27 Şubat 2013 Çarşamba

Gama Işınları, Kırmızı Biber ve Nohut..

Daha önce de defaatle bahsettim.

Sevgili kayınvalidem sayesinde çok yüksek oranda doğal beslenme şansına sahip oluyoruz.

Elde hazırladığı tarhana, erişte, salçanın yanısıra kuru fasulye nohut mercimek gibi bazı baklagilleri de yetiştirerek bize veriyor.

Kuru fasulyeyi alalım mesela, görseniz bir şeye benzetemezsiniz, küçücük ve kirli görünümlü fasulyeler bir 5 kiloluk pet şişede gelir evimize.

Yıkayınca simsiyah suyu çıkar.

Neden mi?

Bozulmasın diye kayınvalidem fasulyeleri küle bular.

Sebebi kül ile koruyarak fasulyelerin böceklenmesini ve bozulmasını engellemektir.

Şimdi nereden çıktı bu konu diyeceksiniz.

Haklısınız.

Ben o kadar cahil, o kadar safdilmişim ki, hep düşünürdüm ki çarşıdan aldığımız bakliyat böceklenmiyor, bu nedenle de kayınvalidemin bu girişimini tabiri caizse işgüzarlık olarak yorumlardım.

Meğer olay bambaşka ve çok ürkütücüymüş.

Biliyorsunuz bazı radyoaktif dalgalar var. Alfa, beta ve gama...Hepimiz ortaokul ve lisedeki fen ve fizik derslerinden hatırlarız. Önce teknik bilgi, aynen alıntı yapıyorum.

"Yüksek ışık enerji içerikli alfa, beta ve gamma partiküllerinin kaynağı olan radyoaktif enerjiden yararlanılarak uygulanan gıda ışınlama güncel bir koruma yöntemidir. Bazı maddelerin atomları sürekli olarak parçalanırlar ve bu reaksiyon sırasında çevreye iyonizan ışınlar yayarlar. Bu şekilde parçalanarak iyonize ışık yayan maddelere radyoaktif maddeler denir. Uranyum gibi elementler doğal olarak radyoaktif nitelikli maddelerdir."

"Radyoaktif maddelerin çevreye yaydıkları alfa, beta, gamma veya x ışınları çarptıkları materyalde elektrik yüklü iyonların oluşmasına neden olurlar. Bu nedenle bu ışınlara iyonizan ışın veya iyonize eden ışın adı verilmektedir. "

"Işınlar sahip oldukları yüksek enerji içeriği  ile yapıyı  moleküllerden iyonlara dönüştürerek etki ederler. Ultraviyole (UV) radyasyonlarda düşük enerji içermekle birlikte, yine mikroorganizmalar üzerine kısmen öldürücü etki yapabilmektedirler."

"Gamma ışını ise daha düşük özgün iyonizasyon gücünde olmakla birlikte, penetrasyon gücü yüksektir ve 30-40 cm lik kalınlıkta bile etkili olabildiğinden endüstriyel önem taşımaktadır."


"Paketlenmiş gıdaların ışınlanmasında  kullanılabilirler. Patates, soğan, sarmısak gibi bitkisel ürünlerde çimlenmeyi önlemek, baharat ve hububatta böcekleri ve larvaları öldürmek amacıyla kullanılabildiği gibi, çilek gibi meyveleri küf bozulmalarına karşı korumak amacıyla da kullanılabilir." ( Ben de köyden gelen patates ve soğanlar neden hemen cücükleniyor diyorum, sebebi anlaşıldı.)


Neyse, işte Almanya bu ışınlardan gama ışınlarını 1950 li yılların başında bu amaçla kullanmaya başlamış.




Ama işin vehametini farketmiş ve 1956 da yasaklamış. Şu anda dünyada sadece 40 ülke bu metodu kullanıyor ve ne yazık ki bunlardan biri de biziz. Yani aslında böcekten korunurken bayağı bayağı radyoaktif madde alıyormuşuz vücudumuza..

Bakliyatların yanısıra asıl baharatların saklanmasında çok etkin kullanılan bir metodmuş gama ışınları.

Tuz ile ilgili ayrıca bir yazı paylaşacağım sizinle. Ama pul biber, kuru nane ve kekik hepimizin en çok kullandığı baharatlar ve hazır aldığımızda bolca radyoaktif madde ile karşı karşıya kalıyormuşuz gördüğünüz gibi.

Belki nanemizi, kekiğimizi kırmızı biberimizi yazın tazeyken satın alıp, balkonda kurutup ufalayarak kışın kullanılacak hale getirebiliriz. En azından baharattan alacağımız radyasyonu bu şekilde bertaraf edebiliriz.

Okuduğum kaynakta doktor diyordu ki:

" Hem bu kadar radyoaktif maddeyi vucudumuza alıyoruz, hem de neden hamile kalamıyorum, neden yumurtalıklarım düzenli yumurtlamıyor, neden erkeklerin ortalama sperm sayısı düştü, neden  kanser vakaları bu kadar arttı diyorsunuz."

En az 3 çocuk ve koruyucu hekimlik tedavi edici hekimlikten daha önemli diyenlere duyurulur.








25 Şubat 2013 Pazartesi

Dublin ve Meave Binchy..

Bundan yıllar önce eşimin işi nedeniyle Dublin'e gitmiştik.

O neredeyse bütün gün çalıştı, ben de diğer eşlerle beraber şehri gezip dolaştım.

O zaman henüz küresel kriz başlamamıştı ve Dublinlilerin burnu havadaydı.
Son derece pahalı bir şehir olduğunu hatırlıyorum.

Ama asıl anlatmak istediğim şehrin eski bir şehir olması ve binaların çok güzel, eski ve korunmuş olması dışında gezilip görülecek bir yerinin olmamasıydı. Yani o kadar gezilecek yer yoksunluğu var ki, Bira fabrikasına günlük tur düzenleniyor üstelik içeri parayla giriliyor, size o kadar diyeyim.

Geceleri ise başka bir felaket. Orada bulunduğumuz Cumartesi bir İngiliz takımıyla maç olduğundan, şehre gelen fanatiklerden dolayı yemek yiyecek yer bulamadık ve geç saatlerde kadar aç kalıp sonunda suşi yemek zorunda kaldık, o denli, sıkıcı ve turizme yönelik yatırımı olmayan bir şehir.
***

Meave Binchy okumayan kadın yoktur sanırım.

Ben de çok severim, neredeyse tüm kitaplarını okumuşumdur.

Bizim çocukluğumuzun Barbara Cartland'ı neyse günümüzün de pembe kitap yazarı odur. Ama tatilde ve kafa dağıtmak için kitaplarının ideal olduğunu düşünenlerdenim.

Okurken dikkatinizi çekmiştir mutlaka. Dublin çok güzel anlatılır kitaplarda. Bir meydan ya da bir bina sayfalarca detaylandırılır. Hemen gidip göresiniz, gezesiniz gelir.

