29 Nisan 2013 Pazartesi

"O Benim Oğlum" ve "Tatil"

Geçen cuma akşamı evde çocuklarla beraber güzel bir film seyretmek istedik.

Aslında evde pek DVD seyretme alışkanlığımız yok, bu nedenle bir DVD koleksiyonumuz da yok. Ben de pek film seyretmeye düşkün değilim.

Bu nedenle seyredecek film yoktu evde.

Evden çıkıp yakın bir DVD ciye gidip film almaya karar verdik.

Geçen sene uçakta giderken bir film seyretmiştim.

Adam Sandler'ın başrolde oynadığı, Katie Holmes, Al Pacino gibi başka ünlülerin de yer aldığı çok eğlenceli bir filmdi.

Jack and Jill..

Seyrederken çok keyif almıştım. Adam Sandler'ın zaman zaman kız ikizinin yerine geçtiği tam bir komedi filmiydi. Al Pacino da filme neşe katmıştı.

Çocuklarla bir daha seyredilebilir diye düşünmüştüm ama olmadı.

DVD cide o filmi bulamadık.

Satıcı ona karşı yine Adam Sandler'ın başka bir filmini önerdi bize.."O Benim Oğlum" diye bir filmdi. Kapağında da konusu aynen şöyleydi.


Benim oğlum film konusu : Küçük Donny (Adam Sandler) okula yeni gelen öğretmenine aşık olur. Donny’in bu öğretmenden bir oğlu olur ve oğlu Todd babası tarafından bir süre büyütülür sonra yolları ayrılır. Bir gün Donny gazetede oğlunun evleneceği haberini görür, düğün baba ile oğulun yakınlaşması için bulunmaz bir fırsattır.
Biz de filmi aldık ve eve geldik.
Filmi DVD cihazına taktık ve aman tanrım.
Film çocuklar hiç de uygun değildi.
Bazı sahneler o kadar açık saçıktı ki, eşim sık sık filmi ileri almak zorunda kaldı.
Filmin ortalarında zaten pes ettik, "Uykumuz geldi, film de pek güzel değilmiş" gibi gerekçelerle kapattık.
Filmin kapağında +18 gibi bir ibare yoktu, biz de alırken rahat rahat aldık. Ardından kızlara çaktırmadan internetten biraz araştırma yapalım dedik. R+ diye birşey vardı filmin kapağında ve o restricted yani 17 yaş altındakilere uygun değil demekmiş. Bizim haberimiz yok tabii. Satıcı da yanımızda kızları gördüğü halde kalktı bize bu filmi tavsiye etti.
Film izleme konusunda ne kadar cahil olduğumuz böyle bir skandalla ortaya çıkmış oldu.
DVD 'ciyi o akşam bol bol sevgiyle andık.
Filmi taa bir hafta sonra çocuklar evde olmadığı bir gece seyrettik. Filmin seviyesi ancak bizim gibi 40+ grubunu kaldırıyordu.
Sonra düşündüm de, çocuklarla film seyretmek ve seçim yapmak ne kadar zor.
Baştan filme karar verip RTÜK gibi ebeveyn olarak seyretmek lazım. Uygun olan filmleri de bunun ardından çocuklara sunmak gerek sanki.
Romantik komedileri severim. Eşim pek keyif almaz ama, bazen benim zorumla seyreder.

İşte o ısrarlarımdan birinde beraber " Holiday- Tatil" diye bir film seyretmiştik.  Cameron Diaz, Kate Winslet, Jude Law gibi ünlü artıslerin rol aldığı 2006 yapımı filmin kısaca şöyleydi.


Iris (Kate Winslet), İngiltere'de yaşayan bir gazetecidir ve iş arkadaşı Jasper (Rufus Sewell) için yıllardır karşılıksız bir aşk beslemektedir. Çalıştıkları işyerinin yılbaşı partisinde aniden Jasper'ın başka bir iş arkadaşıyla nişanlanacağı haberi Iris'i çok etkiler. Bu sırada, Amerika'da yaşayan ve film fragmanları hazırlayan Amanda (Cameron Diaz), erkek arkadaşının onu aldatması üzerine onu terkeder ve yaşadığı yoğun tempodan uzaklaşmak ister. İnternette tatil yerleri ararken, evleri herhangi biriyle bir süreliğine karşılıklı değiştiştirmeyi sağlayan bir site bulur. Amanda, İngiltere'deki Iris'in evi için onunla iletişime geçer ve karşılıklı olarak evleri yılbaşına kadar değiştirme kararı alırlar.

Iris, Amerika'ya gelir ve Amanda'nın lüks evini görünce çok doğru bir karar verdiğini anlar. Burada Amanda'nın arkadaşı Miles (Jack Black) ile tanışır ve gün geçtikçe yakınlaşıp daha fazla zaman geçirmeye başlarlar. Amanda ise İngiltere'de Iris'in kır evinde kendini rahatlatmaya çabalarken eve gelen (Iris'in erkek kardeşi) Graham (Jude Law) ile tanışır ve aşk yaşamaya başlarlar. Amanda ve Iris sıkıntılarını unutur, ama yeniden dönmek zorunda kaldıkları zaman geldiğinde farklı yerlerde karşılarına çıkan aşkları bırakamazlar. Önceden yalnız geçirmeyi planladıkları yılbaşını hep birlikte İngiltere'de geçirirler.

Halen canım sıkılsa kafamı dağıtmak istesem bu filmi izlemek isterim.

Hele artık ergen olmak üzere iki de kızım var, eminim bu romantik filmi onlar da çok sevecekler.

İyisi mi ben eşimin evde olmadığı bir akşam kız kıza evde pijama partisi yapıp kızlarla bu filmi seyredeyim.

Sizlere de doğru  film seçimleri ve keyifle izlemeler dilerim.

26 Nisan 2013 Cuma

Yarı Zamanlı / Esnek Çalışma..

