvaltı bizi beklemekteydi. 

Misafirhaneye kamyonetlerle taşındık. Gençler arkada açıkta kasada, bizim gibi ağır ablalar ise aracın içinde yokuşu tırmandık. Gençler bungee jumping yaparcasına çığlıklar atıyorlardı.

Sahurumuzuda yaptıktan sonra evlere dağıldık ve yorgunluktan anında uyuduk. Zira 20 saatten fazladır ayaktaydık.

Sabah erken kalkıp 11 gibi yola çıktık. Vedalaşırken herkes birbirine bir günde alışmıştı bile. Köydekilere çok çok teşekkür ederek otobüslerimize doluştuk.

Yolda herkes yorgundu ve uyumaya çalıştı. Biz eşimle herkesten önce Tekirdağ'da indik ve köye kızlarımızın yanına koştuk.

Hayatımın en ilginç Ramazan ve iftar sahur deneyimlerinden biriydi.

Önümüzdeki sene Allah ömür verirse tekrarlamak isterim.

Türklüğüne ve Müslümanlığına bizden fazla sahip çıkan onurlu bir halk vardı karşımızda.

Azınlık olmanın aslında ne kadar zor olduğunu, ama bir taraftan da insanları birbirine bağlayan önemli bir çimento olduğuna şahit oldum.

İstanbul'da 5 yıldızlı otellerde ya da ünlü restoranlarda yapılan hijyenik iftarlara gidenlere şiddetle tavsiye edilir.

16 Temmuz 2013 Salı

Tatilde..3

Tatille ilgili son yazı da bu yazı olsun.

Kaldığımız yerden devam edelim, yola çıktığımızda hedef Seferihisardı ama biz Özdere'de kaldık. Özdere'ye gelmeden önce Klaros Orman Kampı'da gün batmadan bir yüzdük. Deniz pırıl pırıl ancak oldukça soğuktu. Akşam güneş de battığında çıkınca biraz üşüdük ama gün boyunca yolda olduğumuzdan üşümeyi umursamadık.

Özdere'de geç saatte bir apart bulduk kaldık. Fena değildi ama harika da denemezdi.

Ama benim aklım Sığacık ve Seferihisar'da olduğundan sabah kalkınca herkesi toparladım ve kahvaltıya Sığacık'a götürdüm.

Şans eseri yörenin en güzel fırını olan "Neriman Tokdil" fırınında boyoz ve otlu börek yedik. Üstelik fırının sahibinin tatlı dili hoş sohbeti ve ekstra peynir, domates  ve haşlanmış yumurta ikramı bizi gönülden yakaladı. Bu fırın da Vedat Milor'dan tam puan almış. Eklemek istedim.

Sığacık çok güzel bir yer. Seferihisar da biliyorsunuz Citta Slow yani Yavaş Şehir.

Kale içini, restore edilmiş evleri ve Kavak Yelleri'ni çekildiği evi de bu sayede görmüş oldum.

Seferihisar'ın içi pek orjinal değil ama Sığacık ile ve belediye başkanının vizyonuyla ilçeye sınıf atlatılmış.

Kızlar hayatlarının ilk Aqua Park deneyimini yaşadılar. Gümüldür'deki bir aqua parka giden kızlar belki de tatillerinin en güzel gününü yaşadılar. Ben de onları beklerken Gümüldür'de mavi bayraklı bir plajda doyasıya yüzüp kitap okudum.

Zaten Gümüldür'de neredeyse tüm plajlar mavi bayraklı.

İzmir'e yani büyükşehire bu kadar yakınken hem de denizde sayfiyede olmak güzel bir duygu.

Ertesi gün dönüş için yola çıktık.

Sabah Seferihisar'da, öğlen  Foça' da yüzdük.

Oldum olası Foça'yı çok severim. Yine uğradığımızda aynı duyguları hissettim. Özellikle şehrin tarihi dokusu, sahili, taş evleri, kıyıdaki midye dolmacı hepsi aynen yıllar önce bıraktığım gibi. Bence Seferihisar'dan önce Foça Yavaş Şehir olmalıymış.

Dönüşte son olarak Ayvalık'a uğradık. Bir de yüzmek istedik tabii. Sarımsaklı her zamanki gibi deniz açısından güzel ama sahil açısından kalabalıktı. Ben bu tatilde şunu anladım. Ben kalabalık sevmiyorum. Sakin sessiz ve ıssız yerlerin adamıyım ben, kalabalık istemiyorum yanımda. Gürültü ve itiş kakış denizin güzelliğini de havanın hoşluğunu da manzaranın güzelliğini de rezil ediyor.

