29 Ağustos 2013 Perşembe

Kakaolu Süt..

Sabah ekşi sözlük'e bakacaktım, tıkladığım anda bir süt reklamı karşıladı beni.

Yetişkinler için çikolatalı süt.

Portakallısı da varmış.

Reklam içeriğini beğenmedim, ama mevzu bu değil.

Hamilelik günlerim geldi aklıma.

Doktor "Süt içmelisin." demişti.

"Hem de ikiz hamilesin, çocuk başına yarım kilo, yani her gün bir kilo süt." demişti." İçmezsen o gençler seni düşünmez, senin kemiklerini çeker, onlara birşey olmaz, olan sana olur."

İçmeye çalıştım, bir gün, iki gün, beş gün, on gün. Ama bitmiyor kardeşim. Tam 37 hafta bu.

Olmuyor, içilmiyor, düşünün her gün bir litre.

Kakaolu süte başladım, bıkınca muzlu, ondan nefret edince çilekli.

Hepten sıtkım sıyrılınca yine sadeye dönüş.

O zaman şükretmiştim. Ya şu aromalı sütler olmasaydı, nasıl içerdim diye..

Şu anda durumum süt bardağına dahi bakamamak noktasında.

Ama bir şekilde katlanılıyor.

Daha sonra kızlar doğdu, büyüdü, derken yaşlarına geldiler.

Artık onların da süt içmesi gerekiyordu.

Ama devam sütünden sonra sanırım normal sütün tadı pek hoşlarına gitmemişti.

Zorladık ettik, tık yok. İçmiyorlar.

E içmeden olmaz, ne yapacağız diye kara kara düşünmeye başladık.

Bundan sonraki bölümü doktorlar okumasın, ben bir hile yapmaya karar verdim.

Markasını vermek istemediğim bir çeşit süte konan kakao var. Çok lezzetli laf aramızda, ben bile evde varsa süte koyar içerim arada sırada.

Neyse o kakaodan aldık. Pakette bir bardağa iki çorba kaşığı filan yazıyor.

O kadar koysak heralde çocuğun karaciğeri filan kalmaz diye düşündüm.

Daha az, bir çorba kaşığı filan koyduk. Sonuç başarılıydı.

Ertesi gün yeniden. İçtiler.

Daha da ertesi gün.

Sonuç süper.

Ama bu böyle gitmezdi.

Ertesi gün süte daha az koydum o nesneden.

Sonra daha az.

Daha da az.

Bir süre sonra sade süte dönmüştük ve bizim kızlar zokayı yutmuştu.

Nereden nerelere geldik.

Sade sütün tadını sevmeyenler, gaz yaptığı için içemeyenler var. Süt intoleransı olanlar da.

Diyetisyene gittiğim dönemde bana aslında süt içmenin çok da iyi olmadığını, mayalı halini tüketmenin, yani yoğurt ya da kefir içmenin daha iyi olduğunu söylemişti diyetisyenim. Tam da yazımı yazarken sevgili kayınbiraderimin "kefir üzerine denemeler" adlı eserini okuyunca kefir konusuna başka bir yazıda detaylıca değinelim diye düşünüyorum.

Sonuç olarak ne olursa olsun çocuklar için de zaman içinde kemik erimesi gerçeğine maruz kalacak kadınlar için de süt çok önemli.

Ama mevzu bahis reklamda işlenen şekliyle değil de, gerçekten faydalı bir gıda maddesi olduğu için satılsa ve reklamı yapılsa daha iyi olur kanaatindeyim.




Herkese beyaz bıyıklı gülümsemeler dilerim.



26 Ağustos 2013 Pazartesi

Balkan Tadları...

Hayat gezince güzel demiş Fatih Türkmenoğlu..

Çok haklı..

Ben de katılıyorum.

Gezerken etrafı tanımak hoş ama bence gezmenin en önemli parçası yerel kültürü tanımak ve bunun bir parçası olarak da yerel yemekleri tadmak.

Ben de yemeği içmeyi sevdiğimden, gezilerin bu bölümünden özellikle çok hoşlanırım.

Son gezimde neler yaptık adım adım anlatmak değildi amacım, zira geçen yazımda da bahsetmiştim bundan.

Ama bu defa bir değişiklik yapayım, neler yedik içtik, ondan söz edeyim istedim size.

Özellikle Balkan bölgesinin baskın birkaç tadından ve yemeğinden söz edeceğim.

Bahsettiğim gibi gezide 3 ülkeye uğradık. Bulgaristan, Makedonya ve Yunanistan.