Hayat da değişti, buna paralel iş hayatı da..

İş dünyasında yeni trendler var artık.

Ben çalışıyorken yavaş yavaş başlamıştı.

Hatta yurtdışından genelge gelmişti bankaya.

İsteyenler %40 a kadar az zamanlı çalışabileceklerdi.

Yani haftada 40 saat mesai varsa ayda 16 saate kadar az çalışma şansın olacaktı, buna karşılık maaşın da %40 düşecekti.

Ben tabii ki hemen amirime gidip sordum, zaten genelgede böyle bir madde vardı, yani ilk amir onayı gerekiyordu.

Amirim beklendiği şekilde reddetti, sonra duydum ki bankada başvuran herkesin başvurusu o ya da bu gerekçeyle red cevabı almıştı. Yani Türk işi olarak yurt dışından genelge güya çalışanlara duyurulmuş ama nedense kimseden "talep " gelmediğinden yurt dışına bu şekilde bilgi verilmişti.

Son dönemde birçok yabancı firmada bu uygulamayı duyuyorum. Hem çalışanları motive eden, hem de işverenin maliyetlerini kısmen düşüren bir uygulama olduğunu düşünüyorum.

1990 da iş kanunu da giren yarı zamanlı çalışma sistemi evde ailesiyle daha fazla zaman geçirmek isteyenler, emekli olduktan sonra çalışma hayatından kopamayıp tam zamanlı çalışmayı tercih etmeyenler, üniversite öğrencileri gibi kesimler tarafından sevinçle karşılanmaktadır.

Bu sistemde gün olarak değil çalıştığınız saat üzerinden ücretinin yatmakta ve SGK priminiz ödenmektedir.

Hatta günübirlik, örneğin standlarda hosteslik yapan, ya da kapı kapı broşür dağıtan kişilerin de SGK priminin ödenmesi gerekmektedir.

Devlet tarafından bakıldığında hem işsizlik oranlarının düşmesi, hem de evdeki çalışma gücünün bir şekilde sosyal güvenlik sistemi içine katılması gibi nedenlerle de olumlu olarak karşılanmaktadır.

Ancak kadının işgücüne katkısının artırılması gibi bir proje olduğundan ve kadınlar kendilerine şans sunulduğunda yarı zamanlı çalışmayı tercih ettiğinden istenen denge yine sağlanamamaktadır.

İşverenler ise kriz dönemlerinde maliyetleri düşürmek adına, çalışan rızası almadan direk olarak bu sisteme geçmekte ve bu da çalışanların olumsuz etkilenmesine yol açabilmektedir.

Aslında bu sistem zaman zaman uzaktan erişimle çalışma metoduyla karıştırılıyor.




Kuzenimin yeni doğum yapan eşi örneğin bu sistemden en iyi şekilde yararlanmakta ve benim kıskançlığıma gark olmaktadır. Ben çocuklarım doğduktan sonra değil haftada 3 gün işe gitmek, hakkım olan süt izinlerimi de kullanamadığımdan haftada 3 gün işe gidip iki gün evde olmak benim için hayal bile edilemez bir durum. Oysa o 3 gün ofisine gidiyor, diğer 2 gün ise evinde bilgisayarı başında çalışıyor. Bunu yapabilmek için öz sorumluluk bilinci gelişmiş bir kişi olmak gerek. Ancak bizim gelinimiz işine son derece düşkün ve çalışmayı seven biri olduğundan bu sistemi suistimal etmek gibi bir şey aklına dahi gelmiyor.

Yabancı bir firmada yönetici pozisyonunda çalışan kankam da, kendisine sunulan bu imkandan faydalanacağını söyledi. Eskiden sadece mavi yakalı tabir edilen işler için sunulan uzaktan çalışma pozisyonu artık yöneticiler için de gündemde.

Arkadaşımın işyeri biraz daha kuralcı. Yani belirli saatlerde mutlaka masasının başında olacak. İnternet erişimi hep ve online olacak. Emin değilim ama belki de kamera kanalıyla kontrol edilecek.

Arkadaşım bu nedenle yatak odasının bir köşesine çalışma masası, sandalye ve bilgisayar koyarak kendine bir çalışma köşesi oluşturmayı planlıyor.

Evde çocuklardan kaçarak ne kadar olur, emin değilim ama bence kesinlikle denemeye değer.

Keşke benim de çalışırken böyle bir şansım olsaydı.

Belki bugün burada değil, bankacılığa şevkle devam eden biri olacaktım, bilemiyorum:))

24 Nisan 2013 Çarşamba

Anneanne..

Hepimizin teknik olarak bir anneannesi bir de babaannesi vardır.

Şanslı olanlar ikisini de görür, ikisiyle de vakit geçirir.

Ben şanssızım, sadece bir tanesine yetiştim, anneannem de daha üniversitedeyken bıraktı gitti bizi.

Erken kaybetmeme rağmen çocukluğumun, gençliğimin ve üniversite çağımın büyük bölümünü beraber geçirdim onunla.

Yazılarımı okuyanlar bilirler, sık sık onunla ilgili anılarıma atıfta bulunurum.

Nedendir bilinmez, insanlar anneannelerine çok yakın olurlar.

Onlar da torunlarına.

Belki de kızlar annelerine daha yakın olduğundan, torunlarla genellikle babaanneden daha fazla anneanneler ilgilenir.

Anneanne - kız torun arasındaki bağ büyülüdür. Anneanne, kızına olmadığı kadar anlayışlıdır kız torununa karşı; kız çocuğu ise annesine büyüttüğü öfkeden tamamen arınmış şekilde yaklaşır anneannesine. Sevgiyi göstermek daha kolay, çoğu konuda konuşmak daha rahattır. Anneannenizle aranızdaki bağ olan anneyi ikinizin de farklı tanımlarla yaşatmanız, ilişkinizi güçlendirir. Ne de olsa kimsenin alıp veremediği yoktur birbirinden; sen başkasının çocuğusun, o başkasının annesidir bir yerde. 