Ancak Ayvalık'ın içi de her zaman güzel. Her ne kadar artık büyük ve beton bir şehir olmaya başlamışsa da güzel. Yıllar yıllar önce seyrettiğim 1981 yapımı "Kırık Bir Aşk Hikayesi" adlı filmi de anmadan geçemedim yine. Şehre tayin olan edebiyat öğretmeni Hümeyra ile şehrin ilerigelenlerinden birinin evli oğlu olan Kadir İnanır'ın başrollerde oynadığı bu film Ayvalık'ın en güzel halini gözler önüne serer. Kamuran Usluer ise oyunculuğunun doruğundadır. Müzikleri de unutulmaz olan bu filme ulaşabilirseniz seyredin derim.

Bu arada ben görmeyeli Ayvalık'ta tostçular çarşısı açılmış. Tavsiye ederim, oraya gidip de Ayvalık tostu yemeden olmaz çünkü.




Sonuç olarak tatil güzeldi. Ve anladım ki tatil eğer gittiğiniz yer küçük İstanbul ise tatil olmuyor. Ramazan bitene kadar bize düşen tatil hayali kurmak. Ama kimbilir belki de bayramda ya da daha sonra bu yazılar sizin tatilinizin deniz feneri olur.

Keyifli tatiller herkese..

11 Temmuz 2013 Perşembe

Tatilde...2

Dün Datça'da kalmıştık.

Datça'nın içinde gündüz yüzmek, çay içmek hoş. Ünlü öğretmenevi yerle bir olmuş ve koy ve ufuk açılıvermiş.

Ama asıl Datça'nın gecesi çok güzel. Zekeriya sofrasında birbirinden leziz ve son derece ucuz yemekleri yiyip, üzerine Çınar Dondurma'ya gidip dondurma yemek gerekiyor. Bence kahvelisini deneyin, pişman olmazsınız.

Bu bölgenin başka bir olmazsa olmazı da lokma. Akşamları sahilde kurulan mini tezgahlardan lokmanızı alıp yiyorsunuz ve benim gibi tatlı sevmeyen biri bile yiyorsa varın gerisini siz tahmin edin.

Eşimin sürpriz yaparak bize katılmasının ardından annemler ve kuzenler İstanbul'a döndüler. Bizim kiraladığımız evin de süresi dolmuştu zaten.

Biz de yakınlarda tatile devam edelim dedik.

Yıllardır o taraflara gittiğimiz halde uğramadığımız ve ilk kez gittiğimiz Turgut şelalesi çok popülerdi. Onlarca jeep safari aracı turistlerle dolu olarak burayı ziyaret ediyordu. Her milletten turistin olduğu buz gibi sularda kızlar ve eşim yüzme ve atlama keyfi yaptılar.

Sonraki durağımız Bozburun oldu. Bu sene 3.kez gittiğim Bozburun gerçekten olağanüstü bir yer. Allah çok özenerek yaratmış. O kadar kapalı bir koy ki sakin, sıcak. Adalar ve yarımadalarla dolu. Kızlar ve babaları kano keyfi de yaptılar. Bense bir sabah bizimkiler uyurken erken kalkıp karşı adaya yüzdüm geldim.

Hayatımın en keyifli anlarından biriydi.

Bozburun'da kıyıda ne yazık ki hepsi kaçak bina olan pansiyonlar sıralanıyor. Hatta öyle ki belediye binasının bile kaçak olduğunu bu sabah okudum ve koptum. Bozburun'da fiyatlar gayet uygun ve hepsi denize sıfır. Akşam yemeğini ve sabah kahvaltısını sahilde elinizi denize sokarak yiyorsunuz. Aile pansiyonculuğu gelişmiş.Anne baba çocuklar şeklinde işletilen pansiyonlarda hizmet de oldukça iyi. Yerel halk turizmi hakikaten benimsemiş insanlar.




Meydanda mantıcı olarak hizmet veren restoranın kötü taze fasulyesi ve karışık kızartması dışında Bozburun tümüyle çok güzel geçti.

Bölgeye has hayır mantığıyla şehrin tek pastanesinde lokma dökülüyordu. Yeni doğan bir bebek için yapılan lokmadan 2 tabak aldık ve eşim çocuklar ve ben afiyetle yedik. Bebek için de dua etmeyi unutmadık tabi ki.

