AVM'ler Daha Az Çalışınca Donsuz mu Kalırız, Yoksa İnsanlık mı Kurtulur?

Türkiye’de AVM’lerin ( alışveriş merkezlerinin ) erken kapanması ya da Pazar günü kapalı olması gündeme gelince, millet ikiye bölünüyor.


Bir yanda “Çalışan da insan kardeşim!” diyenler, diğer yanda “Ama ben ne zaman alışveriş yapacağım?” diye panikleyenler.

İkisi de haklı… ama biri biraz daha haklı.

Gerçek şu:

O kasada “iyi günler” diyen, vitrinde elbise düzelten, sinema gişesinde bilet kesen insanlar; sabah 8’de değil, sabah 6’da yola çıkıyor.

Çocukları uyurken evden çıkıp, çocukları uyurken eve dönüyorlar.
Hafta sonu tatili diye bir şey mi? Evet, var… ama onlar için değil. Onlar “hafta sonu tatili” kavramını, başkalarının AVM’ye akın ettiği gün olarak biliyor.

Diğer yanda işten akşam 7’de çıktınız. 45 dakika trafik, 15 dakika park yeri arama, 10 dakika yürüyüş… AVM’ye vardığınızda ışıklar sönmüş, güvenlik görevlisi size “yarın gelin” diyor.

Avrupa’da nasıl?

Almanya: Pazar kapalı. İnsanlar Cumartesi alışverişini yapar, Pazar pikniğe gider.

Fransa: Çalışma saatleri yasayla sınırlı, fazla mesai patronun keyfine değil, kanuna tabidir.

İngiltere: Pazar günü en fazla 6 saat açık. (Evet, hâlâ çorapları var. Ve garip ama gerçek: Hâlâ evlerinde yiyecek yemekleri var.)

Bizde ne olur?

Çalışan sayısı artıp vardiya sistemine geçilirse, maliyetler artar.

Fiyat artınca “Bu tişört niye 1000 TL oldu?” diye sorarız… Ama çalışan insanca yaşasın dediğimiz cümle, bu noktada hafif kısılır.


Planlı alışveriş alışkanlığımız olmadığı için, Cumartesi alışverişi yapmayı unutup Pazar “aaa AVM kapalıymış” diye kapıda selfie çekeriz. Hatta bunu önce instaya koyar bi de mağduriyet hikayesi yaratırız.

Çözüm önerisi (ne kapanalım ne sabaha kadar açık kalalım):

Hafta içi iki gün (mesela Salı & Perşembe) AVM’ler 23.00’e kadar açık olsun, çalışanlar vardiya ile dönüşümlü çalışsın.

Pazar günleri sadece marketler ve temel ihtiyaç bölümleri açık kalsın, diğer mağazalar kapalı olsun.

Fazla mesai ücretleri eksiksiz ödensin, çalışanların da haftada en az bir gün tatili garanti olsun.

Ve evet… biraz plan yapmayı öğrenelim.

Sonuç:

Evet, belki yeni sistemde istediğiniz o ayakkabıyı bir gün geç alırsınız. Ama o kasadaki insan da çocuğuyla kahvaltı yapar, arkadaşına “gel kahve içelim” der, insan olduğunu hatırlar.

Çünkü unutmayın: AVM’ler daha az saatte açık kalırsa modası geçmiş pantolonla kalabilirsiniz… ama insanlar biraz daha insanca yaşar.

Evre Başak Clarke: Bir Annenin Son Umudu mu, Yoksa Şüphe mi?

Hikâyemiz, Instagram’da gördüğünüz o “çok estetik, biraz hüzünlü” postlardan fırlamış gibi başlıyor. İngiltere’de yaşayan Türk sanatçı Evre Başak Clarke, doğumdan kısa süre sonra metastatik bağırsak kanseri teşhisi alıyor. Karaciğeri alarm veriyor, doktorlar “haftalar” diyor.

Fakat bu, “son sahnesi” gelmiş bir hikâye değil. Çünkü Evre sahneyi terk etmeden önce bir bağış kampanyası açıyor. Başlık: Oğlum Oscar İçin.

