26 Eylül 2013 Perşembe

Anket...

Çocuk büyütmek değişik bir deneyim, her gün yeni bir şey öğreniyor, yeni bir şey deniyorsun.

Bazılarında zorlanıyor, bazılarında zorluyorsun.

Bazılarında çocuğu zorlarken için acıyor, ama onun iyiliği için yapıyorsun.

Mutluluğunu, hayal kırıklığını görüyorsun bazen, ama sonuca ulaşınca da gurur duyuyorsun.

***
Kızların okulu dün onlara anket kağıtları dağıtmış.

Türkçenin yanlış kullanımı ve bozulmasına karşı çıkmaya yönelik hazırlanan bu anketin öğrenciler tarafından mümkün olduğunca fazla kişiye yapılması istenmiş.

Kızlar da büyük bir görev aşkıyla hemen anketleri fotokopicide çoğalttılar, onların akıllarında kişi başı 50 kişi civarında bu anketten yapabilecekleri gibi bir hedef vardı.




Bana 50 adet biraz iddialı geldi, oysa onlar emindi yapabileceklerinden.

Sonra Kadıköy'den Moda'ya doğru yola çıktık.

O yolu yürüyenler bilirler, yüzlerce dükkan ve sokaklarda yürüyen ciddi bir kalabalık vardır.

Bizimkiler yolda gördükleri dükkanlara girerek anketlerini yapmaya karar verdiler.

***
Uzun yıllar bankacılık yapmış ve ekibine kredi kartı sattırmak üzere satış planı ve stratejisi yapmış biri olarak yapacakları işin zorluğunu biliyordum.

Ekip arkadaşlarımla sabah toplantı yapar, hangi lokasyonlara gideceklerine, hangi insan grubuna erişmeleri gerektiğine, hangi insan kitlesiyle nasıl konuşacaklarına karar verdim senelerce.

Reddedilme nedenlerini, red cümlelerini, insan davranışlarını, hepsini çok iyi biliyordum. Acı tecrübeler..

Tabii ki kızlara bundan bahsetmedim. 

Benim deneyimlerim genellikle olumsuzdu, ben bizim kızların neler yaşayacağını heyecanla bekliyordum.

Sonuçta yanımda 3 gün önce 12 yaşına basmış iki kişi vardı, hep steril ortamlarda yaşadılar, dükkanlara hep alıcı olarak girdiler, tanımadıkları hiçbir kimseden birşey talep etmediler.

Belki abartıyorum, ama 22-23 yaş üstü, bir çok eğitimli çocuk bu sınavdan pek kolay geçemedi çalışma hayatım döneminde. Reddedildiklerinde hayal kırıklığına uğradılar, insanlarla tanışıp konuşmaya utandılar, satamadılar, ya da yalvar yakar oldular, kendilerinden ve kişiliklerinden ödün verdiler, velhasıl zordu.

***

Sonunda bizimkiler gözlerine ayrı ayrı birer dükkan kestirdiler ve girdiler.

Ben dışarıda kapıda bekliyorum.

30 saniye sonra ikisi de yüzleri asık bir şekilde geri döndüler.

Bir tanesinin gözünden yaş akıyordu, reddedilmek hayal kırıklığına uğratmıştı. 

Aslında ikisi de çok bozulmuştu, biri daha çok dışa vurdu.

En standart cevapları almışlar. Vakitleri yokmuş, şimdi müsait değillermiş, vb vb.

***
İşte gerçek hayata hoş geldiniz.

50 adedinin ne kadar yüksek bir hedef olduğunu, sırf onlar istedi diye insanların hemen evet demediklerini, insanların hayır demeye çekindikleri için binbir bahane uydurduklarını hepsini 30 saniye içinde gördüler.

Büyük bir hayat tecrübesi.

***
İkinci denemeyi yapmaya çekindiler.

Uzun uzun yürüdük. Cesaretlerini toplayamadılar. Onlarla konuşmak zorunda kaldım bir süre.

Ardından denediler. Birisi iki, diğeri bir anketle çıktılar dükkanlardan.

Hemen motivasyon arttı.

Bir sonraki dükkana girmeden önce baktım, psikolojik ve sosyolojik tespitler başlamıştı.

Mesela eczacı gibi, kırtasiyeci gibi, zeytinyağcı gibi, kitapçı gibi dil ile kültür ile ilgilenmesi daha muhtemel dükkanları seçmeye başladılar.

Dükkana girmeden önce daha sevimli yüz ifadeleri takınmaya başladılar, gülümsemeye çalıştılar.

Sonuç daha başarılı oldu.

Hedefledikleri sayının yarısına gelince, evde yapılması gereken ödevler olduğundan ve ben artık yorulup mızmızlanmaya başladığımdan eve döndük.

Haa, bir dükkanda dükkan sahibi yemek yiyormuş, "Bırak 10 dk sonra gel." dediğinden, tam eve girmeden gidip o anket de alındı.