Bulgaristan'da gezmek hoştu da yeme içme bölümü et hassasiyetimizden ötürü zorluydu. Zaten Hasköy'de oturduğumuz kafede de öğlen herkes bildiğimiz kızarmış ekmeğin üzerine kaşar konarak ve eritilerek hazırlanmış birşey yiyordu. Kaldığımız otelde de sabah kahvaltısında sadece bunu bulunca, anladık ki durum sıkıntılı. Yani et hassasiyetine bile gerek kalmadı zira ortamda pek et yoktu.

Bulgaristan'dan aklımda kalan yemek , onların ünlü salatası Shopska sadece..
Bu hazırlaması kolay ve lezzetli bir salata.

Aslında malzemelerin bir kısmı bizim çoban salatasına benziyor.

Domates ve salatalıkları iri iri doğruyoruz. Yani bizdeki gibi değil bayağı büyük. Ceviz büyüklüğüne yakın. Sonra domatesleri ve salatalıkları soymuyoruz kesinlikle. Yoksa shopska olmaz.

Soğanları da ikiye bölüp sonra yarım ay şeklinde ancak kalın kalın doğruyoruz. Maydanoz, biber gibi bizim salataya koyduğumuz malzemeler yerine mümkünse közlenmiş kırmızı biber ekliyoruz. Bir de zeytin. Ama öyle az değil bol bol koyuyoruz zeytini.

Sonra sert bir beyaz peynir alıyoruz ve o peyniri ince ince rendeliyoruz. Salata malzemelerimizi karıştırıyoruz, en üste rendelenmiş biberi koyuyoruz. Daha sonra zeytinyağ, tuz ve sirkemizi ekliyoruz. Salatamız hazır.




Yunanistan'a gittiğinizde ise başka bir salatayla karşılaşıyorsunuz, ancak farkları yok denecek kadar az. Bu salatanın adı da Grek Salata.

Bu salataya közlenmiş biber doğramıyoruz. Peynirde de bir fark var. Buna da peynir koyuyoruz ama nerdeyse bir kalıp peyniri rendelemeden doğramadan salatanın üzerine oturtuyoruz. Zeytinyağını da salata malzemelerinin üzerinden ziyade, beyaz peynirin üzerinde gezdiriyoruz. Yani beyaz peynirin üzerinde yoğun sarı hatta yeşil sızma zeytinyağının çarpıcı rengi farkedilecek.

Hazır Yunanistan'a geçmişken bir de Kavala kurabiyesinden bahsetmek lazım.
Ben aslında tatlı sevmem ama ben bile Kavala kurabiyesinden bir tane yiyebiliyorum.

Aslında Edirne'den eşimin sık sık getirdiği ve bu nedenle tadına aşina olduğum bir kurabiyedir Kavala kurabiyesi.

Kavala'ya gitmişken almadan olmaz dedik ama duyduk ki en güzeli Kavala'dan değil, İskeçe'den alınıyormuş dediler. Biz de İskeçe'den birkaç kutu aldık.

Kavala kurabiyesi denen kurabiye aslında bir çeşit un kurabiyesi. Tereyağı ve pudra şekeri ile hazırlanıyor. Ama standart un kurabiyesinden en çarpıcı farkı içinde bol bol badem bulunması.Ama öyle ufalanmış küçük küçük değil. Yerken ağzınıza bütün bütün kavrulmuş bademler geliyor. Bu kurabiyenin en önemli özelliği neredeyse bir yıla yakın bir süre tazeliğini sürdürebiliyor olması. Oraya kadar gidemem diyenlere Edirne'den Keçecizade'den alıp afiyetle yemelerini öneririm.

Bu yeme içme faslının Balkanlardaki son halkası olarak benim en sevdiğim kısma geldik. Size Üsküp köftesini anlatmayacağım, zira bence çok çok esprisi yok. Eşim iş için ne zaman Bosna'ya gitse isli et alır oradan ve kızlar bunu yemekten çok hoşlanır.

Makedonya'nın Gostivar adlı şehri Türk yoğun bir şehir, ciddi bir Müslüman cemaati var. Hatta Başbakan bile bu şehre gidip miting düzenliyor. Bu şehirde Vitamin Ali denen bir market var. Bu marketten güvenle sucuk vb de alınabiliniyor. İşte bu markette Boşnak usulü isli et de satılıyormuş. Biz de gidip aldık. Boşnaklar bunu kuru fasulyeye koyuyorlarmış ama bizim kızlar ince ince pastırma gibi keserek kahvaltıda yemeği seviyorlar. Deniyor ki Boşnakların yoğun yaşadığı Pendik ve Bayrampaşa yöresinde de isli et temin etmek mümkünmüş.