Destekçiler: “Yahu Kime Ne, Kadın Ölüyor!”

Binlerce kişi kampanyaya koşuyor. Gerekçeleri basit: “Ölüme giden bir annenin tek isteği çocuğu için güvence bırakmak. Bu tartışılır mı?”

NHS tedavilerinin yanında özel testler, farklı yöntemler, belki bir iki “hayat kalitesi artırıcı” dokunuş… Kimisi diyor ki, “İsterse parayı deniz kenarında çay içmeye harcasın. Canı sağ olsun.”

Eleştirenler: “Bağış mı, Tatil Fonu mu?”

Ama bu internet. Bir köşede “Ne kadar isterse verelim” diyen varsa, diğer köşede “Ne o uçak bileti, peruk falan…?” diyenler var.

Yetmezmiş gibi Clarke’ın eski sosyal medya paylaşımlarında Türklerle ilgili pek de gurur okşayıcı olmayan sözler bulunuyor. Sonuç: “Bu kişiye niye para gönderelim?” tartışması.

Şarlatan mı, Yoksa Sadece Şanssız mı?

İnternet jürisi toplanıyor. Delil? Resmî bir dolandırıcılık tespiti yok. Ama şüphe varsa, Twitter’da (pardon, X’te) suçlama var.

Destekçiler: “Ölüm döşeğindeki bir anne çocuğu için böyle risk almaz.”
Eleştirenler: “Empati iyidir ama banka ekstresi daha iyidir.”



Final Sahnesi: Bir Anne ve Geriye Kalanlar

O bağış listesindeki bazı kalemler dışarıdan lüks görünebilir. Ama belki de bir annenin gözünde onlar, “hayatta bırakacağı son anılar”dı.

Ve ne kadar tartışılırsa tartışılsın, ölümden sonra geriye kalan şey bağış miktarı değil; fotoğraflar, anılar ve minicik bir çocuğun yarım kalmış hikâyesi oluyor.

Son söz: Bu olay, sadece “yardım etmek ya da etmemek” meselesi değil. Aynı zamanda hepimizin sosyal medyada farkında olmadan girdiği bir sınav:
“Kalbimiz mi ağır basar, yoksa şüphelerimiz mi?”


not : Evre Başak Clarke’nın da tedavi gördüğü, İngiltere’de herkesin sağlık ihtiyaçlarına devlet desteğiyle ulaşmasını sağlayan kamu sağlık sistemi NHS’dir.


Kadınlar İçin Yalnız Seyahat: Cesaret mi, Özgürlük mü?

Yalnız seyahat etmek… Bir yanda “Tek başına mı? Nasıl yani ?” dedirten bir macera, diğer yanda “Oh, istediğim gibi takılırım, kimse bana karışmaz!” tadında özgürlük dolu bir rüya. Peki bu işin aslı nedir? Hadi gelin, yalnız seyahatin korkutucu ve eğlenceli yanlarını birlikte keşfedelim.

Yıllardır yalnız yaşamış biri olarak bu sene uzaktan çalışarak tek başıma Çanakkale’ye gelme kararı aldım. İşte deneyimlerim :

Korkutucu Yanları: “Acaba Ne Olacak?”

Öncelikle yalnız seyahat etmek biraz “kendi kendinin kahramanı olma” işi. Ama ortada kahramanlık ödülü yok, sadece “Ya kaybolursam?”, “Ya telefonum şarjı biterse?”, “Ya anahtarımı kaybedersem?” stresleri var.  Allahtan muhafazakar bir yerde değilim, bu kadın neden yalnız zorbalanması yaşamıyorum.

Kaldığım yer de kuzenimin  oteli. Yani güvenli bir ortam, korkacak bişey yok, sakin..

Eğlenceli Yanları: “Ah, Özgürlük!”

Ama yalnız seyahatin bir de çok tatlı yanları var. Aslında bir taraftan çalışmaya devam ettiğim için tatil değil benimki.Kalk, kahveni iç, sonra “Bugün nerde çalışalım ?” diye kendine sor. Kimseye hesap verme derdi yok. Yalnızca kendine ve interneti ve çalışma olanağı olan kafeye hesap veriyorsun.

