27 Haziran 2025 Cuma

Kızılcık Şerbeti Baş Kahramanına Psikolojik Bakış: Nilay Neden Böyle?


Bazı karakterler vardır, sahneye çıktığı an dizinin çehresi değişir. Elindeki çayı bırakırsın, çünkü biliyorsun: ya yangın çıkacak ya da drama başlıyor.

İşte Nilay. Kızılcık Şerbeti’nin fenomen gelini..Dizinin senaristinin kızı.

Onay Butonuna Basılmamış Bir Çocukluk Hikâyesi Olabilir mi?

Psikolojide “onay ihtiyacı” denir, biz ona "herkes beni takdir etsin yoksa karma yaratırım" sendromu diyelim.


Nilay'ın sessiz durduğu bir sahne yok çünkü sessizlik onun için görünmezliktir. O kendini göstermek zorunda. Reyting güvencesi gibi adeta.

"Beni sevmiyorsanız, bari konuşun... Hakkımda."

Dedikoduyla Arası mı İyi, Yoksa Bu Bir Sanat Dalı mı?

Dedikodu onun için bir yaşam tarzı değil, bir sorumluluk.

Küçük Prens’in çiçeği varsa, Nilay’ın da “duydum ki”sine ihtiyacı var.

“Ben söyleyen değilim, ama duyanım. Paylaşmazsam içimde  kalıyor, duramıyorum”

Kurban Rolü: Gözyaşlarıyla Gelen İkna Gücü

Nilay bir olayı anlatırken mağdur olmayı öyle iyi becerir ki, adeta Oscar sahnesine hazırlık yapıyordur.
Haksız olsa bile mağduriyetiyle seni şüpheye düşürür.

“Belki hata yaptım ama... ben çok kırıldım.”
Evet Nilay. Biz de Çok kırıldık, çok sinirlendik Nilay. Ama senin gibi evi ateşe vermedik.

Manipülasyon: Zarafetle Sunulan Bir Tuzak

Yüz ifadesiyle kalp kırar, ses tonuyla ortam dağıtır. Onun için iletişim değil, taktik bir alan.

Nilay bir gruba girerse, o grup ya dağılır ya da yeni sezon finali çıkar.

Neden İzliyoruz? Çünkü İçimizde Az Bir Şey Nilay Var

Hepimiz hayatın bir yerinde “Ben sadece gerçekleri söyledim” cümlesinin arkasına sığınıp dedikodu penceresinden içeri baktık. Nilay’lara sinir oluruz ama dizinin tuzu, biberi, hatta acı sosu da onlardır.

Nilay abartılı, evet. Ama abartı bazen sadece dürüstlüğün makyajıdır.


24 Haziran 2025 Salı

Tek Çorap Sendromu: Evdeki Sessiz Dram

Çoraplar çift doğar, ama nedense hayat onları ayırır. Bu bir tesadüf mü, yoksa yıllardır evlerde süregelen bir ev içi gizemi mi?


Evimizde nereye baksam, bir tane kalmış çoraplar var. Diğer eşine ne oldu? Küstüler mi? Ayrı mı düştüler? Yoksa biri sessizce evi terk mi etti?


Bir gün, pes edip çamaşır makinesinin alt panelini söktüm. Ve bingo! Kayıp bir çorap cenneti. İçeride resmen beş-altı çorap, toz içinde ama hâlâ umut dolu. Meğer bazı çamaşır makinelerinin lastik contaları, özellikle hızlı sıkma sırasında çorapları yutabiliyormuş. Üreticiler de bunu kabul ediyor: küçük parçalar iç tamburla makine gövdesi arasına kaçabiliyor. Yani hayır, sen deli değilsin. Evin içinde mini bir Bermuda Şeytan Üçgeni var.