Geçen hafta arkadaşlar bizi Alibeyköy'de Balkan tulumbacısına götürdüler. Onca yıldır İstanbul'dayım  bu tulumba tatlıcısı kümelenmesinden haberdar değildim. Gidince yanyana bir çok tulumba tatlıcısı vardı. Girdiğimiz tatlıcı da Gostivar'danmış. Orada da tulumba tatlıcıları olduğunu söyledi ama ne yalan söyleyeyim ben orda gezerken  hiç görmedim. Tatlı sevenler için bir Alibeyköy ziyareti zamanı gelmiştir. Sıcak sıcak , içi yumuşak ve en büyük boy tulumba yemek isteyenlere duyurulur.

Akşam yemeğinde Shopska yapacaklar parmak kaldırsın?

22 Ağustos 2013 Perşembe

3 Kuşak Bir Arada Tatil..Balkanlar..

Bayram tatilinde hem biz çekirdek aile, hem de anneanneler, babaanneler, teyzeler, dedeler bir Balkan turuna çıktık.

Adım adım ne yaptık, onu anlatmak değil amacım.

Ancak yine de söyleyeceğim birşeyler var.

Hayat gailesine kapılınca, kendi ailemizi kurunca, çocuk çocuk sahibi olunca ailelerimize gerektiği kadar vakit ayırmamaya başladığımızı farkettim.

Ne olursa olsun, her zaman, her durumda onların yanında olmamız gerektiğini tekrar müşahede ettim.

Onların bazen kendi kendilerine keyif alacakları şeylere güçleri olduğu halde, itici bir güç olmamız gerektiğinden emin oldum.

Eşim, sağolsun, anneme, teyzeme, annesine ve babasına belki de hayatlarının en güzel tatillerinden birini yaşattı. Hem gezdiler, hem çocuklarıyla hem de torunlarıyla doya doya dolu dolu 6 gün geçirdiler.

Annem hem onun, hem babamın hem de bizim hiç görmediğimiz , babamın memleketini gördü, gözlerindeki mutluluğu gördüm. (Eski adı Ahi Çelebi, daha sonra Paşmaklı, şu anda Smolyan)

Filibe'de Sultan Murat Hüdavendigar Camii'ni de gördük, Roman Stadyumunu da. Filibe'nin Orta Avrupa şehirlerinden farkı olmadığını ve çok güzel bir şehir olduğunu. Sınıra birkaç saat uzak olduğundan pekala güzel bir hafta sonu için bile gidilebileceğini.

Ama aynı zamanda güvenli bir şehir olmadığını ve arabamıza döndüğümüzde arka camının kırıldığını.

Avrupa'da 6 gün koli mukavva ve koli bandı tamir edilmiş araba ile mutlu memnun gezilebileceğini de.

Sofya'da ki Alexander Nevski katedralinin Avrupa'daki en büyük katedrallerinden biri olduğunu, ama bu katedrali Osmanlı Rus savaşı 1877-1878 de ölen Rus askerleri için yaptıklarını. Yani bir nevi Osmanlı'dan bizden kurtuldukları için yaptıklarını.

Üsküp'te köfte ve kurufasulyenin tadını..Üsküp'te Eski Osmanlı köprüsünün görkemini örtmek için her tarafı heykellerle ve yeni eserlerle doldurarak eskiyi unutturmaya çalıştıklarını ama yerli halkın unutmadığını.

Çok sıcak havada bile Ohri gölünün kıyısında otururken üşündüğünü ama suya girdiğinizde sıcacık bir suyla karşılacağınızı.

Manastır'da Atatürk'ün okuduğu Askeri İdadi'de yeni Türk Cumhuriyetinin harcının karıldığını.



Selanik'te Atatürk'ün evinin restorasyonunun bitmemesi nedeniyle içine giremediğimiz halde bile, bahçesinde olmanın dahi insanı nasıl duygulandırdığını.

Dünyanın aslında küçük olduğunu, Ramazan başında gidip bir gece kaldığım Şahinköy'deki ev sahibine İskeçe'de sokakta dolaşırken basılma riskini.