***
Muhtemelen 3 ay kalsalar okulda öğrenemeyeceklerini öğrendiler, üzerinde düşünmedikleri konular hakkında düşünme fırsatları oldu, reddedilmeyi, ikna etmeyi, insanlardan birşey isterken sevimli olmak gerektiğini, içerideki kişinin müsait olup olmadığını kontrol etmeyi, sosyolojik ve psikolojik saptamalar yapmayı öğrendiler.

Yaptıkları anketin Türkçemiz üzerine katkısı ne kadar olacak bilemem, ama kızlarımın hayatlarının en önemli günlerinden birini yaşamaya vesile olduğundan okula teşekkürü borç bilirim.







23 Eylül 2013 Pazartesi

Kadıköy Çarşısı..

Hayatımızda bazı değişiklikler yapmaya çalışıyoruz bu dönem.

Çocukların okulunu, evimizi, semtimizi, kıtamızı..

Bu geçiş sürecinde, evimiz hazır olana kadar sağolsun annem ve teyzem evlerinin kapısını bize açtılar.

Her gün hem sabah hem akşam çocukları okula götürüp getirmek için  Kadıköy Çarşısı'nın eskisi gibi müdavimi oldum mecburen. Günde minimum 4 geçiş, az değil.

***
Üniversiteyi kazandıktan sonra annem İstanbul'a taşındı ve biz hep Kadıköy, Moda, Kızıltoprak üçgeninde yaşadık.

Üniversitede okula gitmek için vapura hep yürürdüm. Sabah da akşam da..

Daha sonra evlenince Koşuyolu'na oturduk ve Kadıköy ile hem anneden dolayı hem de  merkez olmasından dolayı bağlantım kopmadı.

Kadıköy çarşısı eskidir, hem de çok..1800 lerden kalmadır.

Ben 1989'dan beri çarşıyı bilirim, alışverişimi yaparım, yolum düşer..Hatta yolumu düşürürüm bir şekilde.

İki haftadır, yeniden buralarda yaşamaya başlayınca eski günlerin anısına saygı duymayı ama güzel yenilikleri de görmeyi kendime borç bildim.

Aslında Kadıköy'ün Tarihi Çarşısı, 18. yüzyıldan itibaren Türk ve Rum halklarının ortak yaşamlarıyla şekillenen ve hareketli temposunu hiç kaybetmeyen önemli noktalardan biri.

19. yüzyılda Ermenilerin de katılımı ile konut ve ticaret merkezi haline dönüştürülmüş, Osmanlı İmparatorluğu'nun da özgün mimari eserleriyle süslenmiş olan çarşımanavları,balıkçıları, eski kitapçıları, lokantaları, pastahaneleri ve küçük nostaljik dükkanlarının yanında, camiler, kiliseler gibi tarihi eserleri ile de tüm Kadıköylülerin vazgeçilmez bir buluşma noktası.




Eskiden yani ben bıraktığımda çarşıda Baylan, Hacı Bekir, Beyaz Fırım, Cafer Erol, kuruyemişçiler, kokoreççiler, bir iki köfteci, birkaç parfümeri, şarküteriler, balıkçılar, kitapçılar,kiliseler  ve fırınlar vardı. Hatta balıkçıların olduğu yerde yaşayan büyük bir kazı buraları bilen herkes hatırlar. Sanırım öldü, yıllardır görmüyorum. Gençlik kitabevi de gitti, Nezih oldu sanırım.

Şimdi  bunların çoğu yok.

Haa, şu anda da çok güzel, ama detaylı inceledikçe görüyorum da kabuk değişmiş.

Şu anda barlar sokağı olan yerde ilk açılan barı  hatırlarım, o zamanlar o sokak için çok radikal bir girişimdi. Şimdi o sokakta nerdeyse ev kalmadı.

Aşağıda Nevizade gibi olan balık lokantası, meyhane, fasıllı çalgılı lokantaların hiçbiri, ama hiçbiri yoktu.

Oralarda fırınlar, mantıcı, yufkacı, elektrikçi, çerçeveci gibi daha mütevazi dükkanlar vardı.

Şu anda her gün eski bir esnafın dükkan kapatması ve lokantaya dönüşmesi sürecinde Taksim, Beyoğlu bölgesinde dışarıya konan masaların engellenmesinin etkisinin olduğunu düşünüyorum. Yani başka belediyelerin kendileri için aldıkları kararların gelip Kadıköy'ü olumsuz etkilemesinden rahatsızlık duyuyorum.

Ben üniversitedeyken düşünün Çiya bile yoktu. Çiya günümüzün en önemli yöresel lokantalarından biri. Şu anda sanırım Kadıköy'de üç noktada hizmet veriyor. Her gün bahçesinde oturan bir ünlüyü görebilirsiniz Çiya'da. Gitmemiş olanlara ısrarla tavsiye edebilirim.