Anneanneler genellikle tonton, beyaz saçlı ve yumuşaktır. Ona ziyarete gittiğinde mutlaka sevdiğin bir yemek yapılmıştır/ yaptırılmıştır. Bir hediye hazırlanmış ya da alınmıştır. Kapıdan çıkarken de mutlaka cebine üç beş kuruş konmuştur.

Tek torunu olmadığın halde her bir torununa aynı muameleyi yapar. E bir sürü çocuğu olduğunu da düşününce gönlünün nasıl bu kadar zengin olduğuna bir türlü akıl sır erdiremezsin.

Anneannem çok ileri derecede miyobu sebebiyle pek göremezdi. Ama her gün en azından 8 sütuna manşeti gözüne yaklaştırır yine de okurdu. Geri kalanını da artık etrafta gelin, evlat, torun kim varsa ona okuturdu. Gözleri çok görmediği için seyretmek gerekmeyen Radyo Tiyatrosu piyesleri olmazsa olmazıydı. TRT 'de her sabah 10 da dinlemek için " Kara Kız'ı aç da dinleyelim bakalım ne diyecek" derdi.

Anneannemim gün takıntılarını hiç unutmam. Bazı işlerin mutlaka bazı günlerde yapılması gerektiğini düşünür ve diğer günlerde yapılmasına da hayatta izin vermezdi.

Mesela çamaşır ya Pazartesi ya da Perşembe yıkanırdı. Cuma günü bu işleri yapmak ona göre dinden çıkmaya eşdeğerdi.

Perşembe akşamı dua okur, çok çalgılı çengili program dinlenmesini hoş karşılamazdı. "İnanç Dünya"sını seyrederdi.

Bir gün onlara gitmiştim.

Sanırım okul yeni açılacaktı, Mustafakemalpaşa'da ailemin yanındaydım ve İstanbul'a yeni gelmiştim. Bu nedenle uzun zamandır görüşemiyorduk.

Kapıyı çaldım, yengem açtı.

Ama hiç yüzüme bakmadı. Anneannemin yanına gittim. "Sen git soyun dökün, elini yüzünü yıka sonra gel " demişti.

Meğer onların fanatiği olan dizi " Zenginler de Ağlar/ Marianna " saatinde gitmiştim.



Taa dizi bitince "Hoşgeldin Kızım" filan demişti, bir Marianna kadar değerim yok diye çok içerlediğimi hatırlıyorum.

Anneannem din programlarını seyrederken bir gün merak edip 12 numara miyop gözlüklerini takıp televizyona da yaklaşıp ilahi okuyan Ahmet Özhan'a bakmıştı. O güne kadar sanırım sesini beğendiğinden yüzünü de görmek istemişti.

Çapkınca "Ahmet Özhan da Ahmet Özhanmış hani.." dediğinde kopmuştum.
Bir kadının yaşı ve konumu ne olursa olsun latif bir erkek görünce beğenebileceği gerçeğini o gün anlamıştım.

Anneannem 1930 yıllarda daha penisilin yaygınlaşmadığından pisi pisine 1 yaşında ölen kızını hiç unutamazdı. Anlatırken gözleri dolar, hep ağlardı. Ölen kızı bir melek olmasına rağmen onun arkasından dualar ederdi.

Ondan dinlediğim en ilginç anılar Çanakkale Savaşı ile ilgili anılarıydı.

O zamanlar 7-8 yaşında olduğunu söylerdi. Her sabah Çanakkale'den at arabalarına binerek Ezine'ye doğru kaçtıklarını, her akşam hava kararınca geri geldiklerini anlatırdı, bana masal gibi gelirdi.

Anneannem 20 senedir yok, ama karakterime, kişiliğime, anılarıma öyle bir işlemiş ki, sanırım üzerimde en etkili insanlardan biri olduğunu söylemek durumundayım.

Eşimin anneannesi öldüğünde ailede kadının yerini, nasıl bir çınar olduğunu daha iyi anladım. Eşimin anneannesini kaybettiğimizde yaşımın 30 larda olması nedeniyle bazı gerçekleri kendi anneannemin kaybından daha iyi tahlil ettim.

Her bayramda 6 çocuğunu , 15 torununu hatta benim gibi gelinleri ve torun çocuklarını evinde uzun bir masada ağırlayan ve harika bayram yemekleri yapan anneanne ölünce, çocuklarının bu geleneği sürdüremediğini, hatta bazılarının aralarında tatsız olaylar yaşadığını üzülerek gördüm. Köy meydanındaki yaşlı çınar yıkıldığında , köyün de eskisi gibi olmadığını üzülerek gözlemledim.

Anneannesi yaşayan herkese, ona sıkı sıkı sarılmasını öneriyorum. Dersleri, okulu, işi bahane edip onu ihmal edenler ilerde Allah saklasın kati son vuku bulduğundan pişman olup vicdan azabı çekecekler diye düşünüyorum.

Hele onu beğenmeyip küçük görenleri, memleketi uzak diye gitmeye imtina edenleri Allah affetmez kanımca.

Yaşayanlara uzun ömür, kaybettiklerimize de Allah'tan rahmet dilerim.


22 Nisan 2013 Pazartesi

Rezidans Hayatı Mı? Müstakil Ev Mi?

Çocukluğum baştan Çanakkale'de 2 katlı ahşap ve eski bir evde, ardından da Mustafakemalpaşa'da yine eski, 2 katlı, 8 odalı, basık tavanlı ve tuvaleti bahçede olan müstakil bir evde geçti.

2005 yılında kızlar küçükken, onlar yüzünden 2+1 evimize sığamamaya başlamış ve mahallemizde hayalini kurmaya bile cesaret edemeyeceğimiz bir eve Allah'ın izniyle sahip olmuştuk.