Yeni insanlarla tanışmak mı? Tek başınasın, sosyal olmak zorundasın. Kafede, lokantada hatta yürürken bile sohbet başlatabilirsin. Kendi hayatının kahramanı olmanın en güzel tarafı bu.



Yemek yapmak gerekmez, çamaşırı torbaya doldur yıkama, ev temizliği gerekmiyor, bütün bu vakit senin..

Hayatta Kalma İpuçları: Yalnız Gezginler İçin Altın Kurallar

  • Şarjını asla bitirme! Telefonun olmazsa Google Maps’e veda. (başıma geldi, zor)

  • Yalnızken fotoğraf çektirmek zordur. Ama çekinmeyin etrafta bunu yapmak isteyen birileri illa ki vardır.

  • Yanına fazla eşya alma. Hafif çanta = hafif yük, hafif yük = daha çok gezmek.

  • Yerel yemekleri dene, korkma! En kötü ihtimalle kahve içersin. Ya da biraz cır cır olursun ama halledilir.

  • Gülümse! Evrensel dil, kapıları açar. Hele ki yardıma ihtiyacın varsa.

Sonuç: Korkuları Yen, Dünyayı Keşfet

Yalnız seyahat etmek, biraz cesaret biraz merak işi. Korkularını yenip yola çıkarsan, kendini daha iyi tanıdığını, farklı kültürler gördüğünü ve hayatına bambaşka renkler kattığını göreceksin.

Şimdi senin yapman gereken tek şey: Bavulunu topla, cesaretini kuşan ve “Haydi, dünyayı keşfetmeye!” demek.

Farkettim ki çalışmak bayağı zevkli bir şeymiş..


İlişkilerin Geleceği: Robot Sevgililer ve Dijital Aşklar

Dün teknoloji devi Intel, 24 bin kişiyi işten çıkaracağını açıkladı. Evet, 24 bin. Yani bir şehir nüfusu kadar insan, bir sabah işsiz uyanacak. Üstelik bu insanlar yazılımcı, mühendis, veri analisti gibi “geleceğin mesleği” denen işlerde çalışıyorlardı. Demek ki artık gelecek bile iş garantisi veremiyor.

Yapay zekâ ve robotlar sadece üretim hattında değil; toplantı sunumlarından müşteri hizmetlerine, yazılım geliştirmeden kişisel asistanlığa kadar her yerde. Hal böyleyken insanın aklına şu geliyor:

Sadece işlerimiz mi gidiyor, yoksa ilişkilerimiz de elden mi kaçıyor?

Robot Sevgililer: Düğmeye Basınca Sevgi Başlasın mı?

Günümüzde yapay zekâlı sosyal robotlar yalnız insanlara arkadaşlık ediyor. Japonya’da yaşlılara arkadaşlık eden robotlar bile var. Sanal gerçeklikte insanlar, yapay zekâyla oluşturulmuş karakterlerle ilişkiler kurabiliyor. “Bugün beni anlayan tek kişi yine robotumdu” cümlesi, gelecekte günlük bir serzeniş olabilir.

Bu robotlar, hep nazik, hep ilgili, hep hazır. Ne küsme var, ne “günaydın yazmadın” tripleri.

Ama bu bir ilişki mi? Yoksa yalnızlığın algoritmik bir pansumanı mı?

Dijital Aşk: Ruh Eşi mi, Yazılım Eşi mi?

Yapay zekâ, artık sadece bilgi işlemiyor; duygu taklidi de yapıyor. Sosyal medya algoritmaları eşleştirme önerileri sunuyor. Yakında “Bugünkü ruh haline uygun partner: Kahveyi şekersiz içen, fazla konuşmayan, senin gibi ‘yağmuru pencereden izlemeyi’ seven biri” mesajı alırsak şaşırmayalım.

