27 Ekim 2013 Pazar

Süne Kımıl Bir Böcüktür..

Her birimiz bir şekilde televizyon izliyoruz.

Kimimizin favori dizisi var. Kimimiz maç seyretmeyi seviyoruz. Kimimiz çizgi film hastasıyız. Kimimiz sitcom düşkünüyüz. Ama bir şekilde her birimizin televizyonla bir bağlantısı var.

Biliyorsunuz TV kanallarının temel gelir kaynağı reklamlar. Reklam verenler de en fazla hangi program izleniyorsa, daha fazla müşteriye ulaşabilmek için o programın arasına reklam veriyor ve hatta bazılarına sponsor oluyor.

İşte bu noktada belli bir camianın hayatının merkezi olan ve yaşamalarının tek şartı olan rating kavramı ile karşı karşıya kalıyoruz.

Belki gazetede ya da televizyonda bu konuyla ilgili bazı terimlerle karşılaşıyor ancak çoğunun anlamını bilmiyoruz.

İşte bugün sizlerle bu konuyu biraz açığa kavuşturmak istedim.

Öncelikle ortamda people meter denen bir cihaz var. Bu cihazlardan toplam 2200-2300 tane var ve hangi evlerde, hangi şehirlerde ya da ailelerde olduğunu kimse bilmiyor.(30 şehirde olduğunu biliyoruz sadece)

Mesela tam olarak şu anı ele alalım.

Şu anda bu 2300 evde hangi evlerde televizyonun açık olduğu,  hangi kanalların, hangi programın seyredildiği teker teker ölçülüyor, toplanıyor ve bu ham veri yorumlanacak bilgi haline geliyor.

Örneğin toplanan verilere bakılıyor, eğer %10 luk bir ratinge rastlandıysa bunun yaklaşık 4 milyon kişiye tekabül ettiği varsayılıyor. Bu da hem kanal için hem de o kanala reklam veren için çok önemli bir bilgi. 

Yine aynı şekilde izleyici kitlesinin sosyoekonomik ve kültürel kompozisyonu da hem TV kanalının yeni programlarında izleyeceği stratejiyi hem de reklam vereni etkilemekte.(izleyicinin yaşı, cinsiyeti, hatta ırkı gibi diğer özellikleri)

Rating kelimesinin ne anlama geldiğini aşağı yukarı herkes biliyor, ama bir de sık sık karşılaşılan share denen bir kavram var.

Share ise o an itibarıyla açık olan televizyonlar içinde alınan payı göstermekte. 
Yani 2300 evde cihaz var biliyorsunuz. 2300 evdeki TVlerin tümü açık değildir takdir edersiniz ki. İşte açık olan TV lerden alınan pay da share demek.

Belirli bir zaman diliminde bir kanalın en az bir dakikasını izleyen farklı kişilerin oranına da reach ya da erişim deniyor.




Hani az önce izleyici kitlesinin özelliklerinden bahsettik ya..

Onları da biraz açıklamak lazım bu noktada..

Mesela A grubu.. Toplam izleyici içindeki payı %4. Genelde tümü üniversite mezunu, %30 lisanüstü var.

%50 si nitelikli ücretli çalışan, avukat, doktor gibi, geri kalanı işyeri sahibi.

B grubu..%9 u ifade ediyor, çoğu üniversite ,bir bölümü 2 yıllık yüksek okul mezunu. Çoğu yönetici olmayan çalışan. Küçük bir bölümünün kendine ait işyeri var.

C1 grubu, payı %22 genelde lise mezunu, çoğu esnaf ya da kalifiye işçi. Diğer üst gruplar ağırlıklı otel tatil köyü tatili yaparken bu grup tatilde ailesini memleketini ziyaret ediyor.

C2 grubu, az bölümü lise mezunu, geri kalanı ortaokul mezunu ya da altı. Çoğu işçi ya da seyyar kendi başına iş yapıyor. Tatil kavramları yok, olan da memleketine ailesinin yanına gidiyor.