Bu üç katlı, fakat çok mütevazi ve küçük evde, çok güzel günlerimiz geçmişti.

Gürültü oldu, alt kattakiler rahatsız oldu derdi yok, elektrik süpürgesi çalıştı komşu uyandı derdi yok, bahçede mangalını yap, kahvaltını et, yemeğini ye, çayını iç, bahçende laleni, sümbülünü, ortancanı yetiştir.. 

Kedin tuvalete çıkmak istedi, hemen bahçeye gitsin, bağırsın, miyavlasın sorun yok.

Aradan zaman geçti, ben de, eşim de iş değiştirdik ve ikimiz için de o ev, iş yerlerimize çok uzak kaldı.

Hayatımızı kolaylaştırmak adına, o evden ayrılmak zorunda kaldık.

Şu anda Ataköy'de, yani İstanbul'un belki de en güzel sosyal konutlarından birinde oturuyoruz.

Burası yeşil, düzenli, yaşanabilir ve medeni bir semt.

Ancak, tabii ki bir apartman dairesinde oturuyoruz.

Masa örtüsünü, paspası silkeleyemiyoruz, çöpümüzü akşam 11 den sonra atamıyoruz, sokak kapısını otomatik ile açabilmemiz için ancak kapının aşağıdan çalınmış olması gerekiyor, koskocaman yemyeşil bahçemiz var ama mangal yapamıyoruz, orada yemek yiyemiyoruz.

Evet sitemiz güvenlikli, evet, bahçemizde çok güzel çiçeklerimiz ve bahçevanımız var, evet, evde bir alet bozulunca sitenin teknisyeni gelip el atıyor ama, bilemiyorum olmuyor işte.. Bir şeyler eksik sanki.

Geçenlerde çok sevdiğim ve sıkı bir takipçisi olduğum akademisyen sayın Mikdat Kadıoğlu'nun

"Mikdatca ‏@Mikdatca
Gökdelenler gelişmiş ülkelerde sadece ofis binalarıdır. Gökdelende aile hayatı sadece bizim gibi ülkelerde görülen bir ilkellik/salaklık."

Mikdatca ‏@Mikdatca19 Nisan
Penceresi bile açılamayan akıllı binalarda ev/aile hayatı yaşamaya çalışanların aklı var mıdır?"
tweetlerinden sonra bu konuda bir şeyler yazmaya karar verdim.
Rezidans kelimesi Türkiye'de lüks oturma birimlerine verilen isim,ama asıl sözlük anlamı İngilizce'de ev, mekan, makam.
Ülkemizde rezidans deyince aklımıza şunlar geliyor.
  • Şehir merkezinde, ama yüksek bir bina olacak.
  • Dışı iğrenç camlı bina ya da granit olacak.
  • Bahçe kesinlikle uygun değil, zemin altında otopark şart.
  • Girişte otel gibi lobi olacak, gelen giden sorgulanacak.
  • Pencereler açılmayacak,içeride aynı kirli hava dolaşıp duracak, başın ne kadar ağrırsa o kadar makbul.
  • Yönetim istersen evini temizleyecek, çamaşırlarını yıkayacak.
  • Canın istediğinden değil konu komşu ile tanışmak veya kızları kesmek/ hava atmak için binada spor salonu bulunacak.

Tamam evler lüks, ancak ben eve ev demem, balkonuna çamaşır asamıyorsam..




Üstelik bu rezidans tipi evler çok pahalıdır. O kadar pahalıdır ki, ona verilecek parayla, pekala da güzel ve büyük bir müstakil ev alınabilir ve yaşanabilir. Bu evlerin aidatları, orta halli bir çok semtteki ev kiralarını ikiye katlayabilecek potansiyeldedir.

Yani o kadar paranız varsa iç mimara gidip, içine spor salonu, sinema salonu, bahçesine yüzme havuzu yaptırabilir, içinde her santimetrekaresini size özel hale getirebilirsiniz.

Haa, biz eski müstakil evimizde otururken bazı arkadaşlarımın " Ay ben çöpüyle bahçesiyle uğraşamam. Site değil güvenlik de yok, üstelik ne o öyle, 3 kat, merdiven in çık, in çık öyle ev mi olur.." dediklerini çok iyi hatırlıyorum.

Allah inşallah nasip eder de, eski evimize tekrar döneriz, ben ne olursa olsun, pahalı, havalı, sosyetik ve havuzlu evlerdense, mütevazı, mahalle kültürünü yaşayabileceğim, yanında bakkalı ve camisi olan evlerden yanayım.

Çocuklarımızın toprağa değmeden, temiz hava almadan yaşamalarına müsaade etmeyelim. İlerde zaten ne nefes alabilecekleri temiz hava, ne de basabilecekleri toprak kalacak.



19 Nisan 2013 Cuma

Saygın Soysal..

Kocam duymasın, ben de biraz ayran gönüllü olmaya başladım:)

Eskiden benim için bir tek Kıvanç Tatlıtuğ vardı :)

Sonra Muhteşem Yüzyıl'da Adnan Koç 'u görüp beğenmiştim ama kısa sürdü, unuttum :)

Üniversiteden beri bir de annem duymasın Özcan Deniz var, o baki.

***
Geçen haftalarda bir sabah anneme gittim, normalde evde iş güç yaptığımdan sabahları pek TV izlemiyorum.

Annemler heyecanla eskiden yayınlanan bir dizinin tekrarını izliyorlardı.

Bundan 4-5 sene öncesinin çok popüler bir dizisiymiş ama ben hiç ama hiç denk gelmemişim.

Adı Asi.

Ben de biraz seyrettim annemlerle sonra eve geldim. Kuzenimin sayesinde Antakya- Hatay 'a iki defa gitme şansım olmuştu. Rüya gibi bir şehir olduğunu 100 bininci kez yazıp içinizi bayıltma niyetinde değilim ama dizide o kadar güzel çekişmiş sahneler var ki şehre yeniden yeniden vuruldum. Yine de gitmeyenler için harika bir haftasonu planı olabilir yeniden söylemek isterim, her gün 5-6 tane uçak kalkıyor Hatay'a.