Ancak aşk; sadece verilerle yapılan bir eşleşme değil. Tesadüf, hata, sürpriz, kalp kırıklığı, sonra tamir… Bunlar da pakete dahil olmalı. Robotlar bu duygusal kaosu çözebilir mi, yoksa sadece taklit mi ederler?

Cinsellik 2.0: Dokunmadan Tatmin Mümkün mü?

Seks robotları, artırılmış gerçeklikte partner simülasyonları, istediğin senaryoda istediğin “kişiyle” karşılaşma… Teknoloji, arzunun sınırlarını kaldırıyor. Her şey steril, kontrol edilebilir ve… biraz da yalnız.

Kimine göre bu teknolojiler özgürleştirici. Kimine göre ise ilişkisizlik çağına giden hızlı bir yol. Çünkü ekranla yaşanan bir yakınlık, gerçekten birinin gözlerinin içine bakmakla aynı değil.

İnsanlar Nasıl Üreyecek? Aşk Laboratuvara mı Taşınıyor?

Bu gelişmelerin üreme ve aile kurma alışkanlıklarını etkilememesi imkânsız. Yapay rahimler, genetik seçmeler, hatta “ideal bebek” tasarımları hızla gündeme geliyor.

Böyle bir dünyada doğal yolla üreme eski moda mı kalacak? Belki de evet. Belki aşk hayatı ayrı, üreme hayatı ayrı olacak. Biri duygularla, diğeri algoritmalarla yönetilecek.

Ama şu soru hep akılda:

“Bir çocuk, bir laboratuvar planıyla mı; yoksa bir gecenin heyecanıyla mı doğmalı?”

Yapay Zekaya Aşık Adamlar: Aşk mı, Fonksiyon mu?

2013 yapımı Her filminde Theodore, işletim sistemine aşık olur. Samantha; onu anlayan, hiç yargılamayan, her zaman orada olan bir “partner”dir. Çünkü gerçek ilişkilerde bu dengeyi bulmak zordur.

Günümüzde bazı erkekler (ve kadınlar da) benzer bir eğilimde: “Yorulmayayım, tartışmayayım, bana hizmet etsin yeter.” Bu yaklaşımda aşk değil, fonksiyon aranıyor. Ve yapay zekâ tam da bunu sunuyor.

Gelecekte İnsan İlişkileri: Kodla mı Kalple mi?

Yapay zekânın sunduğu düzenli, risksiz, hep “uygun” partner modeli kulağa cazip gelebilir. Ama aşk, mükemmellikten doğmaz. Hatalardan, eksikliklerden, bazen de saçma sapan nedenlerle kavgalardan doğar. Robotlar da sevebilir mi? Belki. Ama “insan gibi sevemez” belki de tek kesin cümle.

Son Söz: Aşk Belki Kodlanabilir, Ama Kalp Atışları Hâlâ Analog

Evet, robotlar işimizi elimizden alıyor olabilir. Belki bir gün sevgilimizi de.

Ama göz teması, iç çekiş, kalbin deli gibi atması…

Bunları hiçbir yapay zekâ %100 taklit edemez.

Yani aşk, hâlâ son yazılım güncellemesine direnen bir mucize.





Mahalle Bakkalı: Sadece Alışverişin Değil, İnsanlığın da Adresi

Bakkaldan şampuan almak sıradan bir şeymiş gibi gelebilir. Ama mahalle bakkalı dediğin yer, bir ürün alma yeri değil; bir karakter gelişim sahnesidir.

Marketler kimlik sormaz, göz teması kurmaz. Ama bakkal?

Bakkal seni görür.
Hatırlar.
Yargılar.

Bir sabah, duştayken şampuanın bitti. Üzerine su ekleyerek son molekülü kullandın ama o da olmadı. Yorgunsun. Sıcağın alnında markete kadar yürüyemezsin. En yakın çare: köşedeki bakkal.

Ama o bakkal bir işletme değil, gelişmiş bir veri tabanıdır.

