30 Aralık 2011 Cuma

Odun Geldim,Kereste Gidiyorum..Can Bonomo..


Sizinle sevdiğim kişileri paylaşmayı seviyorum.

Son dönemde hitlerim Halil Sezai ve Can Bonomo..

Halil Sezai’yi şimdilik yazmıyorum.İki nedeni var.Biri , zaten onu hepiniz keşfettiniz zaten, tereciye tere satmanın manası yok.(yok hala dinlemediyseniz lütfen deneyiniz,ama en azından İncir Reçeli’nden biliyorsunuzdur..İsyan,Paramparça,Olsun,tüm parçaları harika.)

Diğer yazamama sebebim ise farklı.

Oldum olası annemden çekinirim, bi baksa yeter , “Bu ne kızım , sen de iyice arabesk oldun , istersen bi de jiletle kendini .”  filan diyecek diye korkumdan Halil Sezai’yi çok beğendiğimi insan içinde ve özellikle “anne” içinde söyleyemiyorum.

Can Bonomo ‘yu ise yazmadan duramayacağım..
Duydunuz mu bilmiyorum bu ismi..

Ama duymadıysanız lütfen (http://www.youtube.com/watch?v=4dWYR0ZNnlk), sesini biraz açın ve dinleyin..

Özellikle kemanlara ve vurmalı sazlara dikkat edin.Sonundaki keman solosuna..Ve Can Bonomo’nun ilginç sesine kulak kabartın.

Sizi bilmem ama , beni alıp bir yerlere götüren bir adam Can Bonomo..Ve sadece 24 yaşında..

İzmir ‘de doğmuş büyümüş,İstanbul’a gelmiş,Bilgi Üniversitesi’nde okumuş,kısa filmler çekmiş,radyo programcılığı yapmış.

***
İlk travmayı Yalın ile yaşadım ..Yıl 2004.Adam 1980 doğumlu , yani 24 yaşında..Ve o güne kadarkilerden çok farklı bir tını , farklı bir tarz.Hala çok severim.(Şu anda yazarken “Her şey Sensin “ çalıyor mesela..Eşimin vazgeçilmezi ise Keşke’dir.)

Arkasından Gökhan Türkmen geldi. O daha ağır bir travmaydı (1983 doğumlu ) , hala atlatamıyorum.( bu sabah bir Aşkın Nur Yengi’nin “Susma” klasiğini yeniden söylemişti, yine akustik , kendinden emin, sıfır hata, bir de kendiyle barışık , o harika bestelerine rağmen ,Sezen’den Aşkın’dan şarkıları söylüyor , başkalarından söylemeye gocunmuyor.)

Eşim hep kızar , hep aynı şeyleri söylüyorsun diye.Ne diyor diyeceksiniz?

Yani yaşımız kemale erdi , arkaya bakıyorum , geride bıraktığım elle tutulur hiçbirşey yok ,iş ev çoluk çocuk , ama bu çocuklar ,Yalın,Gökhan Türkmen,Can Bonomo genç yaşlarında neler üretiyorlar ,ben boşa mı yaşadım bunca yıl , ben mal mıyım ,odun geldim kereste bile olmadan gideceğim, hayat boşa mı geçiyor vb vb ..

İşte son darbe de Can Bonomo’dan geldi dediğim gibi..

Tamam Allah yetenek bahşetmemiş olabilir ,müzisyen ,ressam olamayabilirim ama ,hayatı daha anlamlı kılmak için ,kalan günleri daha yaşanabilir hale getirmek  için ne yapmalıyım diye her gün üzerinde düşünüyorum.

Yoksa sadece annelik midir benim payıma düşen bu hayatta???

29 Aralık 2011 Perşembe

İyilikten Maraz Doğar..


Başucumda günlerdir bir gazete haberi var.(14 Aralık’tan beri,yazılarımda kullanabileceğim haberleri gazeteden ayırıp saklıyorum)

Her defasında elime alıyorum, yazayım diyorum , araya başka bir şeyler giriyor.

Dün akşam yazmaya karar verdim ve başucumdan alıp salona götürdüm.

Sehpada duruyordu.

