28 Şubat 2012 Salı

Babalar ve Hayat Dersleri..

Bir gazetede dönem dönem herhangi bir alanda "En iyi 10" lar yayınlanır.

Bilirsiniz mutlaka ..

Ben de genelde bu köşeyi takip eder, hatta ilgi çekici olanları (yemek, tatil, gezi ) yırtar saklarım.

Geçenlerde bunlara göz gezdirirken okuduğum, ama unuttuğum çok güzel bir "En iyi 10" buldum.

Konu yemek, gezi değil..

"10 babadan 10 hayat" dersi..

Yeniden okuyunca çok hoşuma gitti.

Genelde annemiz bizi korur, kollar, hep yanımızdadır. Ama babalarımız sanki daha çok sağduyunun sesidir. Babalarımız her zaman gözümüzde sağlamdır, dimdik ayaktadır. Güçlüdür. Onlardan duyduklarımız genellikle hayatımızı şekillendirmemizde ciddi rol oynar.


İsimleri vermeyeceğim.







Tümü aslında çok değerli mesajlar..

Hadi gelin birlikte üzerinden geçelim.

Mesela bir yazar..Babası da gazeteci. Hatta hepimizin de tanıdığı bir gazeteci..

Ona tarafsız olmayı öğretmiş. Doğru bildiğinden şaşmamayı, neyi doğru biliyorsa onu yazmayı. Yani karşısında olduğu bir friksiyonla ilgili yazsa dahi  mutlaka dürüst ve tarafsız olmayı.


Bir akademisyen. Babası Türk tarihinin bir çok açıdan otoritelerinden biri. Hala sık sık televizyonda görürüz kendisini.

O da demiş ki kızına : "Her durumda çözüm için iki şıktan fazlası vardır. Olaylara standart bakma, görünmeyen seçenekleri araştır, bul ve uygula."

Her gün gazetede köşe yazılarını ve dönem dönem kitaplarını okuduğumuz bir yazar. Babası ona 18 yaşını doldurunca bir mektup atmış. Bu mektup yazarın yatılı okulda okuması ve  yaş gününde evden uzakta olması nedeniyle yollanmış bir mektupmuş. Mektupta en çarpıcı cümle şuymuş :

"Hayatı anlayabilmek için kendimizi de her sabah taze gözlerle görmemiz gerekir tıpkı kapımıza bırakılmış gazeteye bakar gibi.." O da oğlu 18 'e gelince ulaştıracakmış aynı cümleyi..

Diğer kahramanımız ünlü bir yazarın yayıncı oğlu. Onun babası ona sadece ve sadece "mütevazı" olmasını tavsiye etmiş.

Hepimizin çok sevdiği ve artık aramızda olmayan bir müzisyen. Oğullarına demiş ki : " Ne olursanız olun ,en iyisi olun, çöpçü de olsanız, marangoz da, en iyisi.." (Benim de kızlarıma her zaman söylediğim bir sözdür , acaba ilk okuduğumda aklımda mı kaldı, ben de aynı şeyi mi düşündüm, bilmiyorum.)

Ünlü bir müzisyenin besteci oğlu..Ona da babası saygısız olmadan dikbaşlı olmayı öğretmiş. Mesleğinden ve ideallerinden taviz vermeden hiç bir zorluktan vazgeçmemesini söylemiş.

Diğeri bir tiyatrocu. Kaybettiğimiz başka bir ünlü tiyatrocunun oğlu..Ona da babası "Adam gibi adam ol yeter" demiş. "Ama asla içindeki çocuğu kaybetme.."

Milli bir tenisçi..Babası ona her zaman sahada destek olmuş. 11 yaşındayken turnuvadan elenince ve tenisi bırakmaya karar verince babası "Bu sporu seviyorsan asla bırakma, sürekli hayal kur ve hayallerinin peşinden git." demiş..