D grubu. Payı %28. Çoğunluk ilkokul azı ortaokul mezunu. Ağırlıklı işçi ve çiftçi. Ev hanımı ve emekli çalışmayan da var. Tatil kavramı yok.

E grubu, %9, ilkokul mezunu ya da terk. Çoğu çalışmıyor ve yardımla geçiniyor.Emekli olup çalışan ve çalışmayanlar da ağılrıklı pay alıyor.

Şimdi gördüğünüz gibi bizim adımıza ne izleyeceğimize karar veren kitle dağılımını size aşağı yukarı çizmeye çalıştım.

Siz hangi gruptansınız bilemiyorum ama şu çok net ki sizin sevdiğiniz programı hiç sevmeyecek kitlenin sizin mensubu olduğunuz gruptan daha kalabalık olduğu aşikar.

Bu durumda TV kanalları herkesi kucaklayacak programlar yapmak zorunda kalıyorlar. Siz sevseniz de sevmeseniz de..

Benim yaşlarda olanlar bilirler. O dönemin Olacak O Kadar adında fenomen bir komedi programı vardı.

Levent Kırca'nın hayat verdiği skeçte tesadüfler nedeniyle "Süne Kımıl bir böcüktür" belgeseli gecenin rating şampiyonu çıkmıştı. Çok komik bir şekilde anlatılsa da bir programın tesadüfi olarak çok izlenmesi çok kaliteli başka bir programın yayından kaldırılmasına neden olabiliyor.

Levent Kırca ustaya buradan selam gönderiyor, "Allah sevdiğiniz programa rating vere de yayından kalkmaya inşallah." diyorum..




20 Ekim 2013 Pazar

Tam da Mevsimi.. Lakerda..

Önceki yazıda lakerde nasıl yapılır konusuna kadar gelmiş, ancak orda takılıp kalmıştık.

Yıkadığımız ve temizlediğimiz balıkları kevgire koyup, 3-4 saat bekletiyoruz ki kanları aksın. Etinde kırmızı kan olan lakerda olmaz, lakerdanın tavuk eti gibi bembeyaz olması gerek.

Kanlar süzüldükten sonra yine derin bir kaba tercihan deniz suyu, yoksa buzlu tuzlu su koyuyoruz ve balıkları bunun içinde buzdolabında bir 3-4 saat daha bekletiyoruz.

Tüm bu altyapı çalışmasının ardından artık lakerdanın hazırlanmasına başlayabiliriz.

Öncelikle sofra tuzundan kalın ama turşuluk iri tuzdan ince tuz satın almamız lazım.

Bir de 5 kg lık boş teneke.



Tenekeyi iyice kuruluyoruz. En alta 2-3 cm kalınlığında tuz koyuyoruz. 

Balıklarımızı teker teker sudan alıp yanımızda açtığımız gazeteyle biraz kurmalarını sağlıyoruz. Ardından bu balıklarla bir sıra tuzun üstüne döşüyoruz. 

Döşerken dikkat ediyoruz balığın kesik kısımları tuza geliyor. Sıra bitince defne yaprağı koyuyoruz ve balıkları örtecek kalınlıkla tuz katmanı oluşturuyoruz.

Aynı işlemleri tamamlayarak tenekemizi dolduruyoruz.

Teneke dolunca tekrar bir tuz tabakasıyla tenekemizi kapatıyoruz ve üstüne kapatacak gibi bir tahta en üstüne de turşu taşı gibi ağır bir taş koyuyoruz.

Lakerdamız 3 hafta sonra hazır oluyor. Ancak bu sürede ciddi yağ ve su salacak, bu saldığı yağı ve suyu bir kaşık ve havlu yardımıyla almamız gerekiyor.

Gelelim nasıl servis edeceğimize..

3-4 haftanın sonunda yiyeceğimiz kadar lakerdayı tenekeden çıkarıyoruz. 