Ertesi gün ve ertesi gün bu bahaneyle izlemeye başladım.

Tuba Büyüküstün ve Murat Yıldırım başrolde oynuyor, insanlar güzel, evler çiftlikler güzel, doğa güzel.. Tümüyle hoş bir dizi, ne yazık ki tekrarları da bugün bitti. Ama mevzu bu değil.

Şu anda Muhteşem Yüzyıl dizisinde Mercan Ağa rolünde oynayan biri var hatırlarsanız.

İşte bu genç adam, yani nam-ı diğer Saygın Soysal.




Asi dizisinde geniş ailenin babasının gençliğinde gayrimeşru olarak doğup evin hizmetlileri tarafından büyütülen ve daha sonra gerçek annesini de bulan ve iki arada bir derede kalan, kardeşleri gibi okuyamayan ama çok içten çok doğal bir karakteri canlandırıyor.

1982 doğumlu ve simasından da anlaşılabileceği gibi Karadenizli olan Saygın Soysal Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuvarını bitirmiş.

Ardından benim hiç TV izlemediğim dolayısıyla hiçbirini bilmediğim Güz Yangını, Kırık Kanatlar, Hatırla Sevgili gibi dizilerde oynamış.

Onu Türkan'da, Selvi Boylum Al Yazmalım'da ve Bu Kalp Seni Unutur Mu ? dizilerinde de görenler olmuş.

Ben dediğim gibi onu ilk Mercan Ağa olarak görmüştüm ve kaliteli oyunu ile hemen gözüme girmişti.

Ancak Asi dizisinde kendisine gerçekten hayran oldum.

Hem şivesi, hem canlandırdığı karakterin naifliği, hem evin babasız büyüyen çocuğuyla olan diyaloğu ile oyunculuğu göz dolduruyor.

Asi dizisi çekilirken bir de Tuba Büyüküstün ile aşk yaşadığı söyleniyor.

Benim asıl ilgimi çeken yakışıklı olmamasına rağmen karakter oyuncusu olarak kendine ciddi yer edinmiş olması. Gördüğüm kadarıyla dönemin en popüler dizisi neyse o dizide mutlaka kendine bir yer buluyor.



Pazartesi günü Antalya'dan gelen arkadaşımla bir kafede oturup kahve içerken kendi başına yürüyerek yanımızdan geçti. Hatta arabaya binip giderken ikinci kez denk geldik.

Aynı Asi'deki gibi bir giyim tarzıyla, yalnız, sade bir tavrı vardı.

Gördüm ki kasılmadan, poz atmadan, sadece oynayarak da olabiliyormuş.

Umarım kendisini daha güzel rollerde daha sık görürüz. Zira gazetelerde her gün başka bir skandalla karşımıza çıkan oyunculardan şiddetle sıkıldım, onun gibilerinin daha fazla ortalıkta olması gerektiğini düşünenlerdenim.

Yolu açık olsun.

17 Nisan 2013 Çarşamba

Çinili Hamam'da Hamam Keyfi..


İki kış oldu, Bursa'ya gidemedik bir türlü.

Kaplıca keyfini çok özledim.

Cuma akşam eşim benim vıdı vıdılandığımı görerek Cumartesi günü İnegöl'e gitmeyi teklif etti.

"Hem köftemizi yeriz, hem Oylat'ta kaplıca keyfi yaparız." dedi.

Çok güzel de, kızların bir dünya ödevi, projesi, yazılısı filan var.

Kızları yanımıza alıp onları da götürsek, yapacakları işler patlayacak.

Yok, anneanneye bıraksak, olmaz, gözlerimin üstlerinde olması gerek, bu ara pek gevşeme lüksleri yok.

Annelik işte, tüm bu nedenlerle, eşimin bu güzel teklifini reddetmek zorunda kaldım.

Ancak sağolsun kendisi bana başka bir proje ile geldi.

***
Yıllarca Koşuyolu çevresinde oturduk. O dönem eşimin iş arkadaşlarıyla haftalık hamam ritüelleri olurdu.

"Madem İnegöl'e gidemedik, bari hamam keyfi yapalım." dedi.

Pazar sabahı erkenden daha kahvaltımızı etmeden kalktık, Üsküdar'a Çinili Hamam' a gittik.

Biz kızlarla beraber kadınlar tarafına girdik, eşim de kardeşiyle erkekler tarafına..




Çinili Hamam, 1640  yılında Kösem Sultan tarafından yaptırılmış.

İnşaat sırasında Çinili Camii, kütüphane karakol ve hamam olarak 4 eser bir arada yaptırılmış. Çinili Hamam, Çinili Camii'nin inşaatında çalışan ustaların yıkanmaları için yapılmış. 


Hamamın genelinde çok fazla bir değişiklik yapılmamış, dışarıda bulunan kubbelerde el değmeden tüm özelliğini bugüne kadar korumuş. Hamamda bulunan mermerlerde ki kabartmalar kurnalar tarihin izlerini taşıyor. Sadece kapı doğramaları ve duvar boyaları yapının doğal yapısını bozmadan yenilenmiş. Ağustos depreminde bile hiçbir zarar görmeyen hamamın duvar kalınlıklar 2 metreymiş.



Ben Çinili Hamam' a o kadar yakın oturmama rağmen pazar sabahı ilk defa gittim.


Eşim yanımıza havlumuzu şampuanımızı almamızı söylemişti, 3 bayan olunca bir haftalık tatile gider gibi bavulla gittik.

Aslında çok da gerek yokmuş, orada havlu değil ama peştemal veriyorlar.