Ünlü bir mimara babası ölünce bir kasa bırakmış. Kardeşleriyle beraber kasayı açmışlar. İçinden ne bir para, ne bir altın, ne de bir borç senedi çıkmış. Yani babası ona "Hayatta tapi kal " demiş. "Ne borçlu ol, ne de alacaklı.." Bu ünlü mimar  da hayatı boyunca hayatta tapi kalkmayı düstur edinmiş.

Son kahramanımızsa ünlü bir yazarın sanatçı kızı. O da babasından itiraz etmeyi, sorgulamayı, merak etmeyi ve hayır demeyi öğrenmiş. Hatta feminist olmayı bile..

Benim babam da her zaman "Alt yemlikten ye" derdi. (gözün hep yükseklerde olmasın, senden daha zor durumda olanlarla mutlaka beraber ol, vakit geçir,alçakgönüllü ol, mutevazı ol.)

Bir de "Deve bir kuruş, deve bin kuruş." lafını hiç unutamıyorum. (Elinde paran yokken, fiyatı uygun olsa da alamadığın şeyi, eğer mutlaka alman, elde etmen gerekiyorsa, ille bir mal olması şart değil, bir pozisyon, bir ilişki, bir durum, her neyse, şartların uygun olduğunda bedeli neyse öde ve al.)

Sahi siz?

Siz ne dersler aldınız babanızdan?

27 Şubat 2012 Pazartesi

Deniz Yıldızı ve Okuma Odaları

Aslında gazetede konuya rastlayalı çok oldu ama yazmak için kısmet  bugüneymiş.


Hep konuşuyoruz ya, yaşama amacımız iyi bir okul bitirip, iyi bir iş bulup, iyi para kazanıp, iyi giyinmek, iyi evlerde oturmak biliyorsunuz.

İşte bu kişilerden biri..John Wood.

35 yaşlarındayken, Microsoft’ta çalışıyormuş.

1991’de işe başladığı Microsoft’ta, Asya ve Avustralya’dan  sorumlu pazarlama direktörlüğüne kadar yükselmiş. Gayet iyi ve prestijli işinden kazandığı paralarla istediği yerde istediği tatili yapıyormuş.

Ama 1998 yılında çıktığı tatil onun bütün hayatını değiştirmiş. Tatilde bir Himalaya köyüne trekking’e gitmiş. Orda bir öğretmenle tanışmış ve öğretmenin davetiyle köyde  450 çocuğun okuduğu okula gitmiş.

Okulda onu çok şaşırtan bir şey olmuş. Okulda o kadar az kitap varmış ki, sadece 20 tane, öğretmenler bu kitapları kilit altında saklıyorlarmış. Okul müdürü John Wood’un şaşkınlığını görünce, ona “Beyefendi, belki bir gün kitaplarla bizi tekrar ziyaret eder ve sevindirirsiniz” demiş.

John Wood kendi kendine söz vermiş ve sonrasında bir yıl boyunca hazırlık yapmış. Nepal’ e ikinci kez tatil için değil, yanındaki 3000 kitabı ulaştırmak için gelmiş. Çocukların sevincini görünce ağlamaya başlamış ve işyerine dönünce istifa ederek, hayatını çocukların eğitimine adamış.

***
John Wood 2001’de iki arkadaşıyla ‘Room to Read’ (Okuma Odaları) adlı kar amacı gütmeyen bir kuruluş açmış. ‘Room to Read’in amacı, yeryüzünün neresinde olursa olsun kütüphanesi bulunmayan okullarda çocuklar için ‘okuma odaları’ kurmakmış. (Çok şaşıracaksınız, Türkiye’de bir benzerini benim programlarını eleştirdiğim Müge Anlı yapıyor. Kendisini kutlamak gerek.)  Ne yazık ki sadece kütüphane kurmak yetmemiş. Kütüphanelere çocukların okuyabileceği kitaplar koymak gerekmiş.