Eşim :

-Neden ben evde her yerde bu yazıyı görüyorum, sen bana bir mesaj mı vermeye çalışıyorsun ? J dedi.

***

Ankara’lı Hülya A. , 2006 ‘da internetten tanıştığı biriyle evlenmiş.2008’de anlaşmalı olarak şiddetli geçimsizlik nedeniyle boşanmışlar. Ancak görüşmeye devam etmişler.Bu arada eşinde 2009 yılında bir böbrek rahatsızlığı çıkmış.Diyalize girmeye başlamış.Hülya A. O zaman eşinin zaten böbrek hastası olduğunu ve böbreğini de babasından almış olduğunu öğrenmiş.

Tekrar görüşmeye başlayıp yeniden evlenmişler. Eşinin hastalığı bu arada ağırlaşmış.Ancak mutluymuşlar.2011 de Hülya A. Eşine böbreğini vermiş ve adam iyileşmiş.

Aslında asıl hikaye de buradan sonra başlıyor.

Adam böbrek nakli olup iyileştikten sonra eşine kötü davranmaya başlamış, psikolojik baskı uygulamış, üstüne karısına ”Kafana silah mı dayadım , vermeseydin böbreğini “ demiş.

Kadın bunalıma girmiş ve iki kez intihara teşebbüs etmiş. Evlenince işten de ayrıldığı için parası ve kalacak yeri yokmuş.

Hülya A. yeniden boşanma davası açmış.

Ama bu dava diğerlerinden oldukça farklı..

Çünkü Hülya Hn böbreğini geri istiyor.Başka da bir şey talep etmiyor.

Çok karışık bir durum.Çok fazla alt mesaj var.

İnternetten tanışıp evlenmek doğru mu? İnsanlar internette gerçek yüzlerini gösteriyorlar mı? (bak adamın böbreği zaten babasından alınmaymış , evlenmiş , ama karısından bu önemli gerçeği saklamış)

Anlaşamadın ,boşandın ,aynı adamla neden 2.defa evlenirsin,aynı suda iki defa yıkanılır mı?

Ve ,koca …Sen nasıl bir adamsın ki,seni ölümden kurtaran kadına baskı yapıyor ve aşağılıyorsun,insanlıktan hiç mi nasibini almadın,kadın canından can koparıp vermiş, sen “Silah mı dayadım , vermeseydin .” diyebiliyorsun.

Ve doktorların dediğine göre o böbrek geri alınırsa ne adama yar olacak ne de kadına ..Artık eski böbreğinin kadına yeniden takılması bir sürü komplikasyona yol açabilirmiş.Ve anlamı yokmuş..

Kadın da haklı bu arada,pire için yorgan yakmaya hazır.Üstelik yapılan testler sonucunda daha iyi çalışan böbreğini verdiği için iyice kızgın..

Eee, atalarımız boşuna mı “İyilikten maraz doğar .” demiş??

27 Aralık 2011 Salı

Size de Çıkabilir..

Çalıştığım kurumun Van'da da bir ofisi var.

Orada yaklaşık 10 arkadaşımız çalışıyor.

Depremden sonra hepsi  çok zor günler geçirdiler ,Allaha şükür ki , aralarında olumsuz bir olay yaşayan olmadı.

Ofis deprem yönetmeliğine uygun olduğu ve hiçbir hasar olmadığı halde bir süre geçici olarak başka yerde çalıştılar.

Ofiste çalışan arkadaşlarımız bir süre idari izinli sayıldı.

Onların yerine İstanbul ve diğer şehirlerden arkadaşlarımız gönüllülük esasıyla gidip  çalıştılar.

Kurumum , onlara çadır yerine daha konforla kalabilecekleri konteyner evler organize etti.

Kurumumuz gereken ne varsa bu arkadaşlarımız için yaptı.

Böyle durumlarda köklü bir kurumda çalışıyor olmanın farkını ve gururunu yaşıyor insan.

Sorduğumuzda bir eksiklerinin olmadığını söylediler hep.

Ve sonunda iç müşteri memnuniyet şampiyonu seçildiler kurum içinde..

Bunların hepsi çok güzel şeyler..