Peki sadece makine mi suçlu? Hayır. Çoraplar çoğu zaman çarşafların içine giriyor, yorgan kılıfının içinde uykuya dalıyor ya da kurutmalıkta düşüp yatağın altına kaçıyor. Pişi’den bahsetmek bile istemiyorum. Devamlı çorap ile oynadığını herkes bilir, hatta onun kendine özel eski çorapları var. Ama ben çamaşır katlarken gelip bir yenisini almaya dayanamıyor.



Yine de çoraplarımı filede yıkamaya karşıyım. Her şey olması gerektiği için olur. Demek ki böyle olması gerekiyor ki kayboluyor.Demek ki yeni çoraplar almam gerekiyor. Ayrıca  sorun değil, çünkü ben eşsiz çoraplara alıştım. Kimi çizgili, kimi puantiyeli. Hatta bazen farklı teklerden kombin bile yapıyorum (Defne, rol model olduğun için teşekkürler.)


Ve inanın, bu özgür ruhlu, karışık çoraplar bana hayatla ilgili önemli bir şey öğretti: Hayatta her şey her zaman tam olmak zorunda değil. Bazen eksikler hikâyeyi güzelleştirir.


22 Haziran 2025 Pazar

Kötü İnsanlar Kötü Olduklarının Farkında Mı?

Kötülük öyle bir şeydir ki, yapan çoğu zaman kendini melek zanneder. Hem ortalığı yakar, sonra da “Ben sadece doğruyu söyledim” diyerek üstüne mağdur rolüne bürünür. Acaba gece yastığa kafasını koyduğunda, “Bugün de bir kişiyi içten içe çökerttim, mis gibi geçti” mi der? Pek sanmam.

Ne yazık ki bazıları gerçekten kötü olduklarını bilmez. Çünkü “niyetim iyiydi” zırhı, her haltı yemenin makbul bahanesi olmuştur. Vicdanı devre dışı bırakmanın binbir yolu var nasıl olsa. Kimi kendini “doğrucu Davut” sanır, herkesi düzeltme görevini üstlenmiş bir self-servis ahlak polisidir.

Başkası yalan söylerse yalancıdır, ama o “seni korumak için” çarpıtmıştır.
Başkası arkanızdan konuşursa iki yüzlüdür, ama o sadece “dertleşmiştir.”
Yani kötülüğünü asla “kötülük” diye anlatmaz. Hatta genelde mağdurdur. “Ben kimseye durduk yere bir şey yapmam” cümlesiyle başlarlar, sonra da 2 ciltlik manipülasyon gelir.

Bir de dobra olmanın arkasına saklanan hoyratlık var. Beş dakikada ruhunuzu lime lime eder, ardından “Ama ben dobra biriyim” der. Yok canım, dobra değil, düpedüz hoyratsın. Biraz zamanlama, biraz empati, biraz da susmayı bilmek lazım. Ama yok, çünkü “gerçekleri söylüyorum” bahanesiyle ortalığı yakmak artık meziyet sayılıyor.

Kimi ise daha sinsidir. Seni över gibi yapar ama övgünün içinden küçümseme sızar:
“Sen de akıllısın aslında, o yüzden şaşırdım bu hatayı yaptığına.”
Tatlı zehir gibi… İçince fark etmiyorsun ama mideye çöküyor.

Ama bence en tehlikelisi, “iyilik yapıyorum” sanarak kötülük yapanlar.
— Sana yardım etme bahanesiyle seni küçük düşürenler.
— “Senin iyiliğin için” diye seni kendine bağımlı hâle getirenler.
— “Ben senin yerinde olsam...” cümlesiyle pasif-agresif bombalar atanlar.

Ah canım... Bu cümleyi duyan vicdanlar kendi kendini istifaya zorluyor. Zaten “yerinde olmadığın için” şükrediyorsun! Ama sonra ne diyorlar biliyor musun?
“Ben ne yaptıysam hep iyiliğinden yaptım.”