John Wood bunun üzerine bir de yayınevi kurmaya karar vermiş. Garhwali, Xhosa, Lao, Tharu, Bundeli, Tsonga gibi ismini bile duymadığımız dillerde kitaplar basmış. Bununla da yetinmemiş, kız öğrencilerin eğitim için büyük güçlüklerle karşılaştığını görünce, yoksulluktan okuyamayan 13 bin 500 kız çocuğuna maddi destek sağlamış.


Benim kendi adıma, okuyunca kendimden utandığım bir hikaye..


Evet,  benim 35 yaşında işimi gücümü bırakıp, hayatımın sonuna kadar kendimi hayır işlerine adayabileceğim bir birikimim yok. Ama  bu olaydan aldığım mesaj, "Herşeyi maddiyatla ölçmemek lazım, herkes birşeyler yapabilir, bazen bir kişinin bile dünyayı değiştirebilir." yönünde. Ayrıca bu organizasyonu General Elektrik mükemmeliyeti ve Rahibe Teresa şefkatiyle yaptığını ifade ettiğini de iletmek isterim.

Bazen o kadar kaderci davranıyoruz ki, sanki her şey bitmiş, her şeyi kabul etmek zorundaymışız gibi..Oysa hepinizin bildiği denizyıldızı hikayesinde olduğu gibi, sadece bir tanesini denize yetiştirebilsek ve onu kurtarsak, en azından bir denizyıldızının  hayatı kurtulmuş olacak, belki o denizyıldızı ileride dünyayı değiştirecek.


Etrafınıza bakın lütfen, kurtarabileceğiniz en azından bir deniz yıldızı dahi yok mu??

25 Şubat 2012 Cumartesi

Zorunda Mıyım? Dilber Ay..

Aslında Şahan Gökbakar'ı pek sevmem.

Hele Recep İvedik motifini hiç.

Bir süredir, önemli bir GSM operatörü reklamlarında Şahan Gökbakar'ı kullanıyor.

Bu reklamı izler, ama etkilenmezdim.

Taa ki onu görene kadar..

Kimi mi?

****
Zorunda mıyımmmmmm??? Zorunda mıyımmm??

Dilber Ay..



Ünlü bir türkücü..

Özellikle mapushane mahkumları tarafından çok bilinen ve sevilen bir sanatçı.

Barak havalarında (barak havası Türkmenlere özgü bir uzunhava çeşididir) erkek hegemonyasını yıkan en güçlü ses ..

İki kız iki erkek toplam 4 çocuk 14 torun sahibi..

Bir TV kanalında  hapishane süsü verilmiş bir sahnede türkü söylüyor.

Bugüne kadar 60 tane albüm çıkarmış.

Aslına bakarsanız sesi çok güzel, sağlam bir gırtlağı var.

Kardeş Türküler bile konserlerinde kendisini konuk sanatçı olarak ağırlıyor.

Asıl ününü "Beynelminel" filminde Kahtalı Mıçı ile söylediği "Akşama Geleceğim" isimli, hafif erotik çağırışımları olan bir türkü ile kazanmış.

İşin talihsiz yanı, 70'li yıllarda aynı adı taşıyan erotik bir film yıldızı ile dönem dönem karıştırılmasıymış.

Valla affedin, ben tüm bunları bilmiyordum.

Geçtiğimiz aylarda Cüneyt Özdemir ile 5N1K programında yaşanan olayı duymuşsunuzdur.

Cüneyt Özdemir Dilbey Ay'a "Programınızda en çok hangi parçalar istek alıyor??" diye sormuş.

Dilber Ay ise "Zorunda mıyım? "demiş. Cüneyt Özdemir önce şoke olmuş, sonra toparlanmış. Ben sonradan You Tube'da izledim. Zaten reklam da bu olaydan esinlenerek oluşturulmuş.

İşte tüm bunları, kendisine hayran olunca öğrendim.

Peki bunları neden anlattım biliyor musunuz?

Kendimi toplumdan uzak, sırça köşkte yaşayan ve hep eleştirdiğimiz aydınlar var ya, onlara benzettim.(Haşa, kendimi aydın olarak değerlendirmedim, yanlış anlaşılma olmasın)

İçimizde, başka ülkede doğsa Pavarotti olabilecek sesler var.