"Kumral Ada  Mavi Tuna'yı" okuyan herkes, daha önce bilmese de uğramıştır mutlaka Baylan'a. Kup Griye'nin tadına 1954'ten beri kaç kişi bakmıştır bilemiyorum. Orası hep efsaneydi ve efsane olarak kalacak sanırım.

Ben tatlı sevmediğimden uğrak yerlerim Mercan gibi kokoreç ve midyecilerdi. 

Halil Lahmacun. Ahh, bir de tabii ki midye dolma.

Midye Dolmaların en iyisi ise şarküterilerden alınır.

Çarşıdaki şarküteriler kadar zengin, taze ve lezzetli çeşidi olan şarküteri , hem de bu kadar fazla adette şarküteri bence başka yerde bulunamaz.

Mevsim şu anki gibi balık mevsimi ise balıkçılar çok civcivlidir.

Palamutlar dört gözle alıcılarını beklemekte mesela, isterseniz balıklarınızı alıp gidip pişirtebileceğiniz yerler de açılmış, eskiden yoktu.

Akmar Pasajı, kitapçılar ekoldür Kadıköy'de. Akmar sanırım eskisi gibi popüler değil ama yanyana ve çok katlı kitapçılarda her hafta sonu ünlü bir yazarın imza günü olur. Her zaman da doludur bu kitapçılar. Kadıköylü okumayı sever.

***
Eskiye göre ne değişmiş derseniz fiziki özelliklerden çok ziyaretçi yapısı değişmiş derim.

Eskiden benim gibi işe gelip gidenlerden ya da Anadolu yakasında oturup alışveriş yapmaya gelenlerden oluşan ziyaretçi kitlesi, artık gece eğlencesine, dersaneye gelenlerle yer değiştirmiş.

Fakat bana asıl değişik gelen şu oldu: Biliyorsunuz İstanbul'a gelen turist sayısında eskiye göre ciddi artış var. Eskiden Sultanahmet, Ayasofya, Kapalıçarşı'ya gelen turistler artık Kadıköy Çarşısına da geliyor, kokoreç, balık, lahmacun yiyor. Başlarında bayrak tutan turist rehberiyle dolaşan turist gruplarıyla karşılaşmanız işten bile değil.

İşin kötü tarafı aklınızda olmayanları görüyor, kokusunu duyuyorsunuz çarşıda gezerken. Hele de ekmek kokuları yok mu?

Yıllardır Ataköy'de fırın diye birşey görmeden yaşadım. Ekmek hamuru gerektiğinde taaa Şirinevler'e kadar yürümek zorunda kaldım.

Şimdi her akşam taze ekmek kokuları duyarak eve gelmek zor. Umarım bu geçici Kadıköy Moda süreci bana bol kilolar olarak geri dönmez.


19 Eylül 2013 Perşembe

Ölmeden Önce Tutmanız Gereken 3 Şey.. Oruç, Kaka, Baston.

Bir süredir fiziken pek gazete almıyorum.

Genellikle internetten gazete okuyor, gündemdeki sıcak konuları da , twitterdan öğreniyorum.

Tabii bir de Zaytung var.

Günlük gelişmeleri gazetelerden okumak kadar keyifli ve aslında haber almanızı sağlayan bir platform bu.

Eminim çoğunuz bakmışsınız, okumuşsunuzdur.

Zaytung..

Almanca gazete demek.


Zaytung Amerika'da kurmaca haberler yapan The Onion News adlı siteden etkilenerek hazırlanmış bir mizah ve ironi platformu.
Önce sadece kurmaca haberlerle başlayan Zaytung daha sonra Son Dakika, Spor, Sergi, Blog gibi bölümleri de ekledi.
Ben özellikle dergi kapaklarına hastayım. Hatta bu yazıyı yazmama platformun 65+ dergisinde gördüğüm bir yazı sebep oldu.( Ölmeden tutmanız gereken 3 şey.. Oruç, Baston, Kaka..)

Haaa, bir de "Çocuğunuz Tatile Hazır mı? Yol boyunca ağlayabilmek için nefes egzersizleri" ve "Games of Toruns" var.(Mikrop dergisi)

Dergilerin altındaki Facebook'ta paylaş, Twitter'la yolla butonlarının yanındaki "Allah'a havale et " butonu ise beni benden alıyor. Haa, denedim, bu butona basınca Diyanet işleri Başkanlığının sitesine bağlanıyorsunuz.
Günde yaklaşık 200 bin kişinin ziyaret ettiği platformda haberlerin neredeyse son paragrafına kadar gerçek izlenimi verilerek haberler oluşturuluyor. Ancak son paragrafta konu iyice epriyor ve çığırından çıkıyor. Hafta sonu tıklama sayısı 100 bine kadar düşüyor.Aslında 5 kişiden oluşan ve ekşi sözlük kökenli kadroya 50-60 kadar kişi de destek veriyor.
Zaytung'dan haberi olmayan dış basın bir defa Ermeni soykırımı tasarısı haberiyle ciddi sanıp alıntı yapmış. Ayrıca Banu Avar, Melih Gökçek gibi bazı ünlüler de haberdar olmadıklarından Zaytung haberlerini ciddiye alıp tepki veren kişilerden.
Müthiş bir zeka pırıltısı ile dolu haberleri okurken etkilenmemek elde değil. İnsan bu ekiple tanışıp, kanka olma arzusu taşıyor.
Size tavsiyem hala bakmadıysanız, canınız sıkıldığında, karşınızda zeka pırıltısı görmek istediğinizde, bazen de gündemdekileri okumayı arzu ettiğinizde Zaytung.com'a göz atın derim.
Mesaide olup da gülümsemek isteyenler için..http://www.zaytung.com/haberdetay.asp?newsid=222924
Keyifli okumalar...