İskeçe'de geçen gittiğimde Ramazan olduğundan sessiz sakin olan şehrin , Ramazan bitince cıvıl cıvıl akşamlarının olduğunu, herkesin kafeleri restoranları doldurduğunu.

Gümülcine'de esnaflık yapan Türk arıcının da, hırdavatçının da saat 2 de siesta yapmaya son derece gönüllü olduğunu..Saat 2 den sonra  şehirde açık dükkan kalmadığını..Eczane gerekince dahi zar zor bulunduğunu.

Dedeağaç'da balık yemenin, özellikle sardalyanın, ahtapotun , kalamarın tadını.

Sonuç olarak tatil güzeldi, baba memleketini görmek güzeldi, yeni yerleri tanımak da.

Ama en güzeli büyüklerin gözündeki mutluluğu görmekti.

Bu güzel tatil için eşime teşekkür ediyor, herkese, hemen annesini babasını aramayı ya da da yakındaysalar akşama yemeğe gitmelerini tavsiye ediyorum.




19 Ağustos 2013 Pazartesi

Airbnb.com

Bayram tatilinde ailecek hatta anneanneler, babaanneler, teyzeler, dedeler hep beraber güzel bir Balkan turu yaptık.

Grup toplam 8 kişi olunca ve gezi de 2 araba münferit olarak yapılan bir gezi olunca konaklama önem kazandı tabii.

Bu nedenle gitmeden önce eşim booking.com'dan 5 farklı şehirde, 3 farklı ülkede 5 farklı yer ayarlamak durumunda kalmıştı.

Kaldığımız yerlerin tümünden memnun kaldık, mevzu o değil, ama tümü otel ve apart türü idi.

Geçen gün twitter'da takılırken, takipçisi olduğum Tuba Ünsal'ın airbnb.com'a baktığını ve tüm evleri kendi evi gibi hissettiğini okuyunca irkildim.

Acaba bu ne ola ki? dedim.

Amerika'ya doğum için gideceğini duymuştum, muhtemelen gidince kalmak için ev arıyordur diye düşündüm ve hızla siteye girdim.

Daha önce ev hatta oda kiralama siteleri olduğunu duymuştum. En sevdiğim romantik komedilerden biri olan "Tatil" filminde de karşılıklı birbirlerinin evini kiralayan Cameron Diaz ve Kate Winslet'in hoş hikayesinde, aslında yurt dışına gidince soğuk otel odalarında kalmaktansa, yaşanmışlık dolu ve sıcak evlerde kalmanın daha hoş olabileceğini düşünmüş ama hiç aksiyon almamıştım.

Okuduğum bir yazıyı hatırlıyorum. Orta yaşın üstünde ve dünyayı gezmeye başlayan bir çift, gezerken otelde kalmak yerine evde kalmayı tercih ediyorlardı. Gerekçeleri de çok mantıklıydı. Özellikle Avrupa ülkelerine gittiğinizde bazen soğuktan, bazen yağmurdan bazen de kardan çok kolay gezemiyorsunuz. Kalacağınız gün sayısı da kısıtlı olunca, ıslana ıslana üşüye üşüye gezmek zorunda kalıyorsunuz ve yeterince keyfini çıkaramıyorsunuz. 

İşte bu çiftin söylemi şöyleydi.

Örneğin Paris'e gidiyoruz, elimizdeki bütçeyle otelde 5 gün kalıp gezmek kalmak yerine aynı bütçeyle makul bir ev kiralayıp 15 gün kalıyoruz. O sabah yorgun mu kalktık, ya da sağanak yağış mı var,evde oturup dinleniyoruz, canımızın istediği yemekleri pişiriyoruz, gezmeyi ertesi güne bırakıyoruz. Hem Paris'in tadını çıkarıyoruz, hem de evimizdeymişiz gibi gerilmeden sıkılmadan vakit geçiriyoruz.

Çok mantıklı.

Ben defalarca kış gezilerinde yüz felci geçirecek kadar üşüdüğümü, üşümekten burnumun kanadığını ama sayılı gün diye haldır haldır gezdiğimi hatırlıyorum.

Neyse fazla uzattım.

Bu site, yani airbnb.com aslında bu derde deva olabiliyor.




airbnb.com, Ağustos 2008'de San Francisco, California'da kurulan Airbnb, tüm dünyadan insanların İnternet üzerinden veya cep telefonu aracılığıyla çeşitli mekanları kaydedebileceği, keşfedebileceği ve rezerve edebileceği güvenilir bir pazar olarak kurulmuş.