Kurumdaki arkadaşlarımdan  biri geçenlerde sordu.

"Acaba biz ne yapabiliriz onlar için?

Sorduk , bir eksikleri yokmuş."Ama ben bir şeyler yapmak istiyorum" dedi.

Düşündüm , aklıma bir şey gelmedi.

Aradan birkaç gün geçti.

Aynı arkadaşım bir fikir üretti.

Kurumumuzda her şehirdeki çalışma noktasından, birer tane milli piyango bileti alınacak ve konsolide edilerek , Van'daki ofisin başındaki arkadaşa iletilecekti.

Madden onlar için yapılacak bir şey yoktu, ama manen onların yanında olduklarını gösterecek , onların yüzünde küçük bir gülümseme yaratacak bir fikirdi bu.Yeni yıl yeni mutluluklar, umutlar getirsin diyeydi..

Aslında bir süredir planlanıyordu ve ben biliyordum ama bugün nihayete erene kadar sizinle paylaşmadım.

Van'daki arkadaşların bugün biletler eline ulaşmış.

Çok mutlu olduklarını biliyorum.

Aynı arkadaşımız , benim için de doğum günü hediyesi almak için diğer arkadaşlarımızı organize ederek Cem Yılmaz gösterisine bilet ayarlamıştı.

Alacağımız hediyenin maddi değerinden çok , üzerinde düşünülmesini ve kişiselleştirilmesini istemez miyiz hepimiz?

Yoksa her doğumgününde standart gömlek, kravat ,parfüm vb alıp kolaya kaçmak da var ama , o hediyeler artık o kadar klişe ki , hiçbirimizi mutlu etmiyor.

Ben her özel günde hediye verilmesini  şart olmadığını ,ama ille de alınacaksa , hediyenin özel ve kişiselleştirilmiş olması gerektiğini düşünenlerdenim ama, bilmem siz bu konuda ne dersiniz??

26 Aralık 2011 Pazartesi

Duxiana Yatakta Uyumak...


Sosyeteden bir çift..

Ali Bey büyük bir holdingin  yönetim kurulu üyelerinden..

Yeni eve taşınmışlar, yatak ihtiyaçları olmuş. 4 tane.. Kendilerine, ikiz
çocuklarına ve misafir odasına…

Ne zaman Ali Bey’in Almanya’daki ailesine kalmaya gitseler, oradaki odalarında çok rahat ediyorlarmış.

Bir gün düşünmüşler, anlamışlar ki, oradaki rahatın nedeni yattıkları yatakmış.

Öyle ya, bu yattıkları yataksa, evlerinde yattıkları neymiş ?

Gidip Duxiana markasının Almanya Munih’teki showroomunu gezmişler. İncelemişler ve almaya karar vermişler. İsveç’teki fabrikaya gitmişler yatakları almak için. Düşünün sadece 4 yatak ...

Aslında olay burada kopmaya başlıyor ama, izin  verin devam edeyim.
Fabrikada el işçiliğine hayran olmuşlar. Yatağın Türkiye temsilciliğini alıp gelmişler. Zaten eşi çocuklar büyüyünce bir iş kurmak istiyormuş kendine, bu yatağın Türkiye mağazasını açıvermiş.

Diyorlar ki:” Markamız ucuz değil, bir mücevher (peki), bir çanta (hımmm), bir araba (ama olmaz bu kadar da) parasına denk gelebilir ama, ömrümüzün üçte birini uykuda harcıyorsak, bu para değer.” (fiyatlar 3 bin eurodan başlıyor, 65 bin euroya kadar çıkıyormuş)

Yatağı satın almaya gittiğinizde 2 saat uyku odasında vakit geçirmeniz gerekiyormuş. Mümkünse eşinizle beraber. Burada vücut yapınız tespit ediliyor ve vücudunuza uygun yatak sistemi size özel üretiliyormuş, yataklar 10 haftada teslim ediliyormuş.

Çok etkileyici..