16 Eylül 2013 Pazartesi

Konserve.. Konservatizim..

Birkaç gündür bilgisayarı elime alamadım.


Araya bir Mustafakemalpaşa, bir Tekirdağ gezisi bir de ufak çaplı evden eve nakliyat sıkıştırınca yazı yazmaya, yazdığım platformları yönetmeye, okuyuculardan gelen mailleri okumaya vb fırsat olmadı.

Dün akşam bilgisayarı elime aldım açtım, " Güncelleme başladı, lütfen bilgisayarı kapatmayın" yazdı. Bekledim, bekledim, bekledim, kalktım iki tur attım, bulaşık makinası boşalttım, göz kararı süt kattım, sana kek yaptım, döndüm geldim. Baktım hala bilgisayar hala güncelliyor.

Hem acelem vardı, "Off hala bitmedi." diye sıkıldım, hem de etkilendim, takdir ettim arkadaşı.

Sevgili emektar bilgisayarımın "Sadece bir haftada neler birikmiş, nerde geri kalmışım, hangi konuda kendimi tamamlamam lazım, ne yapsam da eksiklerimi gidersem, dünya değişiyor, geri kalmamam lazım,vb vb." şeklindeki duyarlı yaklaşımı beni son derece etkiledi.

Öyle ya, hiç aklım ermez, bilgisayar denen alet zaten nasıl olur da içinde o kadar program saklar, sonra o programlarda taaa uzaklarda bir güncelleme yapıldıysa hisseder, kaldırır getirir, benim kullanımıma sunar.

Makina sonuçta, aklı yok fikri yok, ama bunu akıl ediyor yapıyor.

Sonra etrafıma bakıyorum, koca koca insanlar, kimisi akil insan, kimisi anamız babamız, kimisi yöneticilerimiz, kimisi kanaat önderi ancak el kadar makinanın yaptığını yapamıyor.

Hayat değişiyor gibi klişelere girmek istemiyorum ama gerçekten değişiyor. 

Sadece teknoloik anlamda değil, koşullar değişiyor, yediğimiz içtiğimiz, okuduğumuz, oturduğumuz ev, bindiğimiz araç belki evlendiğimiz insan formatı, hepsi değişiyor.

Ama mesela kızlarımın eski okulunun müdürü, " Biz 150 yıllık ekolüz, değişmeye ihtiyacım yok, biz böyleyiz, koşulların değişimine uymayarak çocuklarınızı mağdur edebilirim. " diyebiliyor.

Aslında bu duruma tam olarak "muhafazakarlık" ya da "konservatiflik" diyoruz.

Bazı eğitim sistemleri muhafazakarlığı düstur edinir. Hatta adı üstünde müzik eğitimi veren kurumların adı "konservatuvar" dır, yani konserve haline getirendir.

Muhafazakârlık bir sağ kanat ideolojidir. Muhafazakârlığın var olan kazanımları ve değerleri korumak şeklinde bir yanı da vardır. Bu açıdan bakıldığında, herkes, solcular dahil, istedikleri toplumsal düzen gerçekleştiğinde muhafazakârlaşabilirler.

Muhafazakar görüş, zamanla edinilen kazanımların birikmiş bir bilgelik oluşturduğunu, bu nedenle bu birikmişliği değiştirmenin doğru olmadığını savunur.

Muhafazakarlık akla da önyargılı yaklaşır. Bir kişinin sadece düşünceleriyle oturmuş düzeni temelinden sarsmasına- haklı olsa dahi- karşı çıkar.

Genelde muhafazakarlık kavramıyla dindarlık kavramı birbirine karışır. Evet, din kavramı sorgulamaya ve değişime açık değildir, dolayısıyla dindar iseniz, en azından dini konularda muhafazakar olmak zorundasınızdır.

Ancak asıl acıklı olan birçok aydının, eğitimli insanın aydın geçinip eski kavramlara birçoğumuzdan daha bağlı olması yani muhafazakar olmasıdır.

Her alanda muhafazakar olmak mümkündür... Muhafazakar ateist, muhafazakar Budist, muhafazakar Hiristiyan, muhafazakar salak olmak mümkündür..

Belki de muhafazakarlığın en akılcı,mantıklı ve sağduyulu tanımlarından birisini Cemil Meriç yapmıştır.