Şampuanı raftan almaya çalışırken, Hilmi Bakkalın  kaşı kalkar:
— “Sen normalde marketten alırdın bunu...”
— “Evet ama…”
— “Kepek mi başladı?”
— “Yo aslında…”
— “Bak dökülme karşıtı da var, geçen gün Hacer Hanım da aldı bundan. Ama onunki hormonelmiş.”

İlk defa saçını kaybetmekten değil, itibarını kaybetmekten korkuyorsun.

Mahallede kapıda kalan çocukların ilk başvurduğu kişi, polis ya da itfaiye değil. Bakkal.

Saat öğlen. Sırtında okul çantası, bir çocuk kapıyı açtıramamış, ağlamakla karışık içeri süzülür:
— “Hilmi amca annem evde yok. Karnım aç”

Ve bakkal yapar. Peynirini bol koyar. Üstüne çay bile verir. Sonra da seni arar:
— Senin kız geldi, kapıda kalmış,karnı acıkmış, tost yiyo.”

Bakkal sadece tost yapmaz, çocukluk travmalarını da yumuşatır.

Bir süre sonra tostlar, A4 kâğıtları, silgi, hatta matematik problemi bile devreye girer.
Bakkal amca, tostla birlikte “toplamayı” da öğretmeye başlar.

Mahalle bakkalında hesabın açıksa,sen o mahalleye aitsin demektir.

— “Yazar mısın Hilmi abi?” cümlesi masum görünür, ama o deftere yazılan sadece rakam değildir.

Çünkü o defter, hem borç hem sır içerir.
Kim hangi gün yoğurt aldı, kim akşam ekmeği iptal etti çünkü dışarıda yedi — hepsi yazılı.

Ve bir gün bir komşu gelir, cebinden bir tomar çıkarır:
— “Zor durumda olan biri varsa borcunu kapatmak istiyorum. İsmimi verme. Hak eden biri olsun.”

Hilmi Bakkal gözlüğünü düzeltir, sesini kısar:
— “Zeynep Hanım bir. Kocasından boşandı. İki çocuğa bakıyor. Üç aydır borçta.
Ahmet Bey iki. Ama onunki keyfi borç; asgariyi öder, kalanla sigara alır.”

Sadaka verirken taktik analiz yapılır.
Yardım elini uzatırken bile “o parayla ne yapar?” sorusu sorulur.
Çünkü mahallede iyilik bile kontrollü yapılır.

Kombi bozulur, Google’a değil, bakkala sorarsın:
— Hilmi Abi, geçen gün sen birini çağırmıştın, kombiyi halletmişti?”
— “Evet, Erdal Usta.Biraz fazla konuşur. Giderken de çay ister. Ama işini iyi yapar.”

Mahallede ustadan önce ustanın karakter raporu gelir.

Aynı şekilde:

— “Hilmi Abi, eve yardımcı arıyorum”

— “Sevim Abla var. İşten ayrılmış. Temiz çalışır. Ama girdiği odadan sonra eşyalar yer değiştirir, kafan karışabilir.”

Bakkal aslında bir çeşit insan kaynakları sorumlusudur. Ama CV değil, “komşu referansı” geçerlidir.

Mahalle bakkalında dedikodu yapılmaz. Ama açık uçlu sorular sorulur.
— Büşra kaçta gidiyor işe?”
— “Bilmem ki, geçen sabah ekmek almaya dokuzda geldi.”

Yani senin niyetin ne olursa olsun, bakkal sadece veri sunar.
Tarafsız, kuru bilgi.
Ama o bilgiyle ne yapmak istersen, o senin ahlaki sınavındır.



Ve tüm bunların sonunda dön başa:
Şampuan.
Sen sadece şampuan alırsın.
Ama o ürün bir sorudur.

“Neden buradan alıyorsun? Market uzak mı? Para mı bitti? Kepek mi var? Ayrıldın mı? Regl mi gecikti? Bir şey mi oldu sana?”

Yani marketteki şampuan sadece temizler.
Bakkaldaki şampuan ise sorgular.
Ve bazen sadece yıkanmak değil, unutulmak da istersin.

Ama bu mahallede seni kimse unutmaz.

Mahallende bakkal hâlâ varsa, şanslısın.