Peki bu insanlar gerçekten kötü mü? Belki.
Ama daha kötüsü de var: Kendi kötülüğüne methiyeler düzen, yaptığı her şeye felsefi bir kılıf bulan “aydın” kötüler. En çok onlar yorar. Çünkü sadece canınızı yakmazlar, sizi suçlu da hissettirirler.

Bazı insanlar kötülük yaptıklarının farkında değildir.
Bazıları ise çok iyi bilir, ama kötülüğün bayrağını da en önde onlar taşır.
Hangisiyle karşılaştığını anlamak zaman alır ama hislerini küçümseme: Sezgi, her zaman IQ’dan zekidir.


20 Haziran 2025 Cuma

Evden mi? İşten mi? Yoksa İkisi de mi?


Sabah 7.30’da çalan alarm, günün ilk belirtisi. Uyanmakla uyanmamak arasında sıkışmış beden, bir yandan “bugün ofise mi gidiyoruz, evde miyiz?” sorusuyla kararsız. Son yıllarda iş hayatı öyle değişmiş  ki (ben yeni yeni keşfediyorum) artık sadece “ne iş yapıyorsun?” değil, “nerede çalışıyorsun?” da ayrı bir tanım istiyor.

Evden mi? Hibrit mi? Yoksa hala her sabah saat gibi ofise gidenlerden misin? Gel bu yazıda biraz bu konuyu konuşalım. 

Pandemiyle hayatımıza zorla giren, sonra bir türlü çıkmayan sistem: evden çalışma. İlk başta biraz tatil gibiymiş ( ben o zaman evimin kadını idim) ; sonra fark edilmiş  tatille uzaktan çalışmanın çok başka şeyler olduğu.

Ardından evden  çalışmak bazıları için bir nimet, bazıları için ise hiç bitmeyen bir mesai hâline gelmiş.

Bana göre 

  • En azından sabah trafiğinde zaman kaybetmiyorsun. Bazen ben işe gittiğimde yoldan dolayı sabahtan yorgun oluyorum. 

  • Kahve kuyruğu yok, çay sırası yok, lavabo için göz teması kurmak zorunda da değilsin.

  • Sessizlik istiyorsan sessizlik,  müzik istiyorsan müzik. Yani ortam senin.

  • Arada çamaşır makinesini çalıştırmak, ocağı tencereye koymak  gibi “küçük ev zaferleri” de var.
  • Günde 2 saate yakın bir zaman yoldan dolayı bana kalıyor. 
  • Pişi hep evde, kucakta, masada, tatlış bir ev arkadaşım var. 

Ama, 

  • İşin saat kaçta  başlayıp kaçta bittiği belli olmuyor.

  • İnsan sesine hasret kalabiliyorsun.

  • Bir süre sonra “toplantı yapıyoruz ama çalışıyor muyuz?” sorusu beliriyor zihninde
  • Dolaptaki tikitoş  kıyafetler beklemeye devam ediyor, sen yine göbeği delimmiş eski tişört ve dizi çıkmış aşortman ile çalışmaya devam ediyorsun. 


Hibrit çalışma ise, haftada birkaç gün ofis, birkaç gün ev kurgusu. Bazen konforlu, bazen plansız. Ama esneklik içerdiği için birçok kişi için ideal gibi görünüyor. Tabii esneklik, beraberinde belirsizlik de getirebiliyor.


  • Ofise gidince motivasyon artabiliyor.

  • Ekip arkadaşını görmek, kahve yanında iki laf etmek iyi geliyor. (dedikodu yok mu dedikodu, onun tadı süper) 

  • Evde yapılmayan işler ofiste “yapılmış bitmiş ” gibi hissettiriyor.

  • Kendi zamanını daha rahat planlayabiliyorsun. 

Ama:

  • “Bugün evde miydim, ofiste miydim?” sorusunu sık sık soruyorsun.

  • Sürekli bir hazırlık hâli: bilgisayar sırt çantasında, kulaklık yan cepte. Kitap telefon filan derken Seyit Onbaşı moduna geçiyorsun. 