Görüntüsünü kullanmadan başarılı olan ses sanatçısı kadınlar var.

Ünlü müzik gruplarıyla  sahne alıyor, çok önemli bir Türk filminde oynuyor.

Ama ben, 40 yaşında, üniversite mezunu, aklınca toplumun içinde olarak geçinen biri, o kadar uzağım ki bütün bunlardan, olayları bir reklam nedeniyle öğrenebiliyorum.

****
Zorunda mıyımmmmmm?


Zorunda mıyımmmm?

Hep aynı çevrede yaşamak zorunda mıyımmmm?

Toplumdan uzak yaşamak zorunda mıyımm??

Mış gibi yapmak zorunda mıyım?

Kendim gibi olmamak zorunda mıyımmmm?

İnsanların beklediklerini giymek, saçımı boyamak zorunda mıyımmmm?

Bu böyle devam ediyor, gidiyor?

Ya siz ??

Siz de bazı şeylere "zorunda mısınız??""

24 Şubat 2012 Cuma

Hayat Devam Ediyor..(Life Goes On)

Aslında konu yeni bir konu değil ama her dem güncel..

Benim yaşdaşlarım sanırım benimle mutabıktır, ailelerimiz bizi okuturken hedefleri, iyi bir iş yerinde işi bir maaşlı bir iş bulmamızı sağlamak, hayatlarımızı güvence altına almaktı. Hele bir de doktor, öğretmen, asker, polis filan olduysak ailelerimizden  mutlusu yoktu.

Hatta bilirsiniz, ülkemizde memura kız vermek, işadamına kız vermekten her zaman daha itibarlı görülmüştür. Kız istemeye gelene "Oğlumuz ne iş yapar ?" diye sorulur, eğer memursa kız verilir, ama eğer genç internet emlakçısı ya da internet arkeoloğu ise uzun uzun düşünülür.

Öyle ya, sabit gelir, sigorta, belki lojman olanağı, yakacak yardımı filan, memurluktan kıyak iş var mıdır?


Ama biliyorsunuz, dünya değişiyor..Üniversite eğitimini tamamlamadan okulu bırakıp, dünyanın en önemli girişimcileri arasına girenler var. Aslında daha önce bu konuya değinmiştim. Ama çok önemli bir konu olduğundan yeniden üzerinden geçmek istiyorum.

http://hayatinkendisibu.blogspot.com/2011/12/dropbox-ve-mit.html
Geçtiğimiz günlerde bir bakanın konuyla ilgili bir sempozyumda verdiği bir demecini okuyunca, açıkçası umutla doldum.

Girişimciliğin anayasası yazılacakmış.
Tüm bakanlıkların bütçesine 2013 yılından itibaren AR-GE ödeneği koymak zorunlu olacakmış.
Firmalara danışmanlık hizmetinden tutun da, ürünün fikir aşamasından pazara ulaşmasına kadar her etapta politika araçları geliştirilecekmiş.


Sanırım Google, Facebook, Twitter gibi konseptlerden yola çıkılarak, tekno girişimci gençlere 100.000 TL hibe yardımı yapılmasına karar verilmiş. Prototipini ortaya çıkarmış ve ürünü ticarileşebilecek hale getirenlere 500.000 TL daha hibe verilecekmiş.