Üst katta bir odanın anahtarını verdiler girişte. Eşyaları bırakıp kilitleyebilmek için. İçeride bir de dinlenme yatağı var. Ancak çok dar. Çok konforlu olduğu söylenemez.

İçerisi Çanakkale'de çocukken her hafta anneannemle mutlaka gittiğim Yalı Hamamı gibiydi ama ona göre hem daha büyüktü hem de daha estetikti. 

Kurnalar, tavanlar, göbek taşı hepsi çok hoştu.




İçeriye girdik, üç kişilik bir yere oturduk. Çok keyifli bir şekilde yıkandık, detaya girmeye gerek yok, ancak kaplıcadan çok temel bir farkı olduğunu gördüm.

Kaplıcada biliyosunuz su yeraltından sıcak olarak çıkıyor, dolayısıyla içerisi de bu ısı ile ısınıyor. Oysa Çinili Hamam odunla ısıtılıyor. Bu nedenle içerisi o kadar sıcak, o kadar sıcak ki, bir süre sonra fenalaştığınızı hissediyorsunuz.

Kızım iki defa o kadar bunaldı ki, kendisini dışarıya soğukluk denen yere çıkıp biraz hava ve oksijen aldırdık. Sanırım bir daha denemeyi düşünmüyor.

Biz üç kişi olduğumuzdan birbirimizi keseleme fırsatımız oldu. Ancak orada natır denen kadın tellaklar sayesinde kuvvetli bir şekilde hırpalana hırpalana keselenme opsiyonunuz var.

Hatta ayrıca masaj da yaptırabiliyorsunuz. Tabii ki keselenme ve masaj ekstra ücrete tabi.

İyice kazınıp temizlendikten sonra gözeneklerinizin iyice açıldığını ve vücudunuzun hava aldığını hissediyorsunuz.

Çıkışta bir de soda veya Uludağ Gazoz patlatırsanız keyfinize diyecek olmuyor.

Dışarıda saçlarınızı kurutabilmeniz için saç kurutma makinası da mevcut.

Evde isterseniz her gün 2 defa duş alın. İçerinin nemi ve sıcaklığı sayesinde o güne kadar hiç temiz olmadığınız kadar temizlendiğinizi hissediyorsunuz.

Biliyorsunuz doktorlar da keselenmenin sağlık için çok faydalı olduğunu öneriyorlar.

Pazar sabahının  o kadar erken saatinde gitmemize rağmen hamam doluydu. 

Ama asıl ilginç olan sabahın o saatinde Üsküdar gibi çok da turistik olmayan bir semtte bir halvet dolusu sarışın turistlerin olmasıydı. Ne yapacaklarını bilemeyerek etrafa şaşkın şaşkın bakıyorlardı.

Sanırım bu kadar şaşkın bakışların nedeni oldukça "özgür " bir şekilde yıkanan yaşlı teyzeler olabilir diye düşünüyorum. Aranızda küçük oğullarını alıp da Çinili Hamam' a gelmeyi düşünen biri varsa, kesinlikle yapmasın, çıplak bereket tanrıçası Kibele modundaki teyzeleri görerek oğullarının cinsel tercihlerinde onulmaz bir yara açabilirler.

Ama ben gerçekten çok memnun kaldım. Hatta çıkışta biraz uzanıp keyif yapmadığıma pişmanım.

Sonuç olarak ben, muhtemelen kuzenimi de yanıma alarak, ayda bir hamam organizasyonu yapmaya karar verdim.

Siz de en azından bir defa deneyin derim, ne kasdettiğimi anlayacaksınız..

15 Nisan 2013 Pazartesi

"Yeni Okul" ve Reggio Emilia Metodu..Bölüm 2


Bir önceki yazıda arkadaşım Özlenen ve baş koyduğu yoldan bahsetmeye başlamıştık ama konumuz uzun olduğundan yarım kalmıştı.

Açmış olduğu anaokulunda Regio Emilia sistemiyle yola çıktı ve  bu sistemi oturtmakta güçlük çekmedi. Okulun adı "Meşe Palamudu" idi.



Yıllardır çok başarılı bir biçimde giden anaokulunda verilen eğitim bir noktada tıkanıp kalıyordu, bu nedenle bunun devamı olan bir ilkokul açmanın da zamanı gelmişti.

Ve sonunda "Yeni Okul" doğdu.

Bu okulda yaratıcılık, sorgulayıcılık, deneyim, bireysel ve sosyal öğrenme ve çoklu zeka ana başlıklar..

Yeni Okul diyor ki, "Yaratıcı, yenilikçi ve araştırmacı olmak çocukların doğasında var.  Oyun, resim, heykel, matematik, dans, müzik onun yüzlerce dilinin birkaçı. Yeni Okul; çocuğun içindeki potansiyeli açığa çıkarabileceği ve kendini gerçekleştireceği çevreyi sunmak için kurulmuş.



Çocukla iletişime geçen bir çevre, çevresiyle iletişime geçen bir mimariyi gerektiriyor, bunun için Yeni Okul'da, dışarının içeriye içerinin dışarıya taşınabildiği şeffaf ve açık, içine dönmek istediğinde dönüşebilme esnekliğine sahip bir fiziksel çevre yapılandırılmış.

Okulda doğal ışık, temiz hava, betonlaşmamış çimen bir bahçe var. Bu çevre, çocuğun keşfederek, deneyimleyerek ve gözlemleyerek öğrenmesine imkan tanıyor. Üstelik yeri de hepimizin yaşam alanlarının üçgenlerinin ortasında aslında, bir vaha gibi.  Gayrettepe Gazeteciler Sitesinde..



"Reggio Emilia yaklaşımında 3. öğretmen olarak tanımlanan ve "çocuğun mekandan öğrenmesi" şeklinde karşılaştığımız çevre faktörü, Yeni Okul'un eğitim modelinde de benzer bir konuma sahip. Yeni Okul, genellikle zihnimizde beliren sınıf, atölye, ders, kitap, okul bahçesi imajlarını da yeniden oluşturmamızı gerektirecek kadar farklı bir çevre sunuyor, 

"Sağlıklı beslenme bir ayrıcalık değildir, bir  haktır." 