"Ben ne sadece muhafazakarım ne de sadece yenilikçi. Bazı konuların muhafazasını isterken, bazı konularda yenilik isterim" 

Bir muhafazakarın birincil düşmanı kendi ülkesindeki aydınlar, ikinci düşmanı farklı kültüre mensup ülkedeki muhafazakarlardır.

Değişime açık olmak cesaret gerektirir, muhafazakarlar değişimden korktuklarından muhafazakardır belki de.

Bir zamanlar en büyük imparatorlukları kurup, ilimde irfanda en ileriyken, korkudan matbaanın gelmesinden, güçlerinin kaybolmasından korkarak şu anda sadece izleyici toplum olmamıza neden olanları,



Ya da 1600 lı yıllarda hesaplayıp, Galata Kulesi'nden Üsküdar'a uçmayı becerip sürgünle cezalandırılan Hazerfen Ahmet Çelebi'yi unutmayalım derim.

10 Eylül 2013 Salı

William Bates, Gözlük ve Lens..

Geçen hafta kuzenimle beraber oğlunu göz muayenesine götürdük.

Genlerde bol bol miyop olduğundan, kuzenim her sene okul açılmadan oğlunu göz muayenesine götürüyor. 

Ancak bu yaz TV ye bakarken zorlandığını hissetmiş ve doktora gelirken gözlüğün de yaklaştığını farketmiş.

Nitekim doktor düşük numaralı da olsa bir gözlük yazdı bizim gence.

Doktordan çıkınca kuzenim benimle ilk defa duyduğum bir şey paylaştı.

Gözlüksüz ve lenssiz miyop tedavisi.

O özellikle Rusların hiç gözlük kullanmadığını, göz jimlastiğiyle miyobu tedavi ettiklerini söyledi. Eşim onların belki de genlerden gelen özellikler nedeniyle gözlük takmadıklarını söyledi, ben sessiz kaldım zira konu ile ilgili hiç bilgim yoktu.

Konuyu bir kenara not ettim, zira merakımı cezbetti, hem eşim hem de kızlarımdan biri gözlük kullanıyor, ikisinde de hem astiğmat hem de miyop var.

Araştırmak için kısmet bugüneymiş. Öğrendiklerimi sizinle de paylaşayım hemen..

Bundan yıllar önce, 1860-1931 yılları arasında yaşayan William Bates görme sorunlarının fizyolojik ve psikolojik yorgunluklara bağlı olduğunu ve bu nedenle de gözlük takmakla iyileşmeyeceğini ileri sürmüş ilk olarak. Bates 1885’te tıp derecesini almış ve New York’ta doktorluk yapmaya başlamış. Ve Bates yıllar geçtikçe, kırılma kusurunun neden olduğu miyop gibi göz hastalıklarının belirgin bir neden olmaksızın iyileştiğini ya da kötüleşebildiğini fark etmeye başlamış. Bu gözleme dayanarak, geleneksel göz doktorluğunun temel bir ilkesini, bir kişide miyop gibi bir kırılma kusuru varsa, bunu düzeltmenin tek yolunun gözlük takmak olduğunu söyleyen prensibi sorgulamaya başlamış.





Geleneksel göz doktorları merceğin gözün odaklamasından sorumlu olduğuna inanırken, Bates gözü çevreleyen kasın gözün odaklanmasına neden olduğunu ileri sürmüş. Nitekim geleneksel göz doktorları miyop gibi sorunlar için düzgün biçimde odaklanmakta başarısız olan göz merceğini suçlarken, Bates ise göz yuvarını çevreleyen kastaki fonksiyon bozukluğunun buna neden olduğuna inanmış. Bates bu sonuca katarakt hastalarına göz ameliyatı uyguladıktan ve bu hastalardan bazılarının göz mercekleri çıkartıldıktan sonra bile gözlük kullanmadan uzağı görebildiklerini fark ettikten sonra varmış. Böylelikle miyop gibi kırılma kusurlarında göz merceğinin rol oynamadığı saptamasını yapmış

Bunun ardından Bates hastalarına yakını görememe (hipermetrop), uzağı görememe (miyop) ve astigmatlık gibi sorunların üstesinden gelmek üzere göz kaslarını güçlendirmek ve eğitmek amacıyla göz egzersizleri uygulamaya başlatmış.

Aslında egzersizler basitmiş ancak Bates iyileşme sağlanabilmesi için disiplin ve her ayrıntıya dikkat etmenin gerekli olduğuna vurgu yapmış hep.

Bates göz yorgunluğunun görüşü bozduğuna inanmış  ve tedavisini şu şekilde bulmuştur: 

Göz kaslarının da diğer herhangi bir kas gibi yüksek performansa ulaşması için dinlenme ve egzersiz periyotlarına ihtiyacı vardır. Gözün biçimini kontrol eden altı ufak kasın fonksiyonu üzerine odaklanmıştır. Bu kaslar gerginleştiğinde gittikçe yorgun düşmekte ve bu durum miyop, hipermetrop, astigmat ve göz tembelliğine neden olmaktadır.