Temiz suda en az 5 saat bekletiyoruz ki fazla tuz suya çıksın. Ardından kısa bir süre sirkede bekletmenizi tavsiye ederim, ben bu tadı daha çok seviyorum.

En son derisini dikkatlice bıçakla çıkarıp, birer santim kalınlıkta keserek servis tabağına alıyoruz. Üstüne mutlaka zeytinyağı ve isterseniz karabiber ekiyoruz.
Lakerdanın bir olmazsa olmazı da kırmızı soğan.

Kırmızı soğanları da halka halka doğrayıp, servise hazır hale getiriyoruz.

Sizlerden ricam hiç de zor olmayan ama yapılmadığından bir sonraki nesle kalmayacağından endişe ettiğim bu güzel tadı yaşatmanız.

İstanbullu olmanın gereklerinden biri de İstanbul yemek kültürünü yaşatmak değil mi zaten?

18 Ekim 2013 Cuma

Lakerda...

Üniversitede okurken ve yurtta kalırken hafta sonları anneanneme ve teyzeme gitmeyi beklerdim.

Yurt hayatı güzeldi ama hafta sonları aile hayatını yaşamanın üstüne de yoktu.

Anneannemlere gittiğimde, sevgili yengem her zaman çeşit çeşit ve güzel yemekler yapardı. Çocukluğumda da uzun süre bana yengem baktığı ve onun yemekleriyle yetiştiğim için, belki alışkanlık, belki de gerçekten güzel yemekler, beni mutlaka o sofraya çeken bir şeyler olurdu.

Bu sofranın benim en sevdiğim lezzetlerinden biri ısırgan tava ya da çırpma denilen ve yılın sadece belirli bölümünde yenebilecek ısırgan böreği, diğeri de tuzlu balık ve lakerda idi.

Habersiz gittiğimde evde lakerda ya da tuzlu balık olmasına rağmen sofraya konacak prosesten geçmemiş olurdu (yazının sonlarında bu prosesten bahsedeceğim) ve bu beni üzerdi, ama metin olmaya çalışırdım:)

Aslında ben daha çocukken, rahmetli dayım Ağustos Eylül aylarında Çanakkale'de saat kulesinin karşısındaki evde arkada bahçede tuzlu balık operasyonu yapar ben de dikkatle seyrederdim. (Çanakkale'de sardalya ve tuzlu balık olur)

Ama bilirsiniz çocukken elinizdeki bir çok değeri bilmez, pilav-makarna-köfte gibi standart yemeklerle yaşarsınız.

Büyüyüp de aklınız erdiğinde ve eskiden yemediğiniz yemekleri denediğinizde aslında siz çocukken evinizde bunun alasının yapıldığını / yendiğini görürsünüz ama iş işten geçmiştir. Belki o yemeği yapan ölmüştür, geriye kalanlar nasıl yapıldığını bile bilmez, ya da hala yapılıyordur ama büyüklerin yaptığı gibi güzel olmuyordur.

Aslında ısırgan tava denedim evlendikten sonra, bence gayet güzel de oldu, ama evde benden başka kimse yemediğinden yıllardır yapmıyorum.

Eşimin ailesinin kültüründe lakerda tuzlu balık yok.

Dışarıda yediğimizde de benim gibi iştahla yediğini pek görmedim.

Ama nasılsa bu sene bayram tatilinde aklına lakerda yapmak düştü.

Ben de bu vesileyle sizlerle şu lakerda olayını konuşalım istedim.

Önce lakerdadan başlayalım.




Bu meret ana yemek değil önce bunu söyleyeyim, ama balık yerken ya da herhangi bir sofrada ara soğuk olarak harika bir tabak bence. Salata niyetine de yiyebilirsiniz.

Asıl lakerda torikten yapılıyor. Ve toriğin de tam mevsimi.

