17 Ekim 2012 Çarşamba

Nilüfer Değil Çınar Olmak...


Geçen yazıda turistik kasabada kalmıştık. 

Ortasından dere akıyor, taş köprüsü var, güzel bir kilisesi ve kulesi var. Hafta sonu olduğundan hem çevreden gezmeye gelen çok vardı, hem de aynı bizim Abant gibi bol yıldızlı otellerde doktorlarla, sempozyum yapanlarla doluydu.

Anneler ve ben saatlerce gezdik, el oyması ahşap maske yapanları, çarık yapanları gördük. Hava serin olduğundan hediyelik eşya satan dükkanlarda soba yerine şömineler yanmaya başlamıştı.

Akşam ufak ve şirin birkaç lokantadan birini seçtik yemek için..Ama sanırım şehrin aşırı yoğunluğundan dolayı yemek yememiz oldukça geç saatlere uzadı.

Ertesi sabah erkenden kalkıp kayınvalidemle orman içi yürüyüşü yaptık. Hafif yağmur çiselemesine rağmen havanın temizliği, ağaçların kokusu bizi o kadar cezbetti ki otele dönmek istemedik.

Pazar günü bu mevsimde Bulgaristan'da en önemli aktivite kışa hazırlık.

Neredeyse her evin önüne ya kesilmiş odunlar yığılıyor, ya da odun kesiliyor. Ama odun hayatın tam ortasında o kesin. Üstelik anladığım kadarıyla evlerde soba değil şömine var zira odunlar uzun uzun şömineye dizecek gibi kesiliyor.

Sabah saat 7'de, teybini sonuna kadar açmış house müzik dinlerken odun kıran Bulgar genci aklımda hoş bir anı olarak kaldı..

Burası İstanbul'dan 446 km, fiyatlar Türkiye'nin yarısı, doğa daha güzel, çok sessiz ve sakin..Düşünün, Koskoca Bulgaristan'ın toplam nüfusu 7.4 milyon..

Vize sorunu olmayanlara alternatif tatil olarak önerebilirim rahatlıkla..

Bir sonraki durak Veliko Tarnova oldu. Bu şehir gördüğüm Avrupa şehirleri arasında belki de doğası en güzel yerlerden biri..Hem dağ, hem nehir, hem kale, hem şato, hem taş köprü hemen ilk bakışta,yani aynı tarafa baktığınızda göze çarpanlar arasında..Eskiden başkent olan bu şehre daha sonra Veliko, yani tarihi geçmişine dayanarak büyük ünvanı verilmiş.




Şato gibi görünen ve şu an kiliseye dönüştürülen bina, eskiden kilise olmadığından duvarları freskler, ikonalar yerine modern tarzda boyanmış İncil hikayeleriyle dolu. Bugüne kadar gezdiğim kiliseler arasında en ilginciydi diyebilirim.

Ardından gezimizin asıl amacı olan "Hadi Gel Köyümüze Geri Dönelim" kısmına geldik.

Aslında oraya köy demek haksızlık olur, olsa olsa oradan büyük şehir belediyesi çıkar. Şaka bir yana koskoca bir köydü gördüğümüz. Ama Türk ve Müslüman nüfus bitmişti. Müslüman ve Türk Mezarlığını bulduk, topu topu 30-40 mezar vardı. Üzerinde Osmanlıca yazıyla yazılmış yani eskiden kalma mezar hiç yoktu, sanırım yakılıp yıkılmıştı. Eskiden bizimkilerin dedelerinden dinledikleri yerde ev yerine ev yıkıntıları kalmıştı.

Hem hüzünlü bir gezi idi ama diğer taraftan da hepimizin silkelenip kendimize gelmemize yol açtı. Öyle ya, köklerimizi bilmeden, dedelerimizin ninelerimizin yaşadıkları yerleri  görmeden, kök salmış bir ağaç gibi değil de suyun yüzeyinde duran  nilüferler gibi yaşamıştık hep.

Hafta sonu bu durumu çok net anladım.

Bundan sonra inşallah gidip babamın köyünü bulmak ve çocuklarımı hem benim, hem de eşimin köyüne götürmek istiyorum. Nilüfer olmaktan kurtulup asırlık çınar olmak isteyen herkese de atalarının geçmişine sahip çıkmalarını öneriyorum.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

İlginizi Çekebilir;

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...