Ben de eğer Dublin'i gezmemiş olsam, sanırım gidip görmeyi isterdim o kitapları okurken.

***
İşte zurnanın zırt dediği yere gelmiş bulunuyoruz.

Yazar olmak nedir, işte budur.

Meave Binchy, küçük bir kızken Katolik kız okuluna yollanmış, dini  bir eğitim almış.

23 yaşındayken Kudüs'e hacı olmaya gitmiş. Son Yemek'in yendiği rivayet edilen mağarayı ziyaret etmiş, ancak oraya yaptığı ziyarette dini inancını kaybetmiş.

Daha sonra sanırım dini arayış içine girerek yeniden İsrail'e gitmiş ve bir kibbutz'da çalışmış. ( Kibbutz: İsrail'de ortaklaşa kullanılan yerleşim bölgesi. İsrail devletinin kuruluşunda önemli etkileri olmuştur. Sosyalizm ve Siyonizmi pratik bir şekilde bir araya getiren kibbutizm İsrail'e özgün bir deneydir, ve tarihte gelmiş geçmiş en büyük ortaklaşa toplum hareketlerinden biridir.)

Evinden uzakta olduğu bu dönemde her hafta bir mektup yazıp babasına yollamış. Babası bu mektuplardan birini Dublin'de yayınlanan büyük bir gazeteye, ciddi bir rakama satmış ve böylece Meave Binchy'nin yazarlık serüveni başlamış.

Yazarın bence en önemli özelliği kitaplarında karakterin düşündüklerini, hissettiklerini betimlemelerden çok diyaloglarla anlatması, bu yüzden de kitap okuyormuş değil de film seyrediyormuş gibi hoş ama biraz da boş bir his veriyor olması.

Döneminin en önemli Feminist motiflerinden biridir Meave Binchy. Tüm romanlarındaki kadın karakterler sıradan karakterlerdir. Üstelik tüm dünyanın kadınları gibilerdir. Umutları , üzüntüleri, inişleri, çıkışları, heyecanları, aşk adına gözünü kapayışları, yıkılışları sonra yeniden canlanışları...Hepsi ama hepsi sıradan fakat güçlü kadınlardır. 

Sonuç, bir yazar eğer kalemini doğru kullanıyorsa çok güçlüdür. İyi bir yazar aşk hikayesini anlatırken fonda ülkesinin geçirmiş olduğu değişimleri anlatabilir. Ülkesini ve şehrini dünyaya tanıtabilir. Güzel tatillerin güzel bir yol arkadaşı olabilir.

Fazla edebi beklenti içine girmeden, iyi vakit geçirmek ve kafa dağıtmak için herkese tavsiye ediyor ve kendisini sevgiyle anıyorum. 



Haa bu arada benim favorim herkesin aksine "İtalyanca Aşk Başkadır" değil, bir Yunan adasında geçen "Yıldızlı ve Yağmurlu Geceler" adlı kitabıdır..

21 Şubat 2013 Perşembe

Pantolonu Gösteren Ütüdür..

İşten ayrıldığımdan beri evde yardımcım yok.

Ev işlerini kendim yapmaya çalışıyorum.Tamam yeterince profesyonel değilim ama elimden geldiğince kotarmaya çalışıyorum.

Temizlik, yemek, ortalık toplama, çamaşır ve bulaşık olayında bir sıkıntı yok.

Ama o ütü yok mu?

En zoru, en iğrenci o.

4 kişilik bir aileyiz. Çocuklar okula giderken beyaz tişört giyiyor. Haliyle her gün değiştiriyorlar. E, eşim de işe giderken mecburen gömlek giyiyor. O da giydiği gün kir sepetine gidiyor. Havlusu, nevresimi, günlük kıyafeti, pantolonu derken haftada iki yarım güne yakın zamanın ütü yapmak ile geçiyor.

Çok iddialı bir zaman kaybı.

Şimdi bu iş için öncelikle bir ekipman hazırlığı gerekiyor.

Örneğin ütü masası şart. Ütü masasının eni ne kadar geniş olursa çarşaf gibi havlu gibi düz parçaları ütülemek o kadar kolay oluyor.

Diğer ve asıl malzeme ise ütü.

İşte burada duruyoruz.

Ütü seçimi hakikaten çok kritik.

Ben mesela çocukluğumdan kalan ve annemlerin evinde biblo olarak görev yapan içine kömür konan döküm ütülerden başlayalım diyorum.

Biz çocukken buharlı ütü diye bir şey yoktu.

Annem tülbenti ya da bir pamuklu örtüyü ıslatıp ütülenecek malzemenin üzerine koyar ya da kaseye koyduğu sudan eliyle ütülenecek malzemeye serpiştirerek malzemeyi hafif ıslatıp ütülenecek hale getirirdi.

Daha sonra toplum buharlı ütü gerçeğiyle yüz yüze geldi.

Bu dönemde marka anlayışı ön plana çıktı. Tüm kadınlar bazı marka ütü sahibi olabilmek için birbirleriyle yarıştılar.

Daha sonra benim üniversitede olduğum dönemlerde sadece düz ve büyük parçaları ütüleyebilmek için press ütü diye bir kavram çıktı ki sanırım şu anda son derece kullanışsız olduğundan tarihte yerini aldı. Ama o zaman teyzemlerde bu pres ütüden vardı ve benim için zenginlik timsali ürünlerden biriydi.

Gün oldu devran döndü, artık kazanlı buharlı ütüler var. Ben henüz almadım ama yaptığım araştırmalardan ve okuduklarımdan gördüğüm kadarıyla herkes bu üründen çok memnun.

Ben de kocasının gömleklerini ütülerken mağdur olan kadınlardan biri olduğumdan ilk fırsatta bu üründen deneyeyim diyorum.

Neyse, ütü yapmak son derece sıkıcı ve sinir bozucu bir iş olduğundan kafayı dağırtak ve ütüye konsantre olmayıp ilgili başka yöne çekebilmek için TV seyretmek, DVD açmak veya sevdiğin dizinin kaçırdığı eski bölümleri seyretmek katlanmayı biraz mümkün kılabilir.

İnternet okurken gördüm, ütü yaparken kuruyemiş yiyen hatta bira içen varmış, görün yani ne kadar sorunlu bir iş. İnsanlar unutmak için içer, bazıları da ütünün sıkıntısını unutmak için içiyor, o derece yani.

Bence yapılması gereken ütü istemeyen giysiler almak, yıkanan eşyaları nemliyken çekiştirerek katlamak ve ütü ihtiyacını ortadan kaldırmak olmalı. 

Hatta o derece ki, bir kanaat önderi, bir ünlü, bir barış elçisi öncü olup "Bu dünyada ütüye ihtiyaç yok, hem zaman hem de enerji kaybı, ütülemeye hayır" diye bir kampanya başlatsın, ben ilk takipçisi olur, bu akımı yaymak için elimden geleni de yapardım.


Neyse lafı fazla uzatmayayım, ben ütü yapmayı bırakıp spor (extreme ironing) yapmaya gidiyorum.