Bates yöntemine göre eğer hastalar programa sadık kalırsa ve gözde iyileşme sağlanırsa, numaralı gözlükleri kullanmayı bırakacak kadar fayda sağlayabilir, gözlükler, lensler ve kontak lens çözümleri için bir ömür boyu harcayacakları paradan kurtulabilirler. Tedavi aynı zamanda, herhangi başka bir ameliyat gibi pahalı olan ve riskler barındıran cerrahiden çok daha kolaydır.

Aşağıda çok kısaca Bates yönteminde tedaviş için uygulanacak egzersiz metodlarının açıklamasını vereceğim. Ama hakkaten faydalanmak isteyenler lütfen daha detay araştırma yapsınlar ve uygulasınlar.

Avuçlama

Avuçlama görme sistemini sakinleştirmeyi amaçlar. Bu egzersizde, hastalar gözlerini yumar ve onları, parmakları alınları üzerinde çapraz gelecek şekilde avuçlarıyla kapatırlar. Eller çukurlaştırılmalıdır böylelikle göz yuvarlarına herhangi bir baskı uygulanmaz. Sonraki adımda, hasta gözlerini açmalı ve ışığın girip girmediğine bakmalıdır. Işık giriyorsa eller hareket ettirilmeli böylelikle hiç ışık girmeyecek hale getirilmeli ve gözler yeniden kapanmalıdır. Avuçlama sırasında, hastalar gün doğumu ya da okyanus gibi rahatlatıcı bir manzara hayal etmelidir. .

Sallama

Sallamanın amacı gözleri dikkatli bakmamaları için eğitmektir. Bates dikkatli bakmadaki sabitliğin gözler için kötü olduğunu ileri sürer. Bu egzersizi yapmak için, hasta sabit bir nesne üzerine odaklanmalı sonra başını ya da tüm vücudunu iki yana sallamalıdır. 

Test Kartı Egzersizi

Hastalardan bir harfin üzerine odaklanmaları, sonra gözlerini kapatmaları ve birkaç saniye siyah harfi kafalarında canlandırmaları istenir. Birkaç seans sonra, Bates harflerin daha koyu ve berrak olacağını ileri sürer.

Güneşlenme

Güneşlenme ışık hassasiyetini azaltmayı amaçlar. Yalnızca sabahları ya da akşamları ve sadece kısa süreli olarak güneşlenilmesi tavsiye ediliyordu.

Merkezileştirme

Merkezileştirme ya da merkezi sabitlemenin amacı gözün içine tek seferde çok fazla görüntü alarak kendini yormaması için eğitilmesini amaçlar. Bu egzersiz gözleri bütün bir resimden ziyade tek bir noktaya odaklanmak üzere eğitilmesini içerir. Bates bütün bir resme bakmanın görüşün bozulmasına neden olacak şekilde yorgunluk yarattığına inanmaktadır. Bu aslında başlı başına bir egzersiz değil, daha ziyade hastaların gün boyunca yapmaları istenen bir şeydir.

Renk Günleri

Bu egzersiz tüm günü belli bir renge odaklanarak geçirmeyi içerir. Bir renge bakarken, hastalardan biçime değil renge odaklanmaları istenir. Renkler her gün değişir. 

Son dönemde her şikayetimizle ilgili ilaçlı ya da müdahaleli tedavi metodları yerine hepimiz alternatif tedavi metodlarından faydalanmaya çalışıyor, yediğimize içtiğimize dikkat ediyoruz.

Okuduğum ve gördüğüm kadarıyla bu metodda zararlı hiçbir şey yok. Dolayısıyla 0.25 gibi, 0.50 gibi düşük göz numaraları için gözlük yerine uygulanabilir gibi görünüyor. Ancak göz numarasının ergenlikle döneminde çocukla beraber büyüdüğü gerçeğini de bilmek ve aksiyonu buna göre almakta fayda var.

Uygulayanlar deneyimlerini benimle paylaşırlarsa çok sevinirim.










7 Eylül 2013 Cumartesi

Olimpiyatlar ve İstanbul...

Cumartesi akşam herkes TV başındaydı.

Akşam 11 gibi oylama sonuçlandı ve ne yazık ki sonuç istediğimiz gibi olmadı.

Terör olayları ve siyasi sorunlar, Ortadoğu'nun her zaman kaynayan kazan olması ve olası Suriye savaşı bizim için dezavantajlardı.


Diğer yanda da Tokyo yani Japonya'nın yaşadığı büyük depremden kaynaklanan nükleer sıkıntısı vardı.


Ama sonuçta yüzü gülen Tokyo, yani Japonya oldu. Kutlamalar halen sürüyormuş oralarda.


Peki biz neden yıllardır istiyoruz, nedir bu Olimpiyat denen şey?


Geçen gün Ozan Çolakoğlu'nun tweetini gördüm, çok hoşuma gitti.