Ama benim takıldığım nokta şu:

Ben bu yazıyı Türkiye’nin en çok satan gazetelerinden birinde okudum. Sosyete dergisinde, celebrity mecmuasında değil. Yani bu gazeteyi okuyan insanların büyük bölümü sizin bizim gibi sabit gelirli ve ayın sonunu zor getirebiliyor. Eğer böyleyse, kitlesel gazetede, neden tam sayfa yazı? Bir haftadır düşünüyorum, anlamıyorum.

Ben de kısa bir süre önce yatağımı değiştirdim. Evlendiğimden beri yani 15 senedir aynı yataktı, yeni yatağın fiyatıyla Duxiana yatağın sadece tek yayını alabiliyormuşum ,onu fark ettim. Yatağım 65 bin euro değil ama, Allah'a şükür yaşıyorum..

Yazımı Ali Bey‘in başka bir açıklaması ile sonlandırıyorum.

Ali Bey diyor ki: “Bu yataktan fazla para vererek aldığım evde bir sürü eşya var. (bizim evin toplam fiyatı yatakla anca yarışır korkarım). Ve de bu eşyaları ayda bir kullanıyorum. Eşime kalsa hepsini atar. (artık röportaj dayanılmaz hale dönüyor) Bu yatağın garantisi 20 yıl, bu yatağı yatak değil, yatırım aracı olarak görmek lazım.”

Hani anneler kızlarına doğduklarından itibaren çeyiz hazırlar ya, ben de şimdiden bu yataktan kızlara alabilmek için kenara para koyayım diyorum, siz ne dersiniz?

24 Aralık 2011 Cumartesi

Kırık Cam Teorisi


Rudolph Giuliani 1994-2001 yılları arasında dünyanın en önemli metropollerinden biri olan New York’ta belediye başkanlığı yapmış.


“Kim bu adam, bize ne?” diyeceksiniz?


***

Zimbardo suç ve suç eğilimleri üzerine çalışan Stanford’lu bir psikolog. Sıradan insanların bazı çevre koşulların değişmesiyle nasıl canavara dönüşebildiklerini araştıran bir bilim insanı.


İçinde bulunulan ortamın, insanları nasıl suça teşvik edebileceğini herkesin anlayabileceği şekilde gözler önüne seriyormuş.


Birçok önemli araştırması varmış. En ünlülerinden biri, 1969’da yaptığı ve ‘kırık cam teorisi’ni ispatlayan araştırmasıymış. Daha sonraları New York’un efsanevi Belediye Başkanı Rudolph Giuliani’ bu çalışmayı kendine ilham olarak almış ve şehrin yaşam kalitesini arttırmış  ve suçlulardan temizlemiş..


Yıllar sonra Giuliani’ye bunu nasıl başardığını sorduklarında ise şöyle demiş: “Metruk bir binada, binanın camlarından sadece biri kırık olsa bile, o camı hemen tamir ettirmezseniz, yoldan geçen herkes bir taş atıp binanın tüm camlarını kırmaya başlar. Bir elektrik direğinin dibine ya da binanın önüne biri, çöp bıraksın mesela. O çöpü hemen kaldırmazsanız herkes çöpünü oraya bırakır ve kıza zamanda çöplük haline dönüşür bu bölge.


Yani kırık cam değiştirilmezse, yere konan ilk torba oradan alınmazsa, insanlar orada otorite boşluğu olduğunu düşünüyor, diğer camları  da kırıyor, ilk poşedin yanına başka poşetler de koyuyor. Ardındansa daha büyük suçlar geliyor.

Her şey o ‘ilk’ masum(!) yanlışla başlıyor. Buna tedbir alınmadığı, kayıtsız kalındığında ise ‘büyük suç’a davetiye çıkmış oluyor.


Haaa, bu konuya nasıl geldik diyeceksiniz..


İş hayatı ile ilgili tartışıyorduk toplantıda. Her ortamda çok çalışanlar ve daha az çalışanlar ya da çalışmayanlar olduğunu.

Eğer otorite, birisi çok çalışır, diğeri savsaklarken birilerinin çalışmasına karşın, diğerinin çalışmamasına göz yumarsa , çalışanlar artık  çalışmalarına gerek olmadığını düşünür, zaten çalışmayanlar ise çalışmamaya devam eder. Eğer bir poşet portakaldan biri çürürse, çürük portakalı  alıp atmazsanız, bütün torbadakiler  bozulmaya başlar, o portakal, torbadaki diğer  portakalları da bozar.