Ancak torik o kadar az ve bu nedenle o kadar pahalı ki, günümüzde lakerda ancak palamut ile hazırlanıyor. (Geçen hafta balıkçıda torik fiyatını görünce gözlerime inanamadım)

Bu nedenle balıkçıya gidiyoruz ve palamutları alıyoruz, ister balıkçıda ister evde temizliyoruz. Kuyruğa 3 santimetre kala kesiyoruz ve kuyruğa yakın bu kısmı lakerda yapımında kullanmıyoruz. Balığı yaklaşık üç parçaya bölmek yeterli. Ardından bol suyla, tercihan deniz suyuyla yıkıyoruz. 

Burada kritik nokta şu. (Annem de söylemişti, gerçek balıkçıların lakerda tarifinde de en önemli uyarı bu, dikkat.)

Palamutun kemiğinin hemen üstünde bir ilik var. Bu ilik alınmazsa ne yazık ki lakerda olmuyor. Bu iliği almak için eskiden süpürge sapı kullanılırmış, süpürge sapı kolay kırıldığından şimdi tel toka, firkete gibi bir malzeme kullanımının hayatı kolaylaştırdığı söyleniyor.

Görülen o ki bir sonraki yazıda devam etmek zorundayız.

12 Ekim 2013 Cumartesi

Murano..

Geçen sene annemler İspanya'ya gittiklerinde teyzem gelirken bana çok güzel bir kolye almıştı.

O formatın yüzük versiyonlarını görmüş ama hiç bu tarz bir kolye ya da yüzüğe sahip olamamıştım.

Hatta teyzemin aldığı o kolyeyi o kadar sevdim ki bütün yazı boynumda onunla geçirdim.

Özellikle mayonun üzerine çok yakışmıştı yeşil kolyem.

Bu tarzın adını biliyordum, adı muranoydu.

Aradan yaklaşık bir sene geçti, eşim bir iş gezisi için İtalya'ya gitti geçenlerde.

Eşimle İtalya'da daha önce 2 kere gitmiş keyifle gezmiştik, ancak daha önce Venedik'e gitme firsatımız hiç  olmamıştı.

Eşim İtalya'dan dönünce heyecanlı bir şekilde ve ballandıra ballandıra Venedik'i anlattı bize.

Çok farklı, mutlaka görülmesi gereken bir şehir olduğundan bahsetti uzun uzun.

Oralarda kayınbiraderimin baykuş koleksiyonuna yeni bir baykuş eklemek için yaptığı girişimle dudakları uçuklamış eşimin.

Tırnağından daha küçük bir boyuttaki camdan baykuş için kendisinden istenen rakama o kadar şaşırmış ki, geldiğinde bana bunu anlattı.

Sonradan anlamış ki sorduğu baykuş murano imiş.

Ben de murano kavramını, el işi olduğunu bilirdim ama gerisini sorgulamamıştım hiç bugüne kadar.

1200 lü yıllarda Venedik yakınlarındaki Murano adası cam ustalarının hizmetine sunulmuş. Öncelikli neden cam ustalarının çalışırken çıkardığı dumanın ve yaratacağı yangın tehlikesini bertaraf etmekmiş.

Bu adada cam ustalarına ait loncalar kurulmış ve burası dünya cam işçiliğinin merkezi haline getirilmiş.


O zamanlar yapılan kadehler ve hançerler o kadar önem kazanmış ki, padişahların kralların gözdesi olmuş bu işçilik.

Neden mi bu kadar önemliymiş kadehler ve hançerler?

Mesela kadehin içine bir damla zehir atarsanız kadeh hemen parçalanıveriyormuş. Ya metal kılıf içindeki bu hançerler vücuda saplanırsa içerde parçalandığından asla çıkartılamazmış, bu da düşmanın ölüm fermanının kesin imzalanması demekmiş.

Cam ustalığı bu kadar önem kazanınca ustaların adadan kaçmalarından korkulmaya başlanmış ve hatta adadan çıkmaları yasaklanmış. Ancak bir şekilde yolunu bulup kaçanlar da ünlü Bohemia camlarının yaratılmasına vesile olmuşlar.