Siteden  İster tek gecelik bir apartman dairesi ya da bir haftalığına bir şato, ister bir aylığına bir villa arayıp kiralayabiliyorsunuz. Airbnb 33.000'den fazla şehirde ve 192 ülkede istediğiniz fiyata siz ve sizin gibi kişilere benzersiz bir seyahat deneyimi yaşama imkanı sunabiliyor. 

İki ortak tarafından kurulan airbnb.com, 2007 yılında Joe ve Brian'ın San Francisco'daki çatı katında başlamış. Birbirlerini Rhose Island Tasarım Okulu'ndan tanıyan üçlü, yakın gelecekte şehirde önemli bir tasarım konferansı düzenleneceğini ancak civardaki tüm otellerin dolu olduğunu biliyorlarmış. Okulda öğrendikleri 'yaratıcılık her tür problemin çözümüdür' sloganından yola çıkarak bu organizasyona katılacak birkaç kişiye kendi mekanlarını kiralamanın yanı sıra lezzetli bir kahvaltıyla birlikte konukseverliklerini sunmaya karar vermişler.

Bu şekilde bir konaklama olanağı bulan misafirler, özgün ve unutulmaz bir deneyim kazanmak için şehri şehrin yerlisinin gözünden tanıma fırsatı elde edebiliyorlarmış. İki şişme yatak, bin dolar, üç yeni arkadaş ve şakalaşarak geçen uzun saatlerin ardından girişimciler bir fırsat görmüşler. Çok geçmeden ikili ekip, kurucu ortaklardan biri olan ana programcı Nathan Blecharcczyk'nın katılımıyla üçlü bir ekibe dönüştü. Kurucu ekibin tamamlanmasıyla birlikte üçlü, dünyadaki seyahat anlayışını değiştirmek üzere yola çıkmışlar.

Tatili, gezmeyi seviyorsanız, amacınız lüks tatil köylerinde tıkılıp kalıp kültürü, yerel yemekleri ve çevreyi görmeden hijyenik hayatlar yaşamaksa, bu siteye zahmet edip girmeyin.

Ama :

Dedemler Bulgaristan'dan gelmiş, acaba oralar nasıl yerlerdir?

Atatürk Manastır Askeri İdadisinde okumuş ve bugünlerin temellerini orada atmış, acaba nasıl bir memlekettir?

Tüm Avrupa Ohri gölünde yüzüyor, ben neden yüzmüyorum?

Selanik'te Atatürk'ün doğduğu ev açılmış, gezmeye gitsek mi?

Canım acayip Kavala kurabiyesi çekti, gidip alsak da yesek mi?

Filibe'de gezsek , camiyi, eski şehri görsek de o sırada aracımızın camını kırsalar..

gibi düşünceleriniz varsa, hem bu airbnb.com'dan rezervasyonunuzu yapın, hem de beni izlemeye devam edin.

16 Ağustos 2013 Cuma

Gezgin Kasap..

Bayram tatilini biz dün bitirdik.

Tatille ve gezip gördüklerimle ilgili paylaşacaklarım olacak.

Ama önce araya acil ve keyifli bir konu girdi.

Dün akşam evde yalnız yalnız TV seyrediyordum. Zapping yaparken TRT Belgesel kanalında bilinçsizce birşeylere takıldım. O esnada program bitti ve yeni bir program başladı.

Adı Gezgin Kasap..

Önce programın ismi cezbetti beni.

Gezmeyi çok severim. Hep derim, eğer evli ve çocuklu olmasaydım gezgin olurdum diye.

E, eti de çok severim.

İkisini yani hem gezgini, hem de kasabı görünce çakıldım kaldım.

Meğer program Haziran ayında başlamış. Yani 2 aydır her hafta yayınlanan programın yaklaşık 8 bölümünü kaçırdığıma çok üzüldüm.

Dün seyrettiğim bölümde Manisa Salihli'de odun köftesi yapıyorlardı.

Durun en baştan başlayalım.

Agah Akkaya, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Fotoğraf Bölümünde öğrenciymiş.

Aynı zamanda bir motorsiklet tutkunuymuş. Motorsiklet forumlarında ve bloglarında tanınan ve bilinen bir arkadaşımızmış.

Ama asıl ilginç özelliği 3 kuşaktır kasaplık yapan bir ailenin mensubu. Cihangir'de kasap dükkanları var. Ve işi biliyor.

2 senedir bu programa hazırlanıyorlarmış ve Haziran ayında bu ilginç formata başlamışlar.