Not :  "Extreme ironing" ileri ütücülük olarak çevirilebilecek ekstrem sporlardan birisidir.1997 yılında Leicester'lı fabrika işçisi Hans Meimban, yorucu geçen bir günün ardından eve gelmiş ve "ne yapsam, ne yapsam" diye düşünürken dağa tırmanırken aynı zamanda ütü yapmaya kadar vermiş. Böylece bu rahatsız adam sporun mucidi olmuş. Sporun yapıldığı alan belli bir yerle sınırlı değil. Bisiklet sürerken, kano yaparken, dağa tırmanırken yapılabilir.  Hatta su altı ütücülüğü, o da kesmediyse "bungee ironing" adında bungee jumping yaparken ütü yapılmasını içeren bir alt türü bile mevcut.

19 Şubat 2013 Salı

Cemre...

Bugün parlak ve güneşli bir sabaha uyandık.

Ben ipin ucunu kaçırmışım, twitter'da herkesin cemre düşüşü ile ilgili şenlikler düzenlediğini görünce farkettim ki bugün ilk cemre düşmüş.

Küçükken anneannemden duymuştum ilk, cemre düşmesi kavramını.

Bayağı bayağı fiziki birşeyin yukarıdan düştüğünü sanardım o zamanlar, hatta sabaha karşı erken uyanıp düşüşünü görüp seyretmeye çalışmışlığım da vardır. ( yıl 1980, yer Çanakkale Saat Kulesi civarı)

Sonradan bunun soyut bir kavram olduğunu öğrendim ama hala tam olarak emin olabildiğim bir konu da değildir aslına bakarsanız.

Beraberce bakalım mı ne demektir şu Cemre?

Bir kere son dönemin modern kız isimlerinden biridir, Çukurova yöresinde erkeklere de konduğunu duydum. Burada Cemre düşmesi, Cemre denen  güzel kızın ayağının kayıp da düşmesi anlamında kullanılmamaktadır.

Önce tanıma bakalım.

Cemreİlkbahar başlangıcında yedişer gün arayla önce havada sonra su ve toprakta oluştuğu sanılan sıcaklık artışı. Arapça olan sözcük kor durumunda ateş anlamına gelir. Mina Vadisi'nde Arafat'tan gelen hacıların attıkları taşlarla oluşan yığınlara da "cemre" adı verilir.




Cemrelerin düşmesi eski takvime göre Kasım Günleri’nde olur. I. Cemre, Kasım’ın 105’inde (20 Şubat’ta) havaya, II. Cemre 112’sinde (27 Şubat'ta) suya, III. Cemre, 119’unda (6 Mart'ta) toprağa düşer.

Cemreler, havaların ısınmaya başladığının ve kışın soğuk günlerini arkada bırakmak üzere olduğumuzun müjdecisidir.


Eskiden yıl “Kasım, 180 gün” ve “hızır, 185 gün” olarak ikiye ayrılırdı. Kasım; Kasım ayının sekizinde başlar, 46′sında erbain, (bu konuyu başka bir yazımızda işlemiştik,hatırlarsanız pek de sevimli bir konu değildi) 86′sında da hamsin girer, kışın en soğuk 90 günü böylece geçerdi. Cemrelerin ilkinin, Kasımın 105′inde (19-20 Şubat) “havaya”, ikincisinin Kasımın 112′sinde (26-27 Şubat) “suya”, üçüncüsünün de Kasımın 119′unda (5-6 Mart) “toprağa” düştüğüne inanılırdı. Halk arasında cemrelere “Cemile kadın” da denir.

Ancak aslında durum pek de böyle değil bilimsel açıdan.

Bilim insanı Prof.Dr. Mikdat Kadıoğlu konuyu şu şekilde açıklıyor.

Güneş ışınları atmosferimizi doğrudan ısıtmaz : Yeryüzeyi, güneş ışınlarını yutarak önce kendi ısınır., sonra atmosfer ısıtır. Açık bir günde, atmosferin alt tabakasından geçen güneş enerjisi, yeryüzeyi tarafından yutulur. Dolayısıyla yeryüzeyi ısınır. Yüzeydeki hava ısındıkça, yüksekteki havadan daha az yoğun hale gelir. Isınan hava yükselir ve daha soğuk olan hava çöker. Yükselen hava, genişler ve soğur. Su buharı, bulut damlacıkları şeklinde yoğunlaşarak, hal değişim ısısından dolayı, havanın ısınmasını sağlar. Bu sırada dünya karbondioksit ve su buharı tarafından yutulup tekrar yayınlanan kızılaltı ışınları yayınlar. Gazların yoğunluğu, dünya yüzeyinde daha az olduğundan yutma işleminin büyük bir kısmı, yüzeye yakın katmanlarda gerçekleşir. Dolayısıyla atmosferin alt tabakaları aşağıdan yukarı doğru ısıtılmış olur.

Yine büyükler derdi ki, "Cemre düştükten sonra kar yağmaz. Yağsa da tutmaz." Ancak ben bunun da özellikle son yıllarda artık küresel ısınmanın etkisiyle mi, dünyanın dengesinin bozulmasıyla mı bilmiyorum, pek de geçerli olmadığı kanaatindeyim.

Zira son yıllarda kar Ocak'ta Şubat'ta değil Mart'ta Nisan'da yağıyor ve öyle hemen de yerden kalkmıyor.

Sonuç olarak bu kavramı atalarımızın bin yıllardır tecrübesiyle tespit ettiği bir hava değişimi gerçeği olarak kabul etmemizde sakınca yok. Ancak önce havanın, sonra suyun ardından da toprağın ısınmasının bu maddelerin yoğunlukları nedeniyle çok normal olduğunu ve bunu bir ilkokul çocuğunun deney yaparak da tespit edebileceği gerçeğini unutmamak gerek.

"Yaşasın yaz geliyor ve havalar ısınıyor." konulu motivasyon için kullanılabilecek güzel bir malzeme bence.

Hepimize hayırlı olsun.


18 Şubat 2013 Pazartesi

Yaşayan Besinler..Çimlendirilmiş Tohumlar..

Bundan birkaç sene önce bir diyetisyen eşliğinde kilo vermeye çalışmış ve de başarmıştım.

Ancak yeme alışkanlığımı kökten değiştirmediğimden aynı kiloları yeniden geri aldım, ama mevzu bu değil.

Bana o dönem yol gösteren diyetisyen Sayın Berrin Yiğit'e geçen gün televizyonda rastladım.

Çok saygı duyduğum Berrin Hanım'a rastlayınca o kanala takılıp kaldım.

Berrin Hanım bugüne kadar hiç aşina olmadığım bir kavramdan bahsediyordu.

Aslında yaşayan besin kavramından ve çiğ beslenmeden haberim vardı ama anlattığı şekilde besinler hazırlanması hakkında bilgim yoktu ve konu ilgimi çekti.