  • Ofise gitmek bazen sadece “kaç gündür gitmedim ayıp olmasın” kaygısıyla oluyor.
  • Akşam ne yemek yapsam derdi gün boyu içini kemiriyor.

Aslında herkesin cevabı kendine. Evden çalışmayı seven biri için ofis angarya; ama evde odaklanamayan biri için ofis bir sığınak. Bazen de ikisi birden lazım. İyi haber şu: Artık çoğu işveren, çalışanların farklı ihtiyaçlarına daha açık. En azından eskisine göre.

Bence mesele nerede çalıştığımızdan çok nasıl çalıştığımızda. Kendimizi yormadan, tükenmeden, yaptığımız işin hakkını vererek çalışabiliyor muyuz? Evdeyken de, ofisteyken de üretken olmanın ve dengede kalmanın yollarını bulabiliyor muyuz?

Sen neredesin bu denklemin içinde?

Ev-ofis dengesi kurabildin mi? Ben 50 den sonra keşfedebildiğim bu sistemde evden yana oyumu kullanıyorum. 

Sizleri yorumlara  bekliyorum.


19 Haziran 2025 Perşembe

“Kargom Nerede?” ve Diğer Travmatik Sorgulamalar

Evdeyim. Gerçekten. Hatta pijamalıyım. Hatta öyle evdeyim ki, hiç bu kadar evde olmamıştım. Ama buna rağmen, uygulamadan şu bildirim geliyor:

“Kargonuz teslim edilemedi. Alıcı adreste yok.”

Pardon da… Kim yoktu? Kendi evimi mi bilmiyorum? Yanlış adreste mi bekliyorum? Yoksa görünmezlik iksiri içip de fark edilmedim mi?

Ve favorim:
Teslim edilen kişi: “MERDİVEN ALTI”
Ya da “AĞACIN ÜSTÜ”,
“BALKON ÇAMAŞIRLIK”,
“KAPI ÜSTÜ ÇİVİ”

Kargocular adeta yeni bir mitoloji yaratıyorlar. Bizde de  “Merdiven Altı” diye bir tanrı var artık. Her şeyi o alıyor. 

Kargo ağırsa gelmiyor, hafifse uzayda kayboluyor. Kargo şubesini arayınca telefon açılmıyor , şubeye gidince “o arkadaş bugün yok” deniyor. “Asansörsüz binaya çıkmıyoruz” politikası da var: 4. katta oturuyorsun diye sen suçlusun. Paket ağırsa "gel aşağıdan al" diyor, hafifse "kapının önüne bıraktım, rüzgar uçurduysa ben ne yapayım? Deniyor. 

"Kuryemiz sizinle iletişime geçmeye çalıştı” yalanı:Telefon çekiyor, mesaj gelmiyor, zil sağlam. Ama uygulamada "müşteriyle irtibata geçilemedi" notu. Hangi boyutta iletişime geçmeye çalıştın kanka, telepatiyle mi? 

Ama biz ne yapıyoruz?
Yine sipariş veriyoruz. Çünkü umut fakirin kargosudur.

“Evde yokuz” diye kargoyu teslim etmeyen kargocudan beter, bizim kedi çıktı; evin bekçisi misali mamayı teslim aldı. Allah’tan pirzola değil de mama getirmiş, yoksa Pişi şu anda dört köşe olurdu! Kedi memnun, ben meraklı, kargo ise hâlâ gizemli…(teslim alan : kedi diye SMS gördüm)


Ama dün konuştuk, Pişi’nin de dediği gibi: Herkesin hayatına kimse karışamaz.


Ve bu, kargocunun da, ağacın da, teslimatın da kaderidir belki…


Yine de ben kargomu istiyorum. Ve bu sefer bizim kedi Pişi ya da Banu’nun kedisi Kestane’ye filan bırakmayın ne olur. Pek tekin tipler değiller. 


İlginizi Çekebilir;

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...