Gezgin Kasap, bir yemek programı değil. Çünkü bu programda etin haricinde başka bir yemek yok. Ama etin her türlüsü var. Izgarası, tavası, kebabı, sinisi, şişi… Kısaca Türk mutfağında etle ilgili ne varsa Gezgin Kasap’ta ekrana geliyor.

Program baba mesleği kasaplığın izini sürmek ve iyi etin bütün özelliklerini bizzat yerinde araştırmak üzerine kurulmuş. Agah aynı zamanda ızgara restaurant sahibi olduğu için iyi bir et pişiricisi. İşte bu televizyon programının formatını da bu özellikler belirlemiş.  Özellikle çok detaylı çekilen motosiklet yolculuğu ve ızgara planları, izleyiciye iyi görseller sunmayı amaçlıyor ve programa belgesel özelliği de katıyor.  Seyahat, yollar ve şehri tanıtan detaylarsa programa tam bir özgürlük havası veriyor.

Ben henüz bir bölüm seyredebildim dediğim gibi.
Salihli'de bölgenin yöresel köftesi olan Odun Köftesinin yapımını en ünlü köftecide izledi Agah öncelikle.
Seyretti, detayları öğrenirken kolları sıvadı, aşçı yamağı şeklinde işe elini attı. Sıradan gezginlerden farklı olarak işi bildiğinden hemen sorumluluk alarak köftenin yapımına ve hazırlanmasına devam etti.
Ardından aynı bölgede, bir kasaptan bu köftenin yapılmasında kullanılan etten satın aldı.
Sonra da motorsiklete atlayıp dağlara çıktılar.
Yardımcısıyla beraber düzeni kurdular ve lokantada öğrendikleri köfteye kendi yorumlarını ekleyerek yeniden kendi başına pişirdi.
Örneğin odun köftesine sadece et, tuz ve un koyulurken, Agah dağda kendisi pişirirken rendelenmiş patates ekledi köfteye.
Tabii ki ekrandan bakarken lezzeti anlayamıyoruz, ama çok güzel göründüğünü söylemek durumundayım.
İlk fırsatta eski bölümleri de izleyerek görgü ve bilgimi artırmayı planlıyorum. 
Örneğin Edirne'de Kırkpınar döneminde birşeyler yapmışlar ve yanında da yörenin canlandırılmaya çalışılan geleneksel içeceği Hardaliye'den içmişler, şöyle bir gördüm ama detaylıca inceleyemedim.
Hayatta her zaman orjinal olmanın gerektiğini savunurum. Yani ne yapıyorsan diğerlerinden farklı bir biçimde yapmanın katkısının önemine inanırım.
İşte bu nedenle, standart dışı gezgin ve yemek programı arayanlara önemle duyurulur.
Çarşambaları yeni bölüm ve Cumartesi de tekrarı varmış. Unutmayın, TRT Belgesel'de..


5 Ağustos 2013 Pazartesi

Kraliçeyi Kurtarmak..

Yeni eğitim sisteminin, yani bizim döneme göre ilköğretim eğitiminin en güzel yanı bence çocuklara kitap okuma sevgisinin aşılanması.

Ben okurdum ama tüm arkadaşlarım o zaman benim kadar okumayı sevmezdi.

Ama şimdi bakıyorum, benim kızlar da, tüm arkadaşları da kitap okumaya çok düşkünler.

Evden dışarı çıkarken mutlaka kitaplar yanlarına alınıyor.

Metroda kitap okuyan Japonlar gibi 15 dklık mesafeye giderken bile mutlaka kitap okuyorlar.

Tabi bunda, şu anki çocuk kitaplarının güzelliği yadsınamaz.

O kadar güzel, keyifli, zevkli çocuk kitapları var ki, çoğunu kızlardan sonra ben de okuyorum.

Geçenlerde çok sevdiğim dostum İzmir'den gelirken kızlara kitap hediye getirmiş.

Kitaplardan biri bir klasik idi. Mercan Adası. Ve ne yazık ki babaanneleri kızlara daha önce bu kitaptan almıştı.

Ama diğeri.

Kızlar hasta oldular. Okumak için yarış yaptılar. Hatta bitince bana da şiddetle tavsiye ettiler ve ben de bir solukta okudum.

Kitabın adı " Kraliçeyi Kurtarmak"

Rus kökenli ve Moskova doğumlu Vladimir Tumanov, Kanada'da yaşayan bir bilim adamı.

Oğlu Aleks matematik dersini sevmiyormuş. Buna karşın fantastik kitaplar okumaya bayılıyormuş.