Yeni Okul, bu hakkın yaşamsal önemine inanıyor ve İstanbul gibi dev bir metropolde büyümenin olumsuz etkilerine maruz kalan çocukların sağlıklı beslenme hakkını desteklemek için çaba gösteriyor. Sadece organik besin maddelerinin kullanımı ile değil,"sağlıklı beslenme kültürü" kavramının eğitim yaşamının  içerisinde sürekli yer almasını sağlayarak , çocuklarda bu konuda bilincin oluşmasını hedefliyor.

Yeni okul'da çocuklar ne yediklerinin farkına varıyor, mevsimlerinde yetişen, genetik yapıları değiştirilmemiş sebze ve meyveleri tüketiyor, yemek kültürünü yaşayarak öğreniyorlar. Mutfak, duvarlar arkasında gizlenen bir mekan değil, günlük olarak okulda hazırlanan yemeklerin hazırlık aşamaları çocuklar tarafından gözlemleniyor  ve yemeğe dönüşümlerine tanık olunuyor. 

Bir anda 3. çocuğu doğursam dedim içimden. İlk ikisi için tren kaçtı çünkü. Onların büyüme tarzı ve içinde bulundukları sistem ortada. Ama şu anda 6 yaş anasınıfı, 1. ve 2. sınıf olarak açılacak Yeni Okul'da yıllar içinde diğer sınıflar da açılacak ve çocukların en önemli yıllarında olması gereken eğitim zinciri oluşturulmuş olacak.



Bu sene çocuğu ana sınıfına, ilkokul 1.veya 2. sınıfa başlayacak anne ve babalara seslenmek istiyorum.

Lütfen Gayrettepe'ye bir gidin, okulu gezin. Özlenen Hn'a uğrayın. Benden de selam söyleyin. Bir çayını için.. Size  benden çok daha donanımlı bir dille okulu tanıtsın ve gezdirsin. Çimenlere yalınayak basın. Ufkunuzun açılacağından emin olabilirsiniz.

Hem Özlenen Hn'ın hem de Yeni Okul'un yolu açık olsun.

Gidemeyecek olanlar için..


14 Nisan 2013 Pazar

"Yeni Okul" ve Reggio Emilia Metodu..Bölüm 1


Geçen gün son sevdiğim bir dostum, yine onun kanalıyla tanıştığım başka bir dostlarımdan bahsetti.

Bundan yıllar önce bir anaokulu açan arkadaşlar, sistemi tamamlayabilmek adına bir de ilkokul açmaya karar vermişler ve planlarını yürürlüğe koymuşlardı.

Biliyorsunuz son zamanlarda ben de eğitim konusuna son derece takmış durumdayım.
Bu nedenle konu da oldukça ilgimi çekti.

Okul binasının kiralandığını ve  sınıfların ve atölyelerin tefrişatları başladığını biliyordum ama bu kadar güzel bir yer ile karşılaşacağımı da tahmin etmiyordum açıkçası.



Okul öğretim yılına yetişecekti ve şu anda orada okuyacak öğrencileriyle de tanışmaya başlamıştı.

Arkadaşım beraber gezmeye gitmeyi önerdi ve dün buluşup gittik. Okulu gezmeye gelen aileler ve öğrenci adaylarıyla beraber okulu dolaştık. Hatta Cumartesi pazar günleri okulda yapılan toplantılarda okulla ilgili detaylı bilgilendirme yapıldığını ayrıca söylemek isterim.

Okulun yönetici arkadaşım Özlenen. Ama bu yazıda ben kendisinden profesyonel bir eğitimci olması hasebiyle Özlenen Hn diye bahsedeceğim.

Aslında Endüstri Mühendisi olan Özlenen Hn, mesleğini bir süre yaptıktan sonra çocuklarının da etkisiyle ( bir kızı bir oğlu var) eğitim işine gönül vermişti.

Kendisini daha önceden beri tanıdığımdan ve tüm süreci adım adım takip etme fırsatım oldu.

Özlenen Hn sadece annesi çalışan çocukların gün içinde bırakıldığı bir anaokulu yerine farklı bir anaokulu düşünüyordu.

Yıl 2005 idi.

Bu anaokulu  2-6 yaşın çocuğun kişiliği, kendini algılaması, dünyaya bakışı gibi önemli konuların belirlendiği, gelecekteki eğitim ve çalışma hayatını çok etkileyecek, mutlaka değerlendirilmesi gereken bir dönem biliyorsunuz..Bundan yola çıkarak klasik anaokulu anlayışının ötesine geçen, çocukları bilgi ve becerilerinin, yeteneklerinin üzerinde zorlamadan; sahip oldukları yetenekleri geliştirecek, onları araştıran, sorgulayan, yaratıcı bireyler olmaları için gereken kişilik özelliklerini katan, böylece geleceğin başarılı bireylerini yetiştiren bir anaokulu kurgulamaya çalıştı.

Sonunda sistem olarak Regio Emilia yönteminde karar kıldı, bu yöntemi seçmesinde ana neden çocuk merkezli olması ve uzun yıllardan beri geleceğin başarılı bireylerini yetiştirmek için  uygulanması  idi. 

Doğrusu ilk yıllarda oldukça zorluk çekti; okul binası Regio Emilia yöntemi için çok uygun idi; ortamı yine Regio Emilia için düzenlenmiş idi; metodu teorik olarak biliyordu; ancak öğretme tarafı Regio Emilia'da klasik eğitim metodundan çok farklı idi. Örneğin öğretmenin öğretmek yerine çocuğun öğrenmesi için ortam hazırlaması gerekiyordu;  önceden hazırlanmış hazır şablonlar yerine, yaratıcılığı destekleyen uygulamalar bulması gerekiyordu; göstermek - anlatmak yerine, çocukla beraber keşfetmesi gerekiyordu; önceden belirlenmiş bir programı uygulamak yerine, öğrenci merkezli hareket etmesi gerekiyordu.