Bozburun'dan sonraki durağımız Söğüt idi.

Söğüt köyünü daha önce yukarıdan görmüş ancak sahilinde yüzememiştik. Önce Aşkın Pansiyonun olduğu koya gittik ancak pek hoşumuza gitmedi.

Ardından da Cumhuriyet Mahallesi denen bölgeye gittik.

İnternetten daha önce yaptığım araştırmada Vedat Milor buradaki Denizkızı Restoranda ahtapot ve kalamar önermişti.




Denizkızı Restoranın önünde güzel bir sahil ve arkasında da restoranın talebinden faydalanmaya yönelik yapılmış pansiyon var. Sanırım hayatımda yüzdüğüm en güzel 3 denizden birinde orada yüzdüm. En az 10 metre derinlikteki masmavi denizin dibindeki her bir kum tanesi sayılabilecek kadar parlak bir denizdi. Üstelik sanırım vücut sıcaklığıyla deniz sıcaklığı aynıydı. Eşim Turunç diye tutturduğundan oradan yemek yiyip yüzüp ayrıldık ama aklımın bir köşesi orada kaldı. Allah ömür verirse oraya bir daha gidip birkaç gün kalmak isterim.

Ben eşim Turunç'u özlemiş ondan Turunç diye tutturmuş diye düşünürken, meğer o kızların arkadaşlarının Armutalan yerine Turunç'ta olduğunu sanıyormuş.

Bu nedenle bizi apartopar Söğüt'ten çıkarmış.

Akşam mecburen Marmaris'te kaldık.

Kendimi bildim bileli gezmeyi severim. Çok fazla yerde çok farklı otelde kaldım.

Bunlar arasında en kötüler listesi yapmak gerekirse Marmaris bence bunların ön sıralarında yer alır.

Marmaris kabus gibi bir yer olmuş. Turistler neden bu kadar çok gelmek istiyorlar anlayamıyorum.

İstanbul'da Bakırköy'de ya da Kadıköy'de gezmekle Marmaris arasında bir fark kalmamış. Kalabalık, yapılaşma, trafik tamamen aynı. Sokaklar rüküş giyinmiş ve gelin başı yaptırmış İngiliz turistlerle dolu. Her taraftan çok yüksek volümlü disko müzik yükseliyor. Gerçekten dayanılacak gibi değil.

Mecburen kaldığımız otel de İngilizlere yönelik bir oteldi, zaten gece geç gidip sabah kalkıp kaçtık ve arkamıza bakmadan Marmaris'ten uzaklaştık. Bundan sonra Datça'ya giderken bile içinden geçmek istemeyeceğim gibi geliyor.

Sedir Adası da o günün motivasyonuydu. Kızları götürme bahanesiyle gittik, kızlardan çok biz memnun kaldık. Sedir adası dönüşünde de Burak Restoran diye bir yerde yemek yedik. Herkese tavsiye ederim. Tüm yemekler, kızartmalar, zeytinyağlılar, kalamar ve ahtapotlar hepsi harikaydı. Hele ekmeği.. Sıcak sıcak.. Muhteşemdi. Fiyatı da Denizkızı'nın yarısı kadardı. Fiyatlarda Vedat Milor farkı Denizkızı'nda farkediliyordu.

Deniz faslı bitince kendimizi yola vurduk.

Bitmedi, sonraki yazıda devam edelim..

9 Temmuz 2013 Salı

Tatilde..1

Tatilde olunca düzenli olarak yazamadım.

Her yerde internet ulaşımı mevcut, ancak yazı yazma işi bir disiplin işi ve ben o disiplini tatil ortamında yakalayamıyorum, bunu anladım.

Dün eve yani yuvaya döndüm.

Artık bahane, kaçar yok.

Okulun kapandığının ertesi günü annemin yanına gittik kuzenimle. Ve yanımızda 3 çocuk tabii ki.

Datça Billurkent her zamanki gibi. Sakin, dingin. Haa rüzgar çok.. Hava sakin dingin değil, ortam sakin.

Yaş ortalaması 50 üzeri.

Ya çocuklar var ya da anneanneler, babaanneler..Orta yaş kuşağı pek yok.

Deniz her zamanki gibi, pırıl pırıl, tertemiz. Bu sene Mavi Bayrak alınabilmesi için hoş detaylar eklenmiş ve eskisine göre çok daha konforlu bir yer olmuş Billurkent.