İşte işyerinde bütün  bunları  konuşurken bir süre önce okuduğum “Kırık cam sendromu “ yazısı geldi aklıma..


Ne dersiniz, yarın sabah ilk iş hayatımızdaki kırık camları tamir ettirerek mi başlamalıyız güne??

23 Aralık 2011 Cuma

Façonnable Şal ve Kuzu Kokoreç


Salı günü evlenme yıldönümümüzdü.

15. yıla girdik.

Ama bu 15 yıl güzel geçti sanırım, bundan dolayı nasıl geçtiğini anlayamadık.

Bu sene biliyorsunuz erkeklerde şal, fular vb  şeklinde adlandırılan aksesuarın modası var.

Ben de özellikle hafta sonu, kot gömlek giyiminde erkeklere bu aksesuarı çok yakıştırıyorum. (David Beckham ya da Jude Law tarzı) Geçenlerde eşimle beraber alışverişe çıktığımızda kendisine bu şallardan almayı teklif ettim .Prensip olarak sıcak bakmadığını , beraberken ya da kendisinin tek başına bundan  almasının mümkün olmadığını,illa alınacaksa benim alarak emrivaki yapmamın daha uygun olacağını J deklare etti.

Ben de daha geçen haftadan ,bir öğlen çıkıp mağaza mağaza gezdim, beğendiğim bir şey bulup aldım.(Aslında çok beğendiğim bir tane daha oldu ,Façonnable  mağazasında ,onun parasıyla takım elbise alınabiliniyordu (250 tl ,özellkle yazıyorum , şok anıydı benim için )  doğal olarak onu almadım.)

Salı günü işyeri biraz yoğun ve sorunluydu , günün nasıl geçtiğini anlayamadım.Bir ara ameliyat olan bir misafirime geçmiş olsuna gittim, sonra da koşturup dururken akşam oluverdi.

Akşam saat 6 civarında kapıdan içeri çok güzel güllerle dolu bir çiçek girdi. Eşim ben dışarıdayken ,çalışma arkadaşlarımla bu güzel sürprizi organize etmiş, unuttuğunu düşüneyim diye de, çiçekçiye  çiçeği getirmesi için saat 6 ya kadar beklemesini söylemişti.Teşekkür etmek için aradım , toplantıdaydı ,konuşamadık.

Akşam eve geldiğimde çocuklarla tam yemeğe oturmak üzereyken aradı eşim.Normalde Salı akşamları eve gelmez , fakat yolda olduğunu , bu günün gelmek için yeterli bir sebep olduğunu söyledi.

Haber süperdi süper olmasına da , ufak bir sorunumuz vardı.

Eşimin geleceğini bilmediğimizden herhangi bir hazırlık yoktu, hafta içiydi ve çocukları evde bırakıp dışarı çıkacak bir organizasyon mümkünsüzdü,evde yeterince yemek yoktu ve eşimin eve gelmesine çok az zaman kalmıştı.

Yani evde romantik bir akşam yemeği hazırlama şansı yoktu ..

Hemen buzdolabında donmuş bekleyen,eşimin Kırklareli’den getirdiği kokoreçleri çıkardım, ayrıca köyden gelen domates sosu , soğan , baharat ve peynirden oluşan bir sosla hazırlanmış makarna yapıverdim.

Evet , yıldönümü yemeğimiz boğaz manzaralı bir restoranda ,360’da ,Sunset’te ,Club 29 ‘da,Papermoon’da  değil , evin mutfağında ,ama baş başaydı .(kızları önden doyurup salona yollamıştım.)

Evet ,menüde “Yavaş fırınlanmış kirazlı ördek “,”Ispanak yatağında somon”,Carpaccio”  yoktu , Trakya süt kuzusu kokoreç vardı J.