Filiz, tohumların suda çimlendirilmiş hali olarak kısaca tanımlanabilir. Önce tohum su sayesinde iki kat büyüklüğe erişiyor ve gerekli sürecin sonucunda canlı filizler elde ediliyor. Filizler vitamin, mineral, protein, lif ve enzim içeriyor ve hatta A,B,C,E vitaminı ve RNA ve DNA barındırıyor.

Güçlü bir antioksidan kaynağı olan filizler bağışıklık sistemini güçlendiriyor, yaşlanmaya karşı etkili ve grip vb gibi hastalıklardan da bizi koruyor.

Kışın bulmakta zorlandığımız yeşil besinlerin yerine koyabileceğimiz çok faydalı besinler olduğu belirtiliyor.


Filizlendirilmiş baklagil filizlendirilmeden tüketilenlere göre %800'e kadar daha çok vitamine sahipler.
Proteinleri amino asitlerin ayrılmış halde olduğundan mide onları kullanabilmek için parçalamak zorunda kalmıyor.
Filizlerin içindeki karbonhidrat ve yağlar daha kolay hazmediliyor.
Canlı gıdaların çıkış noktası 1940 lara dayanıyormuş. Amerikalı Doktor Kristine Nolfi pişirilmemiş, işlem görmemiş, canlı gıdalar yiyerek göğüs kanseri rahatsızlığını yenmiş ve ardından sonra bu tür beslenme şekli ilgi görmeye başlamış.
Onun kanseri yenmiş olmasının ve canlı yemenin bugün tüm hastalık ve rahatsızlıkları bedenden temizleme özelliğine sahip olasının asıl nedeni canlı gıdalar yediğimizde bedenimizin ihtiyacı olan enzimlerin tamamını alabiliyor olmasıymış.
Peki, nasıl gerçekleştireceğiz bu çimlendirme operasyonunu?
Aslında çocukken hatırlarsanız hepimiz pamukta fasulye yetişirdik.
Aynı şeyi bu defa fen bilgisi ödevi için değil de yemek hazırlamak için yapacağız.
Filizlendirme için bir kavanoz veya çukur bir kapla, temiz bir parça tülbente ihtiyacımız var. Eğer bu işi ciddi olarak yapmak istiyorsak doğal ürün satan dükkanlardan "çimlendirme kabı" alma şansımız varmış.
İzleyeceğimiz yol şu: 
1. Bir avuç dolusu tohum veya bakliyat 7-8 saat suda bekletiyoruz.
2. Bu sürenin sonunda süzüp, sudan geçirip, çimlendirme kabına alıyoruz ve üzerini tülbentle kapatıyoruz.
3. Kabımızı direk ışık almayan bir köşeye koyuyoruz.
4. Sabah ve akşam olmak üzere günde 2 kere kabın içindekileri bir kevgire alıp sudan geçiriyoruz ve suyunu süzdürüyoruz. Sonra tekrar kaba alıp üzerini kapatıp ve eski yerine koyuyoruz.
5. Bu işlemi filizler istediğiniz boya gelene kadar tekrarlayoruz. Her ürünün filizlenme süresi farklı olduğundan hazır olup olmadığını boyuna göre anlayabiliyoruz.
Filizleriniz hazır olduğunda tekrar sudan geçirip iyice süzün ve kapaklı bir kaba alıp buzdolabında saklıyoruz. Çok uzun süre dayanmayacaklarından 4-5 günde tüketmeye çalışıyoruz.

Bu tohumları eğer münkünse organik tohumlardan seçerek kullanırsak hazırlayacağımız besinin besleyici değerini de artırmış oluruz. 
Bütün fasulyeler, börülce, maş fasulyesi, yeşil, mercimek, nohut, yonca, ayçekirdeği, susam, buğday, yulaf, arpa, hardal tohumu, kabak çekirdeği filizlendirilebilir. Filizlendirmek istediğimiz bitkinin kabuklu olması gerekir. Örnek kırmızı mercimeği veya beyaz pirinci filizlendiremeyiz. 
Bu besinleri salataya doğrayabiliriz, sandviçlerimize koyabiliriz ya da cacığımıza doğrayabiliriz.


Eşime anlattığımda, tohumların milyonlarca yıldır geleneksel metodlarla yendiğini ve bunun geçici bir trend olduğunu düşündüğünü söyledi.
Ama ben bu metodun makul ve mantıklı olduğunu düşünüyorum. Bakalım siz bu konuda ne düşüneceksiniz?

15 Şubat 2013 Cuma

Leopar Deseni Üzerine Bir Etüt.

DNA zinciriniz eğer XX ise yani kadınsanız, yolunuz mutlaka bir yerde leopar desenden geçer.

Aslına bakarsanız ben bu deseni oldum olası severim.

Ama 70 kuşağından biri olmam nedeniyle, doğanın bu güzel desenini ve Allah'ın o estetik hayvan için yarattığı bu güzel kıyafetini bizler hep, Banu Alkan, Serpil Çakmaklı, Ahu Tuğba veya Harika Avcı üzerinde görmeye alıştığımızdan bizlerde yarattığı imaj hep seksi kadın imajı olmuştur.

Bu nedenle de günlük hayatta kullanabildiğim bir desen değildir.

Özellikle eşim, aynı algıya sahip olduğundan böyle bir kıyafet giyerek sokağa çıksam bir daha eve giremeyeceğimi defaatle ima etmiştir.

Ancak geçtiğimiz günlerde gazetede Pınar Altuğ ve kızının fotoğrafını görünce derin bir oh çektim. Öyle ya, kızı daha 4-5 yaşlarındaydı ama üzerinde leopar desenli etek ve toka vardı. Annesinde de aynı desende fular.



Ardından İstiklal caddesinde dolaşırken 1 yaşlarında kız çocukları için bile bu desende tayt gördüm ve eşime gösterdim.

İkna oldu mu bilmiyorum ama en azından bu konuda yazı yazmanın zamanı gelmiştir dedim kendi kendime.

Çağrıştırdığı seksi imajı düşünüyorum da, leoparın kendisi seksi değil, neden o deseni giyince seksi olunsun ki? Bence keramet desende değil giyende. Yani buna paralel, zürafa deseni giysek akıllı, zebra deseni giysek aptal, yılan deseni giysek yalancı mı görüneceğiz? Zavallı hayvancığın yarattığı imajdan haberi bile yok ne yazık ki, olsa da bir bizon kovalasam, yakalasam yesem derdinde kendisi.

Ben de özenip bu desenden alıp giyemediğimden canım annem hevesimi alayım diye bana leopar desenli bir fular hediye etmişti. Siyah elbise üzerine takarak nefsimi köreltiyordum.

***
Köye gittiğimizde bir sabah kahvaltı ediyorduk.
Yandaki eve haftasonu kalmaya gelen eşimin halası, her zaman muhafazakar bir profil çizmesine ve dışarıda örtülü mantolu dolaşmasına rağmen, tavuklara yem atmaya leopar desenli polar pijamalarıyla çıkınca bu desenin tüm kadınlar için vazgeçilmez olduğuna karar verdim.