                  
Bugün girişimcilere yapılmaya çalışılan destekler, otoritelerce desteklenen mesleki kümelenme çalışmalarının tümünün kaynağı sanki Murano gibi geliyor şu an düşününce. Aslına bakarsanız İtalya bu konuda gerçekten öncü sanırım. 

Bölgesel olarak peynir, makarna, şarap gibi diğer dallarda da ciddi kümelenme çalışmaları mevcut.

Söylenen o ki, bölgedeki büyük katedraldeki mozaik işçiliği ve mozaiklerin güzelliği, cam ustalarına da ciddi esin kaynağı olmuş. 

Günümüze geldiğimizde, orada hala cam işçiliği sürüyor, ancak tabii ki eski şekliyle değil. Şu anda tam olarak turistik gösteriler olarak yapılıyor cam işleri. 
Atölyelere girmek ve izlemek için para ödeniyor. İçeride resim çekmek yasak. Ve tabii ki 20 cm lik bir eser için ortalama 300 Eur civarında para ödeniyor.

İnşallah bir gün Allah kısmet eder de oraları görürüm. Eşim çocukların mutlaka görmesini istiyor oraları, onları götürürse bir gün ben de aradan kaynarım.

Ama oralara gidene kadar teyzem sağolsun, murano kolyemi takacağım. Hemen şimdi..

7 Ekim 2013 Pazartesi

Her Canlı Bir Gün Tadilatla Sınanacaktır..

Bir süredir hayatım evler arasında geçiyor.

Eşyalarımın olduğu, 4 senedir aile hayatımızın geçtiği ev, geçici olarak yaşadığımız annemlerin evi ve tadilatı süren ve eğer bir gün olur da biterse -ki yakın vadede o gelecek bir gün gelmeyecek gibi- olan ev.

Eski evimde mutluydum, annemde de süper mutluyum, zira annem, teyzem, kızlar, üç kuşak artı Kaju gündüz yeme içme dizi keyfi, ev işleri, pasta börek, yuvarlanıp gidiyoruz.

Ancak tadilat deyince tüyler diken diken oluyor.

Eminim bu durum bana özgü değil.

Evini tadil ettirip de bu süreçte kendini süper iyi hisseden herhalde kimse yoktur diye düşünüyorum.

Tadilat yaptırma güdüsü her yeni ev taşıyacak olanda var sanırım.

Burada en önemli motivasyon "Katlan, bitince çok güzel olacak."

İşte bu motivasyonla biz de giriştik işe.

Mutfağımız oldukça küçüktü, onu koridoru içeri almak süretiyle büyütme hedefiyle başlayan serüvenimiz balkon izolasyonu, parke sistresi , pimapen tamiri diyerek büyüyüverdi.

Hep anlatırlardı, hikaye gibi dinlerdim.

Ama doğruymuş.

Bu bir sabır testiymiş.

Hz. Eyüp sabrı olmadığından 99 luk tesbih ile Ya Sabır çekerken buluyorsunuz kendinizi.

"Her canlı  bir gün tadilat ile sınanacak" varsayımıyla deneyimleri paylaşalım dedim.

Derler ki," Herkes yazın tadilat yaptırır, fırsat varsa kışın tadilat yaptırın", biz sonbaharda yaptırdık, gördüğüm kadarıyla süreci hızlandırmadı, dolayısıyla bu argümana katılmadığımı öncelikle söyleyeyim.

Yapılacak işler neyse önceden planlanmalı ve liste yapılmalı. Zira mimar ile usta ile yüzyüze kalınca insan, kendini bir anda O Ses Türkiye jürisinin önüne çıkmış gibi heyecanlanmış hissediyor sanırım. Eee, öö gak guk deyip duruyor, yapılacak listesinin yarısını bile söyleyemiyorsun.