Tumanov, çocuğunun sevdiği fantastik hikayelerle matematiği birleştirmeye karar vermiş ve matematiği de bir macera haline getirmiş. Yazarın değimiyle oğlunun matematiğe olan bakış açısı ciddi şekilde değişikliğe uğramış.

Kitabın konusu kısaca şöyle:

Aleks Isaac Fog, bir gün yolda gezerken bir kalem bulur. Bu kalemi beğenir ve çantasına koyar. Ertesi günki matematik sınavında bu kalemi kullanmayı dener ve kalemin en zor problemleri bile çözdüğünü farkeder. Bunu hemen en iyi arkadaşı Sam'e söyler. Bir gün Sam ve Aleks evde ders çalışırlar. Aleks, kitaplığında daha önce hiç görmediği bir kitap görür. Kitaptaki matematik bilmecelerini çözmeleri gerekir. Aralarına Vanessa da katılır. Eğer bütün bilmeceleri çözerlerse Kraliçe Jayden kurtulacaktır. Ama bu, düşündüklerinden daha zor bir görevdir. Çünkü kraliçeyi kurtarmak için birçok matematik problemi ve bulmacayı çözmeleri ve maceralara atılmaları gerekecektir.

Kitapta matematik problemleri, bilmeceler, çocuklar arası arkadaşlık ilişkileri, yaz kampı, yelken sporu, spor ve ortak yaşam kuralları ve macera hepsi hepsi var.




Sorular tek gözlü bir canavar Monoculus  tarafından sorulduğundan, soru metinleri de şiir gibi.

Sizinle örneğin bir soruyu paylaşayım.

Birçok biraderim var küçük ve büyük
Her birimizin arası onar yıl açık
Hepsinin ortancası benim.
Bakalım ne kadar sendeki akıl görelim.
En küçük kardeşim on yaşında.
Söyleyebileceğim tek yaş da onunkisi aslında.
Gerisi zor gelecek korkarım.
Onun için iyice dinleyin beni
Toplayınca hepimizin yaşını
Anlarsın tam bin iki yüz yıl yaşadığımı
Kaç yaşındayım dersin ben?
Söyleyiver de lütfen
Dinsin gözyaşlarım birden.

Soru size bize kolay gelebilir ancak, ilkokul ortaokul dönemi için çözmesi keyifli problemler zannımca.

Her sorunun ardından kitaptaki üç kafadar beraberce soruyu çözüyorlar ve hangi yolla çözdüklerini de uzun uzun anlatıyorlar. Böylece okuyan çocuk, sorunun çözümünü de görebiliyor.

Kitabın hem çocuklar, hem anne babalar hem de eğitimciler tarafından ilgiyle karşılandığını gören Tumanov, çocuklar için başka bir zor konu olan coğrafya konusunu ele almış ve bir kitap daha yazmış.

"Haritada Kaybolmak", yazarın ikinci kitabı..

Dünyada ilk olarak Türkiye'de yayınlanan kitapta,İki kardeşin başlarına açtıkları dertten kurtulabilmeleri için, harita kullanma becerilerinin gelişmesi gerekiyor. Bilmecelerde ipuçları verilen ülkelerin, dünya haritası ve ansiklopedi kullanılarak bulunması gerekiyor kitapta.

Henüz bu kitabı almadık ve kızlar da ben de okumadık ama anladığım kadarıyla çok keyifli.

Yaz tatilinde televizyona bilgisayara yapışık yaşayan çocuklarınızı kurtaran keyifli bir ara nefes olması dileğiyle..

1 Ağustos 2013 Perşembe

Oksimoron...

Bazı kelimeler vardır ki, havalı konuşmalarda ve şık konuşmacılarda duyarsınız ama Cem Yılmaz'ın deyimiyle pekiştirmek için cümle içinde kullanmanız gerekse, pek kullanamazsınız.

Soru : Kondansatör Nedir? Cümle içinde kullanınız.

Cevap : Kondansatör, elektronların kutuplanarak elektriksel yükü elektrik alanın içerisinde depolayabilme özelliklerinden faydalanılarak, bir yalıtkan malzemenin iki metal tabaka arasına yerleştirilmesiyle oluşturulan temel elektrik ve elektronik devre elemanı.

Cümle içinde kullanalım: 
Ben kondansatör gördüm.
Benim babamın kondansatörü var.

İşte aynı bunun gibi bir kelime var bugünkü gündemimizde.