***

Tüm bunlar bir yana, konuyu irdelemeye devam ederken, bu deseni giymeye daha da yaklaşacağıma, ne yazık ki bambaşka bir noktaya geldim.

Biz insanlar neden hayvanlara bu kadar benzemeye çalışıyoruz ki?

Bacağımızda leopar desenli tayt, ayağımızda UGG çizme, üzerimizde kürk.

İyi güzel de.

Keşke giydiklerimiz kadar davranışlarımız da onlar kadar doğal olsak. İçten pazarlıklı olmasak, dolap çevirmesek de, onlar gibi içgüdülerimiz ile davransak.

Ne dersiniz, dış güzelliğinden başlayıp zamanla iç güzelliğine de geçer miyiz?

13 Şubat 2013 Çarşamba

Çocuk Yetiştirirken...

Pennsylvanya Üniversitesi sosyologlarından Annette Lareau 2003'te bir kitap yayınlıyor.

Kitabın konusu 1990'lı yıllarda 9 ile 11 yaşlarındaki çocukların (benimkiler tam bu yaş döneminde, bu nedenle araştırma ilgimi çekti)  sınıf farklılıklarından kaynaklanan yetiştirilme tarzları..

Geçen yıl da araştırmanın sonuçlarını içeren ikinci kitabını yayınlıyor Annette Lareau.. 10 yıl sonra daha önce üzerinde çalıştığı çocukların son durumları ile ilgili.

Araştırma sonuçları irdelenirken kitaptan iki çocuk seçilmiş.




Biri 11 yaşında, beyaz bir erkek çocuğu. Orta halli bir aileden geliyor. Ailesi onu koro, futbol gibi aktivilere yazdırmış. Akşamları okuldan dönünce bu aktivitelere katılıyor. Kente gelen tiyatro olursa ailecek bu tiyatro izlenmeye gidiliyor. Baba bazı akşamlar oğlunu alıyor, beraber vakit geçirmek için balık tutmaya vb götürüyor, bazen de arabasıyla çevreyi dolaştırıyor.

Diğer çocuk ise, 10 yaşında beyaz ve erkek. İşçi sınıfından bir ailenin oğlu. Babası işten gelince birasını açıyor, oğluyla beraber TV seyrediyorlar. Baba bazı günler oğluna jest yapıp iskambil oynuyor oğluyla. Annesi bir yerde temizlik işçisi olarak çalışıyor, eve gelince hemen mutfağa girip yemek yapıyor. En hareketli günlerinde amca ve kuzen onları ziyarete geliyor.

Gelelim sonuçlara.

Annette Lareau başarının salt bireysel vasıflarla ilgili olmadığını söylüyor. Yetenekli ve çalışkansan yükselir ve zengin olursun tezine inanmıyor. Başarıda farklı sınıfların yetiştirme tarzlarının çok büyük etkisi olduğunu savunuyor.
Her aile çocuğunu korur, besler,giydirir, hasta olunca önüne titrer. Ama orta sınıf daha planlı bir yetiştirme tarzı uyguluyor, işçi sınıfı ise oluruna bırakıyor.

İşçi sınıfının çocuğu daha özgür, boş vakitlerinde evebeynlerinin kontrolü daha az. Diğeri ise ailesinin gözetiminde ve vaktini yaptığı faaliyetlerle dolduruyor.

İşçi sınıfında çocuğa fiziksel, diğer sınıfta ise duygusal şiddet uygulanıyor. Biri dayak yerken diğerine " Böyle yaptığın için annen olmak istemiyorum." deniyor. Biri ikna edilmeye çalışılırken diğerinden tam itaat bekleniyor.

Orta sınıftaki çocukla ailesi daha fazla konuşuyor. Üzerinde devamlı bir ilgi var. Gözlerinin içine bakılıyor. O da gözlerin içine bakmayı öğreniyor. Sırf bu nedenle 10 sene sonra yaptığı iş görüşmesinde birinci çocuk daha etkili bir izlenim yaratırken diğeri görüşmeyi yapan kişiyle gözgöze gelemiyor bile.

Birinci çocuk sorgulamayı ve şikayeti varsa dile getirmeyi öğrenirken, diğeri tam itaati öğrendiğinden sorgulamıyor, öğretmen ne dersi kesinlikle doğrudur teziyle okul hayatında daha geri kalıyor.

İş hayatında birinci çocuk insiyatif almayı bildiğinden daha önde. Diğeri ise hep mahçup ve sadece tam olarak denileni yapıyor.

Sonuç olarak aradan 10 yıl geçtikten sonra ikinci çocuk hala ailesiyle yaşıyor. Liseden ayrılmış. Babasının çalıştığı şirkette çalışıyor. Birinci çocuk ise not ortalaması yüksek, Stanford Üniversite'sinin basketbol takımına seçilme haberini bekliyor.

Lütfen yanlış anlamayın, burada altını çizmeye çalıştığım maddi farklılıklar değil, çalışma koşullarının getirdiği hayat tarzları.

Lütfen çocuğu olanlar arkasına yaslansın ve düşünsün.

Araştırmanın sonuçları dikkate almaya değer değil mi?

11 Şubat 2013 Pazartesi

Erbain..

Uzun zamandır aklımda olan ama yazmayı pek istemediğim bir konuydu erbain.
Biliyorsunuz Ocak ayı çok üzücü haberlerle geçmişti. Ocak ayında Metin Kaçan, Burhan Doğançay  Mehmet Ali Birand, Toktamış Ateş, Ahmet Mete Işıkara gibi ünlü isimler hayata veda etti.




Tam bitti tamam derken, Macide Tanır 'ın kaybıyla artık bu konudan kaçış yok dedim içimden.

Arapça kırk sayısının okunuşu olan erbain, 21 aralık'ta başlayıp 31 ocak'ta biten yılın zor ve en soğuk 40 gününe verilen ismiymiş aslında. Eskiler bu zor günleri atlatıp Şubat' a sağ çıkabilen yaşlı ve hastalara “erbain'i çıkardı” derler ve “40 günlük süreyi geçti, seneyi atlattı” diye düşünürlermiş.

Aslında kırk gün anlamına geliyor.

Bazı rakamların diğer rakamlardan bir farklılığı vardır; üç, yedi, yirmi bir, yirmi dört gibi. Bunlardan biri de kırk rakamı, yani “erbaîn”dir. Erbaîn, “kırk” demek.
Kurân-ı Kerîm’de, dört yerde erbaîn kelimesi geçmektedir. Belki de olgunluk rakamıdır. Olgunluk kelimesiyle özdeşleşmiş bir rakamdır.

Muhammed Aleyhisselâm’a peygamberlik kırk yaşında gelmiştir. Hz. Ömer kırkıncı Müslümandır ve akabinde Müslümanlar kendilerini açığa çıkartmışlardır. Şâfiîler’de, ancak kırk kişiyle cumâ namazı kılınabilir. Hz. Mûsâ, Tûr dağında kırk gün kalmıştır. İsrâil Oğullarına Arz-ı Mukaddes kırk gün yasaklanmıştır.