O degil de Yunanlilar ne guluyordur. Vaktiyle uc bes oyun uydurduk simdi hale bak, millet birbirini yiyor yapmak icin diye :))

Aslına bakarsanız doğru. Biz deli kuyuya taş atmış, binlerce yıldır çıkartamıyoruz.
Olimpiyatlar dört yılda bir yapılan çok geniş kapsamlı bir spor organizasyonudur.
Daha çok yazın yapılanları bilinir ve  Fransız soylusu Pierre de Frédy, Baron de Coubertin tarafından 19. yüzyıl'ın sonlarında modernize edildikten sonra dünya savaşları dışında dört yılda bir yapılmaya devam edilmektedir.
Nasıl başladığı tam olarak bilinmemekle beraber Zeus'a ve Herakles'e dayanan çeşitli efsaneler vardır.Tanrıların yaşadığına inanılan Olimpos dağında yapıldığından ismi Olimpiyat olarak geçmektedir.
İlk düzenli Olimpiyat oyunu 1896'da Atina'da yapıldı.
Yazın kar ve buz içeren oyunların yapılmasının imkansız olması nedeniyle ayrı bir Kış Olimpiyatı yapılması gerekliliğine karar verildi ve 1924 yılından itibaren kış olimpiyatlarının da yapılmasına başlandı.
Şu anda yaz ve kış olimpiyatları 2 yıl arayla ve ikisi de dört yılda bir yapılmaktadır.
Organizasyonun büyüklüğü ve gerekli tesislerin inşaasının gerekliliğinden dolayı olimpiyatlar çok yüksek bütçe gerektirmektedir. Bu nedenle mesela bugüne kadar hiçbir Afrika ülkesinde olimpiyat yapılmamıştır.
Eski Yunanlıların tabiata saygıları için yaptıkları bir tür ritüeldir aslında Olimpiyatlar. 4 senede bir olması tabiat'ın simgesi Venüs'ün evrimini 4 yılda bir tamamlamasıdır. Olimpiyatların simgesi de, Venüsün simgesi olan 5 köşeli yıldızdır. günümüzde değiştirilerek iç içe geçmiş 5 halka olarak tanımlanmıştır. 
Olimpiyat sembolü içiçe geçmiş farklı renklerdeki halkalardır. Beş içiçe halka 5 kıtayı (AmerikaAfrikaAsyaAvustralyaAvrupa) temsil eder.


Her olimpiyat öncesinde törenle Olimpiyat Ateşi yakılır ve kapanışa kadar yanar. Olimpiyat meşalesi Antik dönemde olduğu gibi günümüzde de Yunanistan'ın Olimpos dağında mercek yardımıyla Güneş ışığı kullanılarak yakılır. Yakılan meşale olimpiyatların düzenleneceği yere kadar ülke ülke dolaştırılır ve olimpiyatlar açılış törenindeki Olimpiyat ateşi bu meşale ile yakılır.
Yaz Olimpiyatları programında 26 spor dalında 20 farklı disiplin ve 300'e yakın yarış bulunmaktadır. Kış Olimpiyatları'nda ise 15 spor bulunmaktadır. 
Olimpiyat Oyunları'ndaki tüm sporlar Dünyada yaygın olan sporlardır. 
Örneğin ABD'de yaygın olan beyzbol olimpiyat programına dahil değildir. Çünkü bir olimpik sporun en az 25 ülkede oynanıyor olması gerekmektedir.
Bir ülkenin spor tarihini değiştiren en büyük organizasyondur. Günümüzde sporun hemen her dalında iyi bir İspanyol sporcu görüyorsak bunun nedeni 92 Barcelona Olimpiyatlarıdır.
Aslında 2020 olimpiyatlarının Türkiye'de olmasını istememizin yegane sebebi bu olmalı. Ama neden ısrarla isteğimizin gerekçesi büyüklerimiz tarafından tam olarak açıklanmadı.
Her Türk gibi İnşallah 2020'de bizde olmasını istiyordum, umarım bundan sonraki dönemde organizasyonu almak için gösterdiğimiz özeni sporcu yetiştirirken, insanlara daha hoşgörülü yaklaşırken, dopingten uzak temiz sporcu prensibini uygularken gösteririz.
Umarım sadece turizm gelirlerimizi artıracak bir proje olarak bakmıyoruzdur.
Hakkımızda hayırlısı olsun.

2 Eylül 2013 Pazartesi

Sardalya ... Kebabı..

30 Ağustos cuma gününe gelince ufak bir kaçamak yapmak için fırsat doğdu.

Bu yaz bizim kankalarla tatil planı yapamamıştık, dolayısıyla bu fırsatı iyi değerlendirdik, onlar İzmir'den, biz de İstanbul'dan gidip ortada, Geyikli'de buluştuk.

Neden Bozcaada değil de Geyikli derseniz, böyle tatillerde ada olayına girmeme, gemi sırasında yer almama gibi bir yeminim olduğundan, arkadaşlar da sağolsunlar bana katıldıklarından, Geyikli'ye konuşlandık.