Ben şu anda tek tek uğraşmamak ve günün sonunda tek kişiyle muhatap olmak için bir mimarla çalışıyorum. Ama tek tek uğraşmayı göze alırsanız eğer ve de makul bir usta ekibiniz varsa daha uygun bir fiyata işinizi halletmeniz mümkün.

Bu tadilat işinin en zor taraflarından biri kapınızın önünde biriken dağ gibi moloz. Abartayım biraz, bir tuğlayı moloz haline getirsek bir çuval filan dolduruyor sanırım. Genelde de ustalar ya molozu hiç atmıyor, atanı da en az 8 ay kapı önünde bekleyip mayalanmadan atmayı uğursuzluk sayıyor.

Tesisat işi tadilatın en kritik bölümü gördüğüm kadarıyla.

Önceden makinaların, telefonların, tv nin, balkon çeşmesinin her şeyin yeri belirlenmesi şart. Sonuçta hem elektirik hem su tesisatı işi önemli, olmadı bir daha kıralım durumu hem zamanı uzatıyor hem maliyeti yukarıya çekiyor.

Evde eşyalar sığıyor mu, sığsa da nasıl yerleştirmek daha optimal olur konularını auto cad programları ile çözmek mümkün. Bunun için mimardan ya da auto cad bilen bir arkadaştan yardım almanızı öneririm.

Zira eve sığması mümkün olmayacak eşyaları taşımak çok manasız.

Bilimum ankastre markasının bilimum broşürlerini sorun, satır satır okuyabilirim size: Hangi markada wok tavası gözü var, döküm ile emaye ocak farkı nasıldır, teleskopik ray nedir, ocak kendi kendini nasıl temizler konusuna son derece hakimim şu an, kitabını yazarım.




Trendy fayanslar, yer karoları, istenen ve beklenen mutfak dolapları konulu kitabımı ise daha sonra yayınlamayı planlıyorum kısmetse.

Haaa,  bu arada, aslında en çok yapmak istediğimiz balkon içeri alma, çatı yükseltme gibi işleri hiçten yapamadık. Zira 6 ay önce çıkan yönetmelik nedeniyle dışarıdan görünen tüm tadilat işleri yasaklanmış. Bu nedenle evin içinde bir şeyler yapabiliyoruz ama ne yazık ki dışarıdan görünen tadilatlara hiç giremedik. Bu zaman ve para olarak bizi kara geçirse de, mekansal büyüklük olarak bizi zarara soktu, ama neyse kısmet.

Sonuç olarak herkes gibi eşim ve ben de daha konforlu, daha modern, daha şık bir ev amacıyla yola çıktık, hala yolu yarılayamadık bile. Yine herkes gibi "Bitince güzel olacak ama, değecek" diyerek kendimizi avutuyoruz.

Umarım, en kısa zamanda bu süreç biter de biz de evimizde yaşamaya başlarız. Zira artık siyah mermer, vizon galamur, beyaz parlak yüzey yer karosu sarmalından kurtulmak ve o sarmalda elimde vileda ile temizlik yapmak istiyorum.

1 Ekim 2013 Salı

Özgür Bolat..

Samimi arkadaşlarım bilir, yazılarım dışında pek zincir mesaj atmayı sevmem.

Ama Perşembe günleri genelde dayanamam, özellikle çocuk sahibi olan arkadaşlarıma, ya da kızlarımın arkadaşlarının annelerine bir mail atarım.

Özgür Bolat yeni yazısını yazmıştır çünkü.

Geçen hafta samimi bir arkadaşım " Kimdir bu Özgür Bolat? " deyince anladım ki, konuya parmak basmanın vakti gelmiştir.

1979 yılında işçi bir ailenin 3 çocuğundan biri olan Özgür Bolat, Antalya'da bir gecekonduda doğmuş. Daha sonra Boğaziçi Üniversitesi Eğitim  Fakültesi İngilizce Öğretmenliği bölümünü birincilikle bitirmiş. Ardından New York Üniversitesi'nde burslu olarak psikoloji, en son da Harward'da yüksek lisans eğitimlerini tamamlamış. Yüksek lisans eğitimini Harward'da 4.00 ile tamamlayan nadir kişilerden.Doktor ünvanını Cambridge'den almış.