”Penne Arabbiata Romano”,”Ravioli “ ya da “Karidesli Risotto”  yoktu ,Türk usülü soğanlı domatesli peynirli spagetti vardı.(haa ,unutmadan , bir de yanında  şalgam suyu içtik J)

Önemli olan tek şey beraber olmaktı , sağlıklı olmaktı ,hayatta olmaktı ,mutlu olmak ve sahip olunanlara şükretmekti,gerisi boştu..

Bazen size de şekille uğraşmaktan , klişeleri tekrar etmekten , başkalarına yaptıklarımızı beğendirmek için ,onlar için hareket etmekten ,-mış gibi yapmaktan hayatin kendisini  kaçırıyoruz gibi gelmiyor mu?

21 Aralık 2011 Çarşamba

Ölümle Korkut, Sıtmaya Razı Et..


Üniversiteden bir arkadaşımız var. Akıllı, zeki, esprili, aile terbiyesi almış beyefendi.


Ailesinin tek oğlu, hayatı boyunca iyi bir evlat olmuş, onların laflarından çıkmamış.


Ailesi kendi kafasında kurgulamış, onların da tanıdığı bir kızla evlendirecekler bizimkini.


Ama o birini sevmiş, evlenmeye karar vermiş, ailesine nasıl söyleyecek bilememiş, kıvranıp durmuş kendi kendine..


Bir gün, hiçbir ön hazırlık  yapmadan, aileyi alıştırmadan, akşam yemeği yerken “dan” diye konuyu açmış.


-Ben evlenmeye karar verdim, yarın akşam gidip kızı isteyelim.


Masa buz kesmiş tabii ki, bir şok anı anne ve babada..


Onların adetlerine göre, kız istemeye gidileceği gün, damat adayının annesi, gelin adayını alır, beraber kuaföre giderlermiş.


“Haa” demiş bizimki. ”Yarın kuaföre filan gitmek yok yalnız, kızın saçları biraz  dökük, kelliğini yüzüne vurur gibi olmasın..”


Annesiyle babası birbirine bakmış. Seslerini çıkaramamışlar.


Bizimki ardından eklemiş:


-Orda yüksek sesle konuşun yarın akşam, bir kulağı hiç duymuyor çünkü..


Anneyle baba yataklarına yatmışlar ama sabaha kadar dönüp durmuşlar yerlerinde. Gözlerini uyku tutmamış. Oğullarına pek düşkünler, ağızlarını da açamıyorlar..


Ertesi akşam olmuş, çiçeklerini, çikolatalarını almışlar gitmişler.

Büyükler endişeli ama çaktırmıyorlar tabii.


Kapıyı çalmışlar, kız açmış kapıyı..


Bakmışlar, saçlar maşallah, gayet gür, güzel ve yerinde..


Konuşmuşlar, kulak da duyuyor.


Eve döndüklerinde gelin adayını memnuniyetle kabul ettiklerini söylemişler.


Eeee, hayat da böyle değil midir zaten???


Ölümle korkutur , sıtmaya razı etmez mi insanı hep???

20 Aralık 2011 Salı

Kaçak Erkekler..


Dün sevdiğim bir genç arkadaşımla konuştum.


Arkadaşım dediysem neredeyse yarı yaşımda. (benden 15 yaş küçük, ben 30um) Ama yaş farkının önemi yok, çok iyi  anlaşıyoruz, pek severim onu..


Canı çok sıkkın..


Sibel bir süreden beri, bir genç adamla görüşüyor. Ama adamda içine sinmeyen bir şeyler var. Hatta bir ara ayrılıyorlar ama yeniden denemeye karar veriyorlar.

En son genç adam 1.5 gün boyunca Sibel’i aramıyor. Bizimki de merak edip telefon ediyor.


“Çok yoğundum. “ diyor genç adam. "Arayamadım.”


Sibel diyor ki:


“Ben çok yoğunum demek, ben beş para etmem, benden sana yar olmaz demek” bence.


Haklı..

Bir insan günde en az 4-5 kere tuvalete gidiyor. Bu da ortalama tuvalet başına 3-5 dk tutuyor. İnsan sevgilisine, tuvalete ayırdığı zamanın (günde toplam 12 dk diyelim) 2 dakikasını da ayırsın ama değil mi?