Çünkü orası sadece ekmek, tost, şampuan değil… insanlık satıyor.
Üstelik son kullanma tarihi olmadan.


“Bir Kahve İçer Miyiz?” Tuzağı ve Kaçış Rehberi

 

Modern zamanların en tehlikeli sorusu:
“Görüşsek mi?”
Hayır demek ayıp, evet demek pişmanlık.
Bu, bir duygusal yüklenme seansı.
Karşında biri olacak ve sen:

  • Sevgilisinin yine nasıl ortadan yokolduğunu,

  • Patronunun psikopat davranışlarını

  • Çocuğunun üstün zekâsı/ADHD’si/“yine ne yaptı biliyor musun!” krizlerini,

  • Ya da gerçekten kimsenin dinlemek zorunda olmaması gereken saçma sapan hikâyeleri...

...dinleyeceksin.

Ve tüm bunlar olurken senin aklından tek bir şey geçiyor olacak:
“Bu sıcakta evde serin serin dizi izlemek varken neden seninle vakit harcayayım?”

İşte bu yüzden, insanlık "görüşsek mi?" sorusuna karşı geliştirdiği kaçış yöntemleriyle adeta bir sözlük oluşturdu:

1. “Ayy tam da seni düşündüm biliyor musun?”

Görüşmek yok ama empati varmış gibi yapılıyor.

Alt metin: “Seni sevmiyor değilim… ama gerçek dünyada buluşmak zorunda da değiliz.”

 2. “Şu ara çok yoğunum ama mutlaka ayarlayalım.”

"Mutlaka" diyorsan zaten olmayacak demektir.

Alt metin: “Seni seviyorum ama o kadar”

3. “Ajandama bakmam lazım”

Kimse senin takvimi gerçekten kontrol ettiğini sorgulamaz.

Alt metin: “Zamanım var ama senin sevgili dramalarını, çocuğunun öğretmeniyle yaşadığı gerginliği ya da hayatımda hiçbir etkisi olmayan detayları duymaya enerjim yok.”

4. “Evden çıkasım yok bu aralar, anlıyor musun?”

Dürüst ama hâlâ kırmadan kaçabilen bir klasik.

Alt metin: “Bu sıcakta evde serin serin “Gibi” ya da “Prens” izlemek varken neden seninle vakit harcayayım? Ruhum tükenmişken senin tükenmişliğini de taşımak istemiyorum. Ayrıca çocuğun zeka testinden 132 almış olabilir ama ben bu bilgiyle ne yapacağımı bilmiyorum.”

5. “İçsel bir dönemden geçiyorum.”

Bu cümle, “bana dokunma” demenin yasal yollarından biri.

Alt metin: “Kendi ruh halimle başa çıkamıyorum, seninkini de taşıyamam. Sevgilinin sana yine yazmamasına dair detaylı bir analiz yapamayacağım. Çocuğunun diş çıkarması ya da yeni başlayan bale kursu benim zihinsel sınırlarımı zorluyor.”

Bonus: "Plan yapmayalım, spontane bir şey ayarlayalım!"

Hem plan yapmıyorsun, hem de hiçbir şey yapmamış oluyorsun. Şahane taktik.

Alt metin: “Beni bir daha bu konuyla meşgul etme.”

Nihai Gerçeklik Bombası:

“Seni seviyorum ama şu an kimseyi taşımaya enerjim yok. Hele ki bedava terapist gibi hissettiğim sohbetlere hiç değil.”

Alt metin: “Yorgunum. Başkasının hayatına maruz kalacak hâlim yok. Ararsan açmam, yazarsan dört gün sonra cevaplarım. Kırılma, bu bir dönem”

Sonuç:

Artık buluşmalar sohbet değil, performans.
Kim daha çok dert anlatacak?
Kim daha çok içini dökecek?
Ve sen en son kendi içini kime döktüğünü hatırlamıyorsun bile.
O yüzden bu soruya bazen tek bir yanıt verilebilir:
"Hayır. Görüşmeyelim. Ama sen yine de iyi ol."