Gerçi Bozcaada'nın trend  rüzgarından Geyikli de nasibini almıştı. Otellerde yer yoktu, nerdeyse çadıra talim edecektik ki, kocalar yazlığına gelmeyen birilerinin evini 2 geceliğine kiraladılar da, çadırda yatmaya gerek kalmadı. 

Gerçi kızlar çadırda kalamadıklarına üzüldüler ama neyse artık, başka sefere inşallah..

Mevsim Ağustos olunca, 35 sene önce Çanakkale'de beraber çocukluk geçirmiş iki kanka da Çanakkale civarında buluşunca akşam yemeklerinin vazgeçilmek yemeği sardalya ızgara oldu haliyle..

Biz çocukken babalarımız da bize sardalya ızgara yaparlardı. Hatta biz o zaman, o kadar da balık sevmez ama mecburen yerdik.

Babamlar sardalyaları satın alır, temizlemeden asma yaprağına sarar, öylece ızgarada pişirirlerdi. (terminolojide buna b.klı kebap deniyor.) Asma yaprağına sarılmasının nedeni, pişerken pullarının ve derisinin yaprağa yapışıp kalmasıydı. Ancak bu uygulamada masa olmaması, yemeğin mümkünse yerde ters çevirilmiş sandık üstünde üzerine gazete yayılarak yenmesi gerekiyordu. En kötü ihtimalle, masada yeniyorsa masaya da gazete yayılabilirdi.




Bunun bir adım ötesi, 18 kiloluk zeytinyağı tenekesinin kesilerek b.klu kebabın, yani denizden çıkan sardalyanın direk olarak teneke üzerinde pişirilmesi ama ben ne yazık ki, ne babamın ne de kocamın evinde bunu yiyemedim :))

İlk akşam Odunluk iskelesine balıkçıların olduğu bölgeye, bize tavsiye edilen restorana gittik. Hem ızgara hem de una bulanmış kızartılmış sardalya yedik. Özellikle kızlar kızartılmış versiyondan oldukça memnun kaldı.

Ertesi akşam ise şansımızı Dalyanköy'de denemek istedik.

Açıkçası neden direk buraya gelmediğimize, neden burada pansiyon aramadığımıza biraz hayıflandık. Dalyanköy'ün ortamı, gün batımı, manzarası Yunan adaları tadındaydı.

Ancak restoranlar genelde doluydu, zaten pek yenecek balık da kalmamıştı.

Dalyanköy'ün girişinde mavi masalı, kareli masaörtülü, Bozcaada'ya tam karşıdan bakan manzarası ve gün batımı ile dikkatimi çeken restorana geri döndük ancak sardalya yoktu.

Tekrar kalkıp Odunluk iskelesine geri döndük. Oradan sardalyamızı satın aldık, ama bu defa yarısını temizlettik, yarısını da temizletmedik.

Balığımızı ben, kankam ve kızı orjinal Çanakkale versiyonuyla :)) yemek istediğimizden baylar da bizim için temizletilmemiş olarak satın aldılar. 

Restorana geri döndük. Restoran ortamında olduğumuzdan masalarda gazete yayılı değildi. Balıkları dışarıdan getirdiğimizden restoran sahibi bizim balıkların pişirilmesini gece yarısına bıraktı ve bu nedenle 2 çocuk fire verdik (uyuyakaldılar) ama yine de değdi. Geri kalan sağlar ( diğer iki kız) bayıla bayıla bu yerel kebabımızın tadını çıkardılar, benim kız bu halinin daha lezzetli olduğunu söyledi. Yanlış anlamayın, yerken tabii ki iç organlar çıkarılıyor, ancak sanırım yıkanmamış olması, balığın deniz suyuyla kalmış olması ona farklı bir tad veriyor.

Sonuç olarak 3 günlüğüne de olsa, arkadaşlarla bir araya geldik, iyi kötü denizimize girdik, sardalyamızı hem de en bakir versiyonuyla yedik, bir de Geyikli'de Eyvah Eyvah 3'ün çekimleri vardı, kızlar ufaktan figüranlık da yaptılar, insan daha bir tatilde ne ister.. Çanakkale'de tesadüfen yüzmeye geldiğimiz tesiste, yine aynı kankamla 35 sene önce ailece çadırda kaldığımızı farkedince "tevafuk" kelimesinin anlamını daha iyi kavradık.

Eylül de geldi, balık yasağı kalktı, ben hepinize bol bol balık yemenizi, hatta tesis yetersizliği yaşanmıyorsa tenekeli ya da tenekesiz orjinal sardalya kebabı yapmanızı ve ne olursa olsun arkadaşlarınıza, dostlarınıza sıkı sıkı sarılıp, sahip çıkmanızı tavsiye ederim.

Haa, eğer elinize çok sardalya geçerse, kış için tuzlu balık da yapabilirsiniz, benden söylemesi..

İlginizi Çekebilir;

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...