(Gerçi konu dışı ama, şehir dışında çalışan ve bazı günler hiç aramayan eşime ben de aynı serzenişte bulunduğumda “İyiyim, merak etme, yaşıyorum, zaten başıma kötü bir şey gelse duyardın.” der, ben de tilt olurum.)


Yok ayırmıyorsa, bu hakikaten istemiyor, sevmiyor, ilişkiyi sürdürmeyi planlamıyor demektir sanki.


Olabilir, sevmeyebilir. Sevmek, aşık olmak zorunda değil. Ama bunu neden “erkek“ gibi söylemez. Neden karşısındakinin bunu mesajların arasından ayıklamasını bekler? Neden direk  yüzleşmez?


Sibel’in samimi bir arkadaşının sevgilisi de Sibel’in arkadaşına şöyle demiş birkaç gün önce:


-Seni seviyorum, ama ben evlilik kurumuna inanmıyorum.


Çok klişe..

“Sen bana göre evlenilecek kız değilsin, ben başka birini arıyorum” de, canımı al.

Peki, yarın öbürgün gidip başka biriyle  evlenince ne olacak ?


“Evlilik kurumunun saygınlığı arttı, artık ben de bir parçası olayım dedim” mi diyecek?


Sibel dedi ki:


Aşkta matematik kuralları işlemez. 1>0 değildir.


Hayatında kötü bir erkek olmasındansa, hiçbir erkeğin olmaması daha iyidir. Yani 0>1 dir.


Sanki bana haklı  gibi geldi ama, bakalım bu duruma erkekler ne diyecek?

18 Aralık 2011 Pazar

Çeyiz Sandığı ve Facebook 'ta Tek Soyad...

İşim gereği farklı yaş gruplarında , farklı eğitim ve gelir segmentinde insanlarla konuşup sohbet etme şansım oluyor.

Bilirsiniz,insanlar en çok çocuklarından bahsetmekten keyif alır .Bizde de sohbetler dönüp dolaşıp çocuk konusuna geliveriyor bir şekilde..

Ancak son dönemde gördüğüm kadarıyla her gruptan insanın  ortak bir problemi var.

Herkes kendi koşullarına göre en iyi şekilde çocuklarını yetiştirmeye çalışıyor. Okutuyor, yetmiyor, çocuklar master yapıyor , yurt dışına gidiyor , doktoraya devam ediyor .Gelip kalburüstü işler buluyorlar..Donanımlı , kendinden emin , başarılı gençler ortaya çıkıyor. Ama bu arada yaş 30’ a yaklaşmış oluyor.

Ama asıl problem de bu noktada başlıyor.Gençler kendilerini o kadar beğenmeye başlıyor , o kadar büyük görüyorlar ki , kendilerine uygun bir “eş” adayı bulamıyorlar.Kendi evlerinde , kendi arabalarıyla ,iyi paralı işlerinde “yalnız” bir hayat sürüyorlar.

Misafirlerimin büyük bir kısmı torun hasretinden muzdarip.

Diğer bir grup ise diyor ki:

-Tamam güzel maddi olarak kendi ayaklarının üzerine basıyorlar.Ama ya manevi taraf..Biz şimdi yanlarındayız, elimizden geldiğince her türlü desteği vermeye hazırız , ama biz gidince?

“Hayatta bugüne kadar kafama koyup da başaramadığım hiçbir şey olmadı .“dedi bir tanıdığım. ”İyi bir eğitim , iyi bir kariyer, iyi bir eş, harika iki çocuk , çok rahat yaşayacak kadar para ve sağlık.”

“Ama 76 yaşındayım , 40 larına yaklaşmış iki çocuğum var , biri evli ama çocuğu ayak bağı görüyor ve düşünmüyor, diğeriyse evlenmeye layık birini bulamıyor, kucağıma torun almadan ölmek istemiyorum.” diyor.

Bazen ben de kendimi sorgularım, niçin yaratıldık diye..Yaratılış amacımın önce evlatlarımı iyi yetiştirmek ,  eşimle hayattan zevk alacak mutlu bir evlilik yaşamak ,bunların ardından iyi eğitim ,kariyer ve diğer başarıların geldiğini düşünürüm.