Eğer tatilden beklentiniz deniz, güneş, kitap, parlak yıldızlar, taze sebze ve meyve ve kuş cıvıltılarıyla ise doğru yerdesiniz. Ama benim için tatil gece hayatı, çılgın partiler ve öğlene kadar uyuyup dinlenmek diyenlerdenseniz, uzak durun hatta geri kaçın Datça'dan ve özellikle Billurkent'ten.



Bence Datça'ya giderken mümkünse arabayla gitmeli, eğer araba ile gidilemediyse de araba kiralamalı.

Zira Datça'nın içinde güzel Mavi Bayraklı plajlar var. Ama çevrede de çok güzel yerler var ve onları atlamamak gerek.

Mesela bana göre bu fani dünyada denize girmek demek Hayıtbükü'nde denize girmek demektir. Sakin koyu, sıcak denizi, binalaşmamış sahili beni hiçbir zaman üzmedi.

Bir de birkaç senedir gitmediğim Palamutbükü'ne gittik yeniden.

Sıra sıra restoranları, turkuaz mavisi denizi, büyük çakıl taşları ve harika kalamar ve ahtapotlarıyla Palamutbükü o taraflara gidince mutlaka uğranması gereken yerlerden.

Haa, Palamutbükü'ne gitmişken Yaka Köyü'nde Türkiye'nin en geniş açık hava müzesini gezebilir, hem taş yapının güzelliğine hem de tam arkasında sırtını dayadığı dağın heybetine hayran olabilirsiniz.


Billurkent'te dalga oldukça kendimizi çevreye vurduk. 

Kargı koyunda iki, Aktur'da da bir gün geçirdik. Kargı koyu Datça'ya birkaç dakika. Ancak başka bir yer sanki. Denizinin sakinliği ve berraklığı, kıyıdan denize dökülen dereye rağmen suyunun sıcaklığı, yüzen ördekler, susadıkça dereye girip suyunu içen köpek gibi detaylar Kargı seçimini hep haklı çıkarıyor.

Yemekler de oldukça güzel ve  fiyatlar fena değil. Yani ucuz değil ama bu tarz bir beach club eğer Bodrum'da olsa burada ödenen paranın 4-5 katı ödenirdi sanıyorum. Hatta az önce gazetede okudum. Gani Müjde Bodrum'da " 4 kişi et yedik, 4 tane koyun kessek de aynı fiyata gelirdi." demiş. İnanırım.

Hatta tam bu noktada aslında söylemek istediğim ama söylemeye çekindiğim bir şey var.

Geçen sene yaptığımız Midilli tatilinden sonra benim tatil kavramına bakışım hatta ülkemize bakışım değişti.

Tamam doğa deniz hepsi çok güzel. Ama birincisi servisimiz zayıf, ikincisi çok kalabalığız, üçüncüsü de bu kalabalığın içinden çok yüksek rakamlar ödemeye razı birileri çıktığından gereksiz yere pahalı tatiller yapıyoruz. Yani servis sağlayıcılar utanmadan o rakamları isteyecek yüzü buluyorlar.

Hemen karşı kıyıda aynı doğanın uzantısı olan yerlerde yüzüyorsunuz, insan sayısı üçte bir. 

Yemek yiyorsunuz, hem daha taze balık, hem daha fazla çeşit, hem burada bulamayacağınız ahtapotlar, karidesler kalamarlar, hem de fiyat yarıdan da az.

Sanırım Gani Müjde de denizci kişiliğiyle birçok yeri gezerken yaşadığı deneyimleri Bodrum'la karşılaştırmış ve Bodrum'da mutsuz olmuş. Kendisine yürekten katılıyorum.

***


Aktur geçtiğimiz yıllarda pek hizmet alamıyordu. Ancak değişen yönetim birşeyleri farklılaştırmaya çalışıyor anladığım kadarıyla. Yeni şezlonglar, yeni şemsiyeler ve kıyıya açılan snack bar profili biraz farklılaştırmış. En azından daha rahat bir gün geçirdiğimizi söyleyebilirim.Ancak sahildeki büfede yediklerimiz hem Allah'ın gücüne gitmesin çok başarısızdı hem de anlamsız bir şekilde pahalıydı. Aktur'a gidenlere yanlarında yiyecek birşeyler götürmelerini tavsiye ediyorum.