Kararların tümü çok güzel..Ama sanırım belirli bir zümreye hitap ediyor. Daha çok tekno girişimciler destekleniyor gibi bir mesaj aldım ama yanılıyor olabilirim.
Beni bu haberde en çok etkileyen şu oldu:Girişimcilik kültürünün yaygınlaştırılabilmesi için ilköğretimden başlayıp doktora düzeyine kadar girişimcilik dersleri verilecekmiş. Bu eğitimlerin bir kısmı sertifikalı olacakmış.
***
Eskiden bir dizi vardı. Adı Life Goes On (hayat devam ediyor ) idi. Çok sevdiğim “Life goes on “adlı parça da  bu dizinin müziğiydi. (Beatles’ın parçası)

Birbirine düşkün bir Amerikalı ailesi. Olaylar  Down sendromlu bir abi ve çok akıllı ve zekasıyla okulda popüler olan kız kardeşinin etrafında geçiyor.
Aile büyümüş ama engelli, okuyamayan oğullarına evde boş boş oturmasın, kendi ayaklarının üzerinde dursun diye, küçük bir kafe açmıştı. Biliyorsunuz Down lılar ne yazık ki 30 lu yaşlardan fazla yaşamıyorlar. Ama aile buna rağmen, çocuklarının iş kurmasına ön ayak olmuş ve onu yüreklendirmişti. Engelli çocuklarını sisteme, yani hayatın çarkına sokabilmek için, onu üretken kılabilmek için  tüm birikmişlerini harcamıştı.

Düşünün, etrafımızda bırakın engelli olmayı, çok zeki, akıllı, iyi eğitimli ve her türlü imkana sahipken, üretici olmak yerine tüketici olmayı seçen ev kadınları ya da mirasyedi /tembel erkekler var.
Bu nasıl bir milli servet ziyanlığıdır bilemiyorum. Sağlık , eğitim, zeka  bence paradan daha büyük bir servet.. 


Çocuklarımızın ve kendimizin yaratıcılıklarını destekleyelim, ufuklarını /ufkumuzu açalım. Yapmakta olduğumuz işe, oturduğumuz masadan bakmaya devam etmek yerine, kalkıp tam karşıdan bakmak bile işimize /hayatımıza yeni bir bakış açısı katmaya yetecektir.
Yarın sabah uyandığımızda, mevcut işimize/ yeni işimize, hayatımıza, çocuklarımıza yeni bir değer ekleyebilmek, hayatın her boyutunda yaratıcı /girişimci   olabilmek dileğiyle…

22 Şubat 2012 Çarşamba

Minority Report ve Okul Müdürüm..


Yazım daha dünden hazırdı, ”Ohh” dedim kendi kendime, hazır olmak güzel bir duygu çünkü.
Ama yine keyfini süremedim, zira öyle bir gündem oldu ki, yine yazmak zorunda kaldım.


Bir ilköğretim okulu “müdürü”, ilinde düzenlenen bir toplantıda, üstelik toplantı konusu “huzur“, öyle şeyler söyledi ki, ben eminim yıllardır, özellikle o öğretmen tarafından yetiştirilen çocukların ailelerinde ve tabii ki kamuoyunda huzur muzur kalmadı.
Beyefendi demiş ki:

-Çocuklar doğduktan sonra kan analizi yapılsın. Vatana millete, bu ülkeye zararlıysa “yürümeden“ yok edilsin…….Suça meyilli çocukların %90'ının ailesi sosyal güvenlik kanalıyla geçiniyor……Brezilya’da yıllar önce sokak çocuklarını yok etmek için bir örgüt kurulmuştu.


Yani beyanatı neresinden tutsam bilemiyorum.
Allah’ın verdiği canı Allah’tan başka kim alabilir?


İnanışımıza göre,insanlar saf ve temiz doğmuyorlar mı? Sonra eğer bozuluyorlarsa çevrenin, ailenin, koşulların etkisiyle bozulmuyorlar mı?
Vatana millete hayırlı olma kriterleri nedir?

Bu kriterleri kim belirlemiştir?
Bu okul müdürünü, acaba yürümeden önce, belirttiği testten geçirebilmiş olsaydık, bu beyanatı verebilecek kadar ömrü olacak mıydı? Yoksa yürümeyi öğrenemeyecek miydi?

Bu adam acaba baba değil mi? Zira hangi anne baba, böyle bir şey söyleyebilir? Hangimizin hayatında evlatlarından daha değerli bir varlığı var?
“Bir doktor hata yapar bir kişi ölür, bir öğretmen bir hata yapar bir toplum ölür.” diye bir söz vardır, bilirsiniz.