Dilerseniz bir sonraki yazıda devam edelim..



10 Nisan 2013 Çarşamba

PowerPoint ile Sunum Yapmak..


Sanmayın ki işten ayrıldım, evimin kadını oldum, ohh, canımın istediğini yapıyorum.

Yok öyle birşey.

Mesela sorun, yazı neden bu saate kaldı?

Bu saate kaldı çünkü dün akşamdan beri PowerPoint'te sunum hazırlıyorum/ hazırlanmasına destek veriyorum/ öğretiyorum.

Yok yanlış anlamayın, evde kocama o şehir dışındayken biriken konuları anlatmak için yaptığım bir sunum değil.

Durun, baştan anlatayım.

Bizim kızlar daha ilkokul 5. sınıftalar.

Birinci dönem karnelerine düşük gelen derslerden istediklerine proje alarak not yükseltme durumları doğdu.

Onlar da Sosyal Bilgiler dersinden proje aldılar.

Konu, dünyadan iki şehir seçip bir ay boyunca internetten hava durumlarını ve sıcaklığını takip etmeleri ve bununla ilgili proje hazırlamalarıydı.

Bizimkiler şehirlerini seçtiler. Bir ay boyunca her gün o şehirlerin hava sıcaklığına ve hava olaylarına baktılar. Bunları kaydettiler.

O şehirlerle ilgili detay bilgi buldular, resimler indirdiler, sıcaklıkları excel tabloya işlediler, daha sonra da sıcaklıkların oluşturdukları grafikleri oluşturdular.

Tümünü bir dosyaya koydular, ara kontrole götürdüler.

Öğretmen içeriği genel olarak beğendi ama bilgisayarda yapılan tüm aktivitelerin (resimler dışında) yani düz yazıların, grafiklerin, tabloların elle yapılmasını istedi.

Bizimkiler ikinci kontrole kadar tüm yaptıklarını bu kez elle yazdılar, dosyalarını hazırladılar okula götürdüler.

Öğretmen bu defa beğenmişti ama son bomba şimdi geliyordu.

Dosyayı bu şekilde kabul edecekti ama tahtada projelerini sunmalarını istiyordu ve şimdi de tüm bilgilerin PowerPoint'e aktarılması lazımdı.

Bizim kızlar daha 10 yaş 6 aylıklar..

Tabii ki bilmiyorlar PowerPoint'te sunum hazırlamasını..

Haa, bence ödev çok iyi bu arada.. Sunum hazırlamak da sunmak da önemli çünkü. Özgüven için, hitab edebilmek için, doğru iletişim için. Kaynakça nedir, tanımlar neden önemlidir, vb vb.

Ama bana teknik tarafı onlar için biraz zormuş gibi geldi bana, nitekim onlara da..Gerçi sonunda hallettik ama..

PowerPoint.




Yıllarca kullandım. Yıllarca sunum hazırladım, defalarca sunum yaptım.

Aslında faydalı bir eserdir, ama kendini 58 kere sunumu değiştirmeyi seven yöneticilerden dolayı kendisini pek sevmem, soğudum.

Bence bir yönetici PowerPoint sunumuna  ne kadar bağımlıysa ve bunu ne kadar büyütüyorsa, o kadar verimsiz, yaratıcılıktan uzak, bürokratik, statükocu, sıkıcı bir insandır.

Hep duyarız, 666 kuralı başarılı bir sunum hazırlanmasında önemlidir. Peki nedir bu 666 kuralı?

Her slaytta en fazla 6 satır
Her satırda en fazla 6 kelime
En az 6 slayttan sonra mutlaka resim, grafik gibi bir görsel bulunmasıdır.

Teknoloji ve Pazarlama gurusu Guy Kawasaki de 10-20-30 kuralının uygulanmasının  bu programın başarılı kullanımı için şart olduğunu söylemektedir.

- En fazla 10 slayt: Çünkü normal bir insan bir konuda 10 farklı kavramdan fazlasını algılayamıyor.
- En fazla 20 dakika: Çünkü normal bir insanin yaklaşık dikkat suresi bu kadar.
- En az 30 pt yazı tipi boyutu: bu sayede her slayt yazı çöplüğü ile dolmamış oluyor, gerekli olanlar kalıyor sunumda.

Steve Jobs'ın PowerPoint ile ilgili çok ilginç bir sözü var.

"Ne konuştuğunu bilen insanların PowerPoint’e ihtiyacı yoktur."

PowerPoint ile ilgili çok ilginç bir de hikaye var. 2003 te Colombia Uzay Mekiğinin kalkışında gövdeden kopan bir parça kanattaki ısı koruyucu kısıma zarar vermiş. Bu farkedilince NASA mekiğin dünyaya dönüşünde  bir tehlike çıkar mı çıkmaz mı diye rapor istemiş. Bu rapor da PowerPoint ile hazırlanmış ama önemli birkaç  teknik detay bilgi, format yüzünden gözden kaçmış.

Sonuçta ise mekik dünyaya geri dönüşte kanadından  yanarak parçalanmış.

Bilirsiniz, PowerPoint'in en yaygın kullanım alanı Can Dündar'ın köşe yazılarından paragrafları "National Geographic"'ten sonbahar manzaralarının önüne koyup eşi dostu e-mail kanalı ile rahatsız etmektir. 

Beklendiği gibi ders, sunum falan değil.

Şaka bir yana, hani bir söz vardır ya "Ne seninle, ne sensiz" PowerPoint ile de toplum olarak, insanlık olarak durumumuz budur.

Allah ne muhtaç, ne de başımızdan eksik etsin.

İlginizi Çekebilir;

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...