Erbain halk arasında zemheri diye biliniyor.
Kışın en sert zamanı olduğundan karakış diye de anılıyor.

Esen sert rüzgârlar da erbain veya zemheri fırtınası olarak da biliniyor.
Gün dönümünden hemen sonra başlar.

Aynı zamanda erbain kırk günlük bir süreçtir. Maddî bağları azaltıp, mânevî tarafı kuvvetlendirmek ve kalb aynasını parlatmak için, tasavvuf büyükleri tarafından konan usûllerden biri; kırk gün az yemek, az içmek, az konuşmak, çok ibâdet etmek anlamında da kullanılıyor. Buna çile de deniyor.Yeryüzündeki hac ibadetlerinin en büyüklerinden bir olduğu konusunda otoriteler mutabık.
Buna bağlı olarak bu çile iki şekilde olmaktadır çile-i merdanve çile-i zenan.
  • Çile-i zenan kadınların yaptığıdır ve kırk gün boyunca hiç bir şey yenmeden ve içmeden yapılır.
  • Çile-i merdan ise 40 gün boyunca kırk öküz kesilip bunlardan yapılan yahninin yiyilmesi ile yapılan çiledir, lakin bu çile sırasında su içilmez.

İslam dünyasında, kırk günlük riyazat ve halvet olarak bilinen uygulamanın zamanıdır. Bu 40 günde maddî bağları azaltıp, mânevî tarafı kuvvetlendirmek için, kırk gün az yemek, az içmek, az konuşmak, az uyumak, çok ibâdet etmek gerekir. 

Araştırırken gördüm ki, Alevilikte “erbain-i aşura” diye bir kavram varmış . Buna da kısaca “erbain” deniyor. Bu tarih, Osmanlı döneminde kullanılan takvimlerden olan Arabi aylardan Sefer ayının yirmisine rastlıyor. Hz. Ali’nin oğlu İmam Hüseyin’in Kerbela’da şehadetinin 40’ına rastladığı için “eyyam-ı mahsusa”dan yani özel günlerden sayılıyor.

Rahmetli anneannem ben küçükken saatli maarif takviminden fırtınaları, cemreleri, fırtınaları takip eder ve ettirirdi.

Ancak nedense hiç kulağımda kalmamış erbain. Bu kayıplarla dolu günlerde, Nazlı Ilıcak'tan duyunca araştırıp öğrendiğim bir konu oldu.


Eskinin koşullarına göre koşullarımız daha iyi, belki yaşlılar daha kolay atlatıyorlar fiziken bu zorlu dönemi.

Ama ya ruhumuzdaki erbain?

Odalara , mağaralara girmeden nefsimizi terbiye edebiliyor muyuz sizce?
İçinde bulunduğumuz duruma bakarsak, savaşlara, kavgalara, hırslara, anlaşmazlıklara ve çekememezliklere, sanki edemiyoruz gibi geliyor ama  ne dersiniz?

Not : Yazıyı yayınlamamın hemen ardından ne yazık ki Tekin Akmansoy'un da vefat haberi geldi..






Türkiye'nin En Güzel Köprüleri 4


Köprülerle ilgili son yazımıza geldik. Bu dört yazı ile Türkiye'deki tarihi köprülerle ilgili önemli bir kaynakça da oluşturduk diye düşünüyorum.



Belkıs (KöprüçayKöprüsü - Antalya

Aynı zamanda Belkıs olarak da adlandırılan Aspendos antik yerleşiminin yakınında, Pamphylia’nın görkemli şehirlerinden Side’ye ulaşmak için kullanılan güzergâh üzerinde tarihi bir köprü yer alıyor. Yöre halkınca etrafında kurulan pazar nedeniyle Köprüpazar olarak da anılan Köprüçay Köprüsü, Köprüçay Milli Parkı sınırlarından geçen aynı isimli nehrin iki yakasını birleştiriyor. Romalılar tarafından İS 4. yüzyılın başlarında yapıldığı tahmin edilen bu yapının altından zamanında küçük gemilerin geçtiği rivayet ediliyor. En büyüğü 17 metre genişliğinde irili ufaklı yedi kemer gözünden bugün yalnızca balıkçı teknelerinin geçmesine izin veren Köprüçay Köprüsü Türkiye’nin tarihi değerleri arasındaki yerini koruyor hâlâ.




Oluk Köprü - Manavgat (Antalya)

Antikçağda Eurymedon olarak bilinen Köprüçay üzerindeki bu tek kemerli köprü günümüzde koruma altında. Mimari görüntüsüyle 2. yüzyıl Roma dönemine ait olduğu düşünülen Oluk Köprü, denizden bin metre yüksekliğe kurulan Selge ve Pednelissos gibi Pisidia kentlerini Aspendos ve Side gibi Pamphylia şehirlerine bağladığı için tarihi bir öneme sahip. Biraz ilerisindeki vadide küçük bir benzeri olan köprü, 1997 yılında Karayolları tarafından onarılarak trafiğe kapatıldı.

Bugün Türkiye’de en çok ziyaret edilen bölgelerden Köprülü Kanyon 1973 yılında milli park ilan edildi. 




Kravga Köprüsü - Mut (Mersin)

İlk bakışta hemen fark edilen mimari doku, Kravga Köprüsü’nün iki değişik dönemde inşa edildiğinin bir göstergesi. Erken Roma döneminde yapıldığı anlaşılan ilk yapının üzerine eklemlenen üst kısım, 14. yüzyıl Karamanoğlu üslubunu yansıtıyor. 84 metrelik uzunluğa sahip köprünün kemerleri ve selyaranları kesme taş, diğer bölümleri ise moloz taş kullanılarak inşa edilmiş.

Mersin’in Mut ilçesi Göksu beldesinde yer alan taş köprünün üç kemeri ve kara üzerine konumlanan boşaltma gözleri bulunuyor. Ana kemerin her iki yanına iki küçük kemer ve biri büyük diğeri küçük olmak üzere daire şeklinde iki göz yerleştirilmiş. Bu yuvarlak gözler, ustası tarafından köprünün ağırlığını hafifletmek amacıyla eklenmiş.




Bıçakçı Köprüsü - Karaman

Karaman Bucakkışla’da yer alan köprü 14. yüzyılda inşa edildi. Mimarı bilinmeyen köprünün giriş kısmında bir kitabe yer alıyor. Üç gözlü olarak tasarlanan Bıçakçı Köprüsü’nün uzunluğu yaklaşık 90 metre, genişliği ise 5 metre. En büyük kemer açıklığı 15 metreye ulaşan yapının iki küçük gözü de kara üzerinde bulunuyor. Ana kemerin her iki yanına ayrıca yuvarlak tahliye gözleri yerleştirilmiş. Çoğu tarihi köprüde olduğu gibi suyun geliş yönündeki selyaranlar üçgen, köprüden çıkış yönündekiler ise daire biçiminde örülmüş. Köprünün kemerlerinde kesme taş, gövde bölümünde ise moloz taş kullanılmış.