Dilerseniz bir sonraki yazıda devam edelim..

2 Temmuz 2013 Salı

Bilim Sanat Merkezleri

Geçen akşam kuzenimle sohbet ederken laf lafı açtı, konu aslında genel olarak bildiğim ama detaylı olarak hakim olmadığım bir konuya geldi.

Kuzenimin ilkokul 3'e geçen bir oğlu var. Özellikle fen konularına çok fazla ilgi duyuyor. Ona herhangi bir doğa olayından ya da fizik kanunundan bahsederseniz hemen gözlerini kocaman kocaman açıyor ve dikkatle sizi dinlemeye başlıyor.

İşte ufaklığın bu özelliklerinden bahsederken, konu döndü dolaştı, Bilim Sanat Merkezlerine geldi.

Bizim çocukların bu merkezlerle herhangi bir ilişkisi olmadı ama çevremde devam edenler olduğunu biliyordum, bu nedenle kuzenime de bu konuyu araştırmasını ve öğretmenle konuşmasını söyledim.

Sonra da bir tek ona değil, çocuğu olan tüm okuyuculara faydası olur diye bu konuda yazmaya karar verdim.




Önce konuya tanımla başlayalım.

Milli Eğitim Bakanlığı tarafından kurulan ve ona bağlı faaliyet gösteren Bilim Sanat Merkezleri "“Bilim ve sanat merkezi, okul öncesi, ilköğretim ve orta öğretim çağındaki üstün yetenekli çocuk/öğrencilerin bireysel yeteneklerinin farkında olmalarını ve kapasitelerini geliştirerek en üst düzeyde kullanmalarını sağlamak amacıyla açılmış olan bağımsız özel eğitim kurumudur.” " şeklinde tanımlanmaktadır.

Bu projede hedef kitle 3-6 yaş arasındaki okul öncesi ve ilk ve ortaokul düzeyindeki üstün yetenekli çocuklardır.

Okul öncesi çocuklar tam gün, okul çağındaki çocuklar da yarım gün olmak üzere bu merkezlere devam ederler.

Bu merkezlerde standart bir öğretim modeli yoktur. Her çocuk için özelleştirilmiş bir program uygulanır.

Eğitimler senede üç dönem olarak yani, 2 dönemi okul yarı yıllarına paralel, bir de yaz kampı şeklinde verilir.

Öğrencilerin bu merkezlere kaydolabilmesi için bazı aşamalardan geçmeleri gerekmekte.

Okul öncesi çocuklarda aile, ilkokulda sınıf öğretmeni, ortaokulda ise öğretmenler kurulu tarafından çocukların aday gösterilmesi gerekiyor.

Ardından ön değerlendirmeyi geçen çocuklar tarama testine çağırılıyor. Bu testler çocukların çok farklı yönlerde yeteneklerinin ne olduğunu ve ne kadar olduğunu ölçümlüyor. Ardından da puan sırasına göre çocuklar bireysel görüşmeye davet ediliyor.

Tüm bu aşamaları atlayan çocuklar da kaydolmaya hak kazanıyor.

Merkezlerde bilim, fen, matematik ya da sosyal bilimler dallarında yetenekli çocuklar eğitildiği gibi, resim, grafik, fotoğrafçılık, sinema, seramik, heykel, hat, vitray, ebru, bale gibi görsel; müzik, tiyatro, drama, edebiyat, güzel sanat ve spor dallarında yetenekli olduğu belirlenen çocuklar da eğitim alabiliyorlar.


Bunun yanı sıra destek etkinlikleri birimi, Türkçe, doğru ve güzel konuşma-yazma, bilgisayar, yabancı dil, satranç, çevre koruma, sağlık bilgisi, kişiler arası iletişim ve benzeri alanlarda çocuk/öğrencilere genel kültür, iletişim ve günlük yaşamla ilgili temel bilgiler kazandırma imkanı sağlamaya çalışıyor.

Her birimiz için kendi çocuklarımız özel ve yetenekli. Bu nedenle objektif bir gözle değerlendirme yapmak gerekiyor. Ama çocuğumuzda gerçekten bir farklılık görüyorsak, bu değerlendirmek ve çocuğu ona göre yönlendirmek de bir annelik görevi.

Her çocuğun hak ettiği eğitimi alabilmesi dileğiyle..



Tüm çocuklara iyi tatiller..

İlginizi Çekebilir;

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...