Önerim, bu kişi tarafından okutulan çocukların tespit edilerek profesyonel destek almalarını sağlamak.
Tabii ki, hakkında soruşturma açılmış bu sözlerin üzerine..

Tabii ki görevden alınmış.
Ama çocukların beyinlerine yıllardır nakşedilenleri nasıl alacağız?

Bütün okuduklarım rüya mı?
Yoksa ben “Minority Report*“ filminden sahneler mi izliyorum?

Neler oluyor?

*Minority Report 2045 yılından geçen bir bilimkurgu filmdir. 2002 yılında gösterime girmiştir. Başrolünde Tom Cruise oynamaktadır. Filmin konusu: Washington’da suç oranı çok düşmüştür. Nedeni polisin cinayeti işlenmeden önce tespit edebildiği “precog” lar kullanmasıdır.

Departmanın en önemli dedektifi olan John Anderton, kendi oğlu da yıllar önce cinayete kurban gittiği için kendisini katilleri suçu işlemeden önce yakalamaya adamıştır ama Anderton kendisinin katil zanlısı olarak görüldüğünü farkeder. İçinde bulunduğu sistemin kurbanı olduğunu anlar ve peşindeki polislerden kaçarak kendisine komplo düzenleyeni bulmak için harekete geçer.

20 Şubat 2012 Pazartesi

Kar Köpekleri, İhanet ve Amundsen..


Aralık 2011‘de Güney Kutbu’nun keşfinin 100. yıldönümü kutlandı.

Haa, güney kutbu keşfedildi de ne oldu diye sorarsanız, verebilecek bir cevabım yok. Ama sanırım insanlık için önemli adımlardan biri bu  keşif. Hem Antartika keşfedilmese Dan Brown’un İhanet Noktası kitabı  nerede geçecekti?

Neyse, konuyu dağıtmayalım, Amundsen isimli Norveçli bir denizci, 1893'te bir fok gemisinde denizciliğe başlıyor. Amundsen, dünyanın çeşitli kıyılarında dolaşıyor, değişik gemicilik teknikleri, buharlı gemiler ve bilimsel denizcilik yöntemleri konusunda uzmanlaşıyor.


Kuzey Kutbu'nun kaşifi Nansen'in de yüreklendirmesiyle, Atlas Okyanusu'nu Büyük Okyanus'a bağlayan deniz yolunu bulmayı aklına koyuyor.


Aslında amacı Kuzey Kutbu'nu keşfetmek; ama ondan önce başkaları Kuzey Kutbu'na keşfedince, o da hırs yapıp “Bari keşfedilmemiş bir yere gideyim, ben de keşif yapayım, namım yürüsün.“diyor.


Amundsen, 20 Kasım 1911'de ekibi (ekipte kutup tarihçisi, kayak olimpiyat şampiyonu, dağlara tırmanmakta çok deneyimli üç kişi  ve 150 köpek var) ile yola çıkıyor.

Ama doğal olarak ,ellerinde ne yönlerini bulmalarını sağlayan bir cihaz, ne hafif,  kalorili ve kuru yiyecek maddesi, ne de kolay taşınabilen su geçirmez kar giysileri bulunuyor.


Yolda erzakları bitince köpeklerin bir kısmını yemek zorunda kalıyorlar. (Bu konu üzerinde çok düşündüm. Bir sonuca varamadım. Ekibi taa kalkıp nerelerden taşıyıp, adını tarihe yazdırmasını sağlayan köpekleri yemek vefasızlık ve terbiyesizlik midir? Yoksa, zaten kutuplara varmış olduklarından, artık o köpeklere ihtiyacı olmadığını, gereksiz yük ve yiyecek tüketicisi olduklarına mı kadar vermiştir.  Bilemedim. Mantıklı bir açıklama getirebilen olursa ve benimle paylaşabilirse sevinirim.)


Amundsen ve ekibi, 