Tekgöz Köprüsü - Kocasinan (Kayseri)

Kitabesinden öğrendiğimize göre Kızılırmak üzerindeki bu anıtsal köprü, Selçuklu Sultanı II. Rükneddin Süleyman Şah hükümdarlığı döneminde, 1202 yılında Kayserili Hacı Ali Şir bin Hüseyin tarafından yaptırıldı. Kayseri şehir merkezine 30 kilometre uzaklıkta Kayseri-Ankara yolu üzerindeki Tekgöz Köprüsü, büyük bir kemer ve sel taşkınlarını tahliyede kullanılan kara üzerindeki daha küçük kemer olmak üzere iki gözlü planlanmış. Büyük kemerinden dolayı halk arasında Tekgöz diye anılan köprünün uzunluğu 120 metre, yüksekliği ise 18 metre. Kesme taştan inşa edilen köprünün büyük kemer açıklığı 27 metreye ulaşıyor.



Çobandede Köprüsü - Köprüköy (Erzurum)

Bu tarihi köprülerden biri de Erzurum’un Köprüköy ilçesindeki Çobandede Köprüsü. Köprü, Hasankale tarafından gelen Kargapazarı Çayı’nın Köprüköy ilçesinde Aras Nehri’yle buluştuğu noktada yer alıyor. İlhanlı hükümdarlarından Gazan Han’ın veziri Emir Çoban Salduz tarafından 1298 yılında yaptırılan köprünün üzerinde yer alan üç kitabe de zamanın yıpratıcı etkilerine maruz kaldığı için deşifre edilemiyor.

İran sınırına geçiş güzergâhı üzerinde bulunan Çobandede Köprüsü önemini tarihin hiçbir döneminde yitirmedi. 130 metre uzunluğunda ve yedi gözlü olarak inşa edilen köprüden günümüze sadece altı kemer göz kalmış. Selyaranların üzerine oturtulan çokgen kulelerle dengesi sağlamlaştırılan köprü, değişik taşlar kullanılarak yapılmış. 


Kırmızı Köprü - Bahçesaray (Van)

Zarif kemerine işlenen tuğlaların renginden dolayı bu adı alan Kırmızı Köprü, görsel güzelliğiyle dikkat çekiyor. Bahçesaray-Hizan yolunda Müküs Çayı üzerinde yer alan ve kitabesi olmayan köprünün yapım tarihi bilinmiyor. Uzmanlar 16. veya 17. yüzyılda inşa edildiğini düşünüyor. Tek gözlü yapı, Osmanlı ve Selçuklu döneminde sık rastlanan sivri kemer mimari tarzına iyi bir örnek teşkil ediyor. Kırmızı Köprü 45,5 metre uzunluğunda ve 4,35 metre genişliğinde.

Tıpkı Diyarbakır Malabadi Köprüsü’nde olduğu gibi, bu köprünün de her iki girişinde birer oda bulunuyor. Bu odalar, yapıyı savunmak için bekleyen nöbetçilerin ya da yolcuların dinlenmesi amacıyla yapılmış.



Bayramören Köprüsü - Bayramören (Çankırı)

Çankırı’nın Bayramören ilçesinde, Melan Çayı’nın üzerinde yer alan Bayramören Köprüsü’nün uzunluğu 50 metre, eni 3,40 metre, tabanı ile çatısı arasındaki mesafe ise 2,35 metre. Türkiye’nin en uzun ahşap köprülerinden biri olan Bayramören’in yapımında kızılçam ağacı kullanıldı. Karayolları Genel Müdürlüğü tarafından 2001-2002 yılları arasında aslına uygun olarak restore edilen köprü, yamaç paraşütü şenliklerine ev sahipliği yapıyor.

Umarım okuyucularımdan bir bölümü bu yazılar ışığında en azından bir kaç köprüyü gezer ve bu kültür zenginliğimizin tadını çıkarır.

7 Şubat 2013 Perşembe

Türkiye'nin En Güzel Köprüleri 3



Daha yazacak çok köprü var demiştik. İşte üçüncü yazıya geldik.. Bakalım bu yazıda hangi köprüler var..


Sokullu Mehmet Paşa Köprüsü - Lüleburgaz (Kırklareli)

İstanbul-Edirne karayolunun Lüleburgaz-Havsa güzergâhı üzerinde bulunan köprü, Lüleburgaz Çayı’nın iki yakasını birbirine bağlıyor. Köprünün ortasında yer alan kitabenin bulunduğu tarihi köşk günümüze ulaşamadı ne yazık ki. Bu yüzden yapım tarihi bilinmemekle birlikte, köprünün Mimar Sinan’ın 1564 yılında, hemen yakınlarda inşa ettiği külliye yapılarının devamı niteliğinde olduğu sanılıyor. Anıtsal yapının orta yerinde, çıkma balkon biçiminde tasarlanan bir dinlenme yeri var. Halk arasında Lüleburgaz Köprüsü ya da Taşköprü olarak da bilinen tarihi köprü hâlâ araç ve yaya trafiğine açık.




Yeni Köprü (Meriç Köprüsü) - Edirne



Osmanlı İmparatorluğu’nun eski başkenti Edirne’yi “köprüler şehri” olarak tanımlamak yanlış olmasa gerek. Dönemin mimari izlerini taşıyan bu zarif köprüler, Tunca ve Meriç nehirlerinin çeşitli bölümlerinde dizi dizi boy gösteriyor. Uzunköprü, Bayezid, Ekmekçizade Ahmet Paşa, Gazi Mihal, Fatih, Kanuni Sultan Süleyman, Saraçhane, Yıldırım ve Yeni Köprü birer mimari ustalık eseri olarak karşımıza çıkıyor. Köprülerin hemen hepsi, Osmanlı sanatının son dönemdeki klasik tarz örneklerini oluşturuyor.

Meriç Köprüsü ve İkinci Köprü isimleriyle de anılan köprü 220 metre uzunluğunda. 12 sivri kemerden oluşan köprünün orta kısmında bulunan en büyük kemerinin açıklığı 16 metreye yaklaşıyor. Sultan II. Mahmut 1837 yılında aslı ahşap olan köprünün kesme taştan yeniden inşa edilmesi emrini verir. Yeni Köprü’nün yapımı maddi olanaksızlıklar nedeniyle ancak 1842 yılında Sultan Abdülmecit zamanında başladı ve beş yıl sonra tamamlandı.




Uzun Köprü - Uzunköprü (Edirne)

Yunanistan sınırına 6 kilometre uzaklıkta yer alan Edirne’nin Uzunköprü ilçesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun Trakya’daki ilk yerleşimlerinden biri. Ergene Ovası’na yayılan bereketli topraklarıyla ünlü ilçe, bazı kaynaklara göre dünyanın en uzun taş köprüsü olarak nitelendirilen Uzun Köprü’ye de ev sahipliği yapıyor.