Altmışlı yaşlara geldiğimde , yaşadığım iş streslerini,sıkıntılı günleri  hatırlamak yerine torunlarımla yap boz oynamayı (tabi o zamana yap boz diye bir şey kalırsa) isterim.

Babaları duymasın , kızlara lisede ,en geç üniversitede,iş hayatına atılmadan  akıllı , mantıklı , efendi bir genç adam bulmalarını empoze edeyim diyorum , Aksi takdirde 30 ‘a kadar evlenmeyip  , tek başlarına rahat ve sorumsuz hayata alışıp daha sonra da evlenmekten kaçmalarından endişeleniyorum.

Yoksa hayat boyu facebook 'ta tek soyadla kalacaklar,bir çeyiz sandıkları bile olamayacak  diye düşünüyorum ama siz ne dersiniz??

17 Aralık 2011 Cumartesi

Kaşağı ve Sevgili

Dün akşam kızlar yattıktan sonra eşimle koltukta oturup bilgisayarda bir şeylere bakıyorduk.


Birden bana döndü, ” Çok kaşınıyor,sırtımı kaşır mısın?” dedi.


"Tabii" dedim.


Sağa, yok biraz daha sağa,aşağı aşağı, biraz daha aşağı, hah, tam orası şeklinde, hepinizin yaşadığı, şahit olduğu diyaloglar yaşandı.


Düşünsenize, evde yalnızsınız, sırtınız feci kaşınıyor, ne yapacaksınız ?


Hayır, gidip sırtınızı kapıya dayayıp kaşıyacak da değilsiniz herhalde..


Ben sırf neresi kaşındığını söylemeden kaşınan  yeri bulduğu için sevgilisine evlilik teklif eden erkek tanıyorumJ


Annelere ise mesela, neresinin kaşındığını söylemek gerekmez. Onlar otomatikman en kaşınan yeri elini atar, bulur. Zaten eşten, evlilikten beklenen son nokta  budur: yerini belirtmeden sırtta kaşınan yeri bulması..


40 yaşına geldim, hala anneme gittikçe dizine yatar sırtımı kaşıtırım, sanıyorum bu durum genetik, kızlar da anneanneye gidince hemen  sırtlarını kaşıtıyorlar.


***

Mevsim yaz olduğunda  ise konu başka bir boyuta taşınır:


-Hayatım sırtıma güneş sütü sürer misin?


Asıl kız plajda kimin sırtına krem sürmesine izin verdiyse, o kişiye onay vermiş demektir. (yani Türk filmlerinde hep böyle oluyor, bilemiyorum.)


Mesela benim bir bileziğim var, eşim 10. evlenme yıldönümümüzde almıştı.         O bileziği yalnızken takmam mümkün değil, tek elle kilitlenmiyor. Sanırım hediye alırken sadece beraberken kullanalım  da demek istemiş olabilir, güzel düşünce..


Ama sanırım şehir dışında çalıştığını ve sabahları işe giderken yalnız hazırlanmak zorunda olduğumu atlamış, zira bileziği takmak istediğim günler, işyerinde kur'a usulüyle kurban bulmak zorunda kalıyorum.


Haaa, bir de tam sırtında bele kadar fermuarı olan elbisem var ki, ya evde eşimin olduğu sabahlar giyebiliyorum, ya da ceket altına giyip , işyerinde gizlice fermuar desteği alıyorum.


***

Konuya dönecek olursak ,ülkemizde sırf sırt kaşımak için mehter bölüğü tarafından ucu ele benzeyen  bir ahşap alet icat edilmiş  ve adına da  kaşağı denmiştir. Gerçi dört parmaklıdır ve bazı fantezi düşkünleri tarafından ucu kırmızı ojeliler bile yapılmıştır.


Ama demem odur ki, evde kapıya sırt dayamayla, saç fırçasını sırta sokmayla, kırmızı ojeli kaşağıyla filan uğraşılmamalı, en konvansiyonel yol olan sevgili/ eş  metodolojisine geçilmelidir.


Ay, birden eşimin dizine yatıp sırtımı kaşıtmak istedim, ya siz???

İlginizi Çekebilir;

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...