Halen  Bahçeşehir Üniversitesi'nde  öğretim üyesi olarak çalışıyor ve Hürriyet gazetesinde haftalık yazılar yazıyor.

Adıyla aynı  bir blogu var, yazılarını bu blogdan da takip edebiliyorsunuz.

Ben kendisini tesadüfen tanıdım.

Daha doğrusu gazetedeki yazılarından.

Sonra da fanatik bir taraftarı oldum.

Yazılarımı takip edenler bilirler.

Çocuk yetiştirme, eğitim, annelik gibi konular ilgimi çekiyor ve bu konularla ilgili yeni şeyler öğrenmekten hoşlanıyorum.

Öğrendiklerimin tümünü uygulayabiliyorum dersem kuyruklu bir yalan olur. Ancak okuduğumuz konular üzerinde düşünme fırsatı yaratmak bile bence büyük kazanım.

Dolayısıyla her hafta bu konularda kaliteli bir tartışma konusu açan ve yönlendirme yapan birisini okumak en azından bir anne olarak görevim diye düşünüyorum.

Bazen doğru bildiğim yanlışları öğreniyorum, bazen hiç aklıma gelmeyen konuları tespit ediyorum, ama mutlaka bir tortu kalıyor bir yerlerde.

Çünkü Özgür Beyin yazıları öğreten insan  tadında değil, karşılaştırmalı ve sohbet havasında yazdığından ben çok keyif alıyorum.



Örneğin geçen haftalarda övgü konusunu okuduk. Bizler anne baba olarak genellikle çocuklarımız güzel bir şey yaptığında onu överiz ve bunun çocukta olumlu motivasyon yarattığını düşünürüz.

Ancak yazıya göre övgü çocuğun elinden kontrolü alır ve onu güçsüzleştirir. Ama tanıklık kontrolü ona verir.

Yani aslında, " Bülent dersine çok güzel çalıştı" yerine " Bülent dersine bir haftadır çalıştı." dememiz kontrolü ona vermemizi sağlar, yani tanıklıktır.
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/24648735.asp

Ya da ceza..

Özgür Bolat'a göre ceza olayı meşrulaştırır ve duygu yönetimini zayıflatır.
Suçluluk önemli bir duygudur,kendini affetmeyi bilmeyen mutlu olamaz, ama cezasını ödeyen biri suçluluk duygusunu yaşamaz. Verilen örnekte, idam cezası verilen ülkelerde insanların idam cezası olduğunu bildikleri halde suç işlemekten kaçınmadıkları yazıyor ve bence çok vurucu bir örnek.
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/24788943.asp

Son zamanlardaki ve en beğendiğim yazılardan biri de spor hakkında. 

Türkiye'de iyi sporcu olmak mümkün değil diyor Özgür Bolat. Türk katı eğitim sisteminde haftada en az 40 saat eğitim gören çocuğun haftada en az 20-25 saat antreman yapması mümkün değil. Ayrıca Türkiye'de diğer ülkelerden farklı olarak temel eğitim ile spor eğitimi farklı kurumlardan veriliyor. Özgür Bolat, bunun sporcu yetiştirmeyi imkansız kıldığını söylüyor ve diyor ki:

Eğer Da Vinci hem temel hem sanat eğitimini Verrocchio 'dan almamış olsaydı, bugün Da Vinci diye birisinden bahsetmek imkansız olurdu.

Her yazısından örnek vermek zor.

Kitabı, ehliyeti, kullanma kılavuzu olmayan çocuk yetiştirme işinde akıl almak ve süzüp içselleştirerek uygulamak isteyenler için çok değerli bir kaynak bence. 

Takip etmenizi öneririm.

İlginizi Çekebilir;

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...