Geniş yatağıyla bataklıklar oluşturan Ergene Nehri üzerine kurulan 174 kemerli köprü, zamanında Osmanlı ordusunun Avrupa’ya geçiş güzergâhındaki önemli noktalardan biriydi. Sultan II. Murat döneminde Mimar Muslihiddin’e yaptırılan ve 1443 yılında tamamlanan bu tarihi eserin inşası kayıtlara göre tam 18 yıl sürdü. Ergene Nehri’nin yaz aylarındaki sakin akışı sırasında köprünün sadece orta gözlerinden su geçişi gözleniyor. Nehir sularının yükselip yatağın taştığı dönemlerde ise yayılan su Uzun Köprü’nün tüm gözlerinden akıyor ve Enez’de Ege Denizi’yle buluşuyor. 





Fatih Köprüsü - Edirne

Zarif bir anıt eser olan Fatih Köprüsü, Edirne Sarayiçi’nde yer alıyor. Tunca Nehri’nin üzerinde Adalet Kasrı yakınlarında konumlanan taş köprünün kitabesi bulunmadığı için mimarı ve yapılış tarihi tam olarak bilinemiyor. Fatih Sultan Mehmet tarafından 1452 yılında yaptırıldığı düşünülüyor. Hasbahçe, Bönce ve Cephanelik gibi isimlerle anılan köprü, süvari kışlalarına yakınlığından dolayı Süvari Köprüsü olarak da biliniyor. Fatih Köprüsü dört ayak üzerine oturtulan üç kemer gözden oluşuyor. Tamamen kesme taştan inşa edilen yapı, 34 metre uzunluğunda ve 4 metre eninde. İki boşaltma gözü bulunan Fatih Köprüsü’nün alt bölümünde, su taşkınlarının gövdeye zarar vermesini önleyen selyaranlar yer alıyor.




Irgandi Köprüsü - Bursa

Türkiye’nin en güzel köprülerinden biri olma sıfatını fazlasıyla hak eden Irgandi, kemerli bir yapının üzerinde yükselen sıra sıra dükkânlarıyla benzerlerinden ayrılıyor. Otuza yakın dükkân, bir mescit ve iki ahırıyla zamanının el sanatları merkezi olan köprü, aynı zamanda bir çarşı niteliği taşıyordu. Lonca sistemine uygun yapıdaki bu çarşı, yıllar öncesinde seyyahların ve tüccarların sık sık uğradığı önemli bir ticaret alanıydı.


Irgandili Ali’nin oğlu Hacı Muslihiddin tarafından 1442 yılında inşa edilen Irgandi Köprüsü, özgün mimari stiliyle dünyanın dört çarşılı köprüsünden biri sayılıyor. Bulgaristan’ın Lofça kentindeki Osma Köprüsü, İtalya’nın Venedik kentindeki Ponte di Rialto ve yine İtalya’nın Floransa şehrinde bulunan Ponte Vecchio, üzerlerinde yer alan küçük dükkânlarıyla Irgandi Köprüsü’yle aynı kategoride değerlendiriliyor.

Gökdere üzerine konumlanan bu tarihi yapı, Bursa’nın seçkin semtlerinden Yeşil, Yıldırım ve Emirsultan’ı birbirine bağlıyor.
Üzerinde yer alan nargile kahvehaneleriyle gençlerin buluşma mekânı olan köprü, “kımıldamak” anlamına gelen “ırgamak” sözcüğünden almış adını. 





Mıhlı (Başdeğirmen) Köprüsü - Altınoluk (Balıkesir)

Dünyanın oksijen deposu olarak bilinen Kaz Dağları’nın eteklerindeki Mıhlı Çayı aynı zamanda Balıkesir ve Çanakkale illeri arasındaki doğal sınırı oluşturuyor. Altınoluk-Küçükkuyu güzergâhında Altınoluk’tan 5 kilometre ileride yer alan çayın üzerine konumlanan tarihi Mıhlı (Başdeğirmen) Köprüsü, tek gözlü kocaman kemeriyle dikkat çekiyor.


Geniş bir kemer açıklığı üzerindeki yaya geçiş kısmı oldukça dar olan Mıhlı Köprüsü’nün yakınında eski bir değirmen bulunuyor. Yakın bir zamanda onarılan değirmenin biraz ilerisinde dar bir kanyonun ağzından akan Mıhlı Şelalesi görülebilir. Şelaleye köprüden başlayan eski suyolu takip edilerek ulaşılıyor. Yüzyıllardır insanlığa hizmet eden Mıhlı Köprüsü bahçelerindeki ürünleri toplamaya giden köylülere ya da hafta sonunu bu muhteşem coğrafyayı keşfetmeye ayıran trekking tutkunlarına geçit veriyor artık.



Cılandıras Köprüsü - Karahallı (Uşak)



Vahşi bir doğanın içerisindeki vadinin iki yakasını birbirine bağlayan Cılandıras Köprüsü, antik dönemden beri var olan önemli bir geçit. Denizli-Uşak arasında uzanan eski Kral Yolu üzerinde yer alan ve İÖ 600’lü yıllara tarihlenen köprü, bölgede yaşayan çeşitli kavimler tarafından Uşak Ovası’nın verimli topraklarına erişmek için kullanılıyordu. Bugün taş döşeli bazı bölümleri yer yer sağlam kalan Kral Yolu ile Cılandıras Köprüsü, yöredeki ticari ilişkilerin gelişmesinde önemli bir rol oynadı.

Köprü toprak içine gömülen temeller üzerinde değil de vadinin iki tarafındaki kayalık zemine tutunan ayaklarıyla 24 metre yükseklikte yer alıyor. Darlığından dolayı sadece yayaların geçişine izin verilen köprü 24 metre uzunluğunda ve 1,75 metre eninde.




Akköprü - Dalaman (Muğla)

Muğla’nın Dalaman ilçesi yakınlarındaki Akköprü köyünde bulunan aynı isimli köprü, geçmişte Ege ve Akdeniz bölgelerini bağlayan tek geçit olarak biliniyor. Romalılar tarafından İS 3. yüzyılda inşa edilen 30 metre yüksekliğinde ve 50 metre uzunluğundaki köprü, yapımında kullanılan taşların beyaz olması nedeniyle bu adla anılıyor. Üç ayak üzerinde iki kemerden oluşan bu estetik yapı, yaz aylarında raftingcilerin adrenalin dolu çığlıklarıyla yalnızlığını unutuyor. Son yıllarda rafting tutkunları arasında oldukça popüler olan Dalaman Çayı’nın azgın sularında yapılan ve zorluk derecesi 2’yi geçen rafting turları, köprünün 15 kilometre ilerisinden başlıyor. Köprünün az ötesinde genişleyen nehir yatağında son bulan etkinliğin ardından raftingciler, taş döşemelerin arasında otların yeşillendiği Akköprü’de hatıra fotoğrafı çektiriyor.


Umarım konu çok sıkmadı ama ne yazık ki bitmedi hala..

İlginizi Çekebilir;

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...