Oksimoron.

İlk önce, yıllar yıllar önce, Yapı Kredi'de çalışırken yıllık toplantılardan birinde duymuştum. Konuk rahmetli Arman Kırım idi ve ünlü "Mor İnek" teorisini anlatıyordu.

O zaman duyduğum bu kelimeyi not almıştım ve eve gelince bakmıştım ne demek diye.

Yani yaklaşık 15 sene önce anlamını öğrendiğim bu kelimeyi bugüne dek hiç cümle içinde kullanamadım.

Geçen gün yine bir yerde bir vesile ile gözüme ilişti, beraber bu konuyu tartışalım istedim. Sözlük anlamı şöyle:
Oksimoron, birbiriyle çelişen ya da tamamen zıt iki kavramın bir arada kullanılması ve bu şekilde oluşturulmuş ifade. Bazen anlamı kuvvetlendirmek için veya edebî sanat yapmak amacıyla kullanılır. Bazen de halihazırda kullanılan bir kavramı eleştirmek veya alaya almak için kullanılır. 

Oksimoronlara sıklıkla sıfat tamlamalarında rastlanır. Bununla birlikte -paradokslar gibi- oksimoron barındıran cümlelere de rastlanır.
Türkçeye İngilizceden geçen kavramın kökeni Yunanca oxus (keskin) ve môros (aptalca) sözcükleridir.

Örnek vermek gerekirse:

  • Orijinal kopya
  • Nasyonal sosyalizm
  • İşleminizin tamamlanabilmesi için kurumumuzun vakfına bağış yapmak zorundasınız.
  • Çareler çaresiz
  • Sessizliğin sesi
  • Gerçek yalanlar
  • Sessizce haykırmak
  • Yüzme bilmeyen balık
  • Köşeli daire
  • Bilim-kurgu
  • Kalıtsal kısırlık
  • Muhafazakar liberal
  • Özel halk otobüsü
  • Sabit değişken
  • Tarafsız taraftar gibi gibi.
tamlamalardan bahsedebiliriz.




Shakespeare'in de kullanmaktan hoşlandığı bir ifade tarzıdır oksimoron. Şöyle ki; Romeo ve Juliette oyununda "ağır hafiflik", "soğuk ateş", "sevgili nefret" gibi kusursuz oksimoronları görmek mümkündür. 

Yani oksimoron öyle bir şeydir ki, mizahi bir öğe oluşturacak denli kendi içinde çelişkili bir durumu anlatır.

Ali Püsküllüoğlu 'nun Büyük Türkçe Sözlüğünde ve TDK' nın güncel Türkçe sözlüğünde tanımı bulunmayan bir "söz sanatı"dır.Bu durum bugüne kadar oksimoron yapıp da ne yaptığını bilemeyen bir çok hatip, şair, yazar olduğuna işaret etmektedir.

Arabesk'in mihenk taşlarından biri olan ve benim çok sevdiğim İbrahim Tatlıses'in " Yalnızım Dostlarım Yalnızım Yalnız" parçası da bu söz sanatını kullanan bir eserimizdir.

Türkçe'de oksimoronun anlamını karşılayacak başka bir sözcük bulunmamaktadır. Bu sebeple kelimeyi hor görmek saçmadır.Tabii ki Türk Dil Kurumu sözlüğüne girmeyen kelimeleri kullanamayız diye bir şart da yoktur ama umarım Türk Dil Kurumu bi an önce bu kelimeye mantıklı bir Türkçe karşılık bulur ve inşallah Türkçe'nin gitgide taleplere karşılık verememesinden kaynaklanan toplumsal sorunumuzu biraz olsun giderir.



Tamam TDK sözlüğünde kelime karşılığı yok, ancak Türkçe'mizin güzel bir deyimi olan "Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu." sanki bu sözcüğün eksikliğini gidermek için vardır.

Aslında tanıma aykırı ama, bana da mesela, iyi kolesterolyararlı bakteri oksimoronmuş gibi gelir hep.

Şunu söyleyebilirim ki bundan 20 sene önce paradoks kelimesinin yaşadıkları bugün oksimoron kelimesinin yaşadıklarının aynısıdır.

Ama biz bugün paradoksu  benimsedik, bağrımıza bastık, evladımız bildik,
Türk hoşgörüsü, misafirperverliği ve merhameti ben eminim oksimoron'u da pek yakında kucaklayacaktır.

Söyleyecek sözlerimiz hiç bitmesin..




İlginizi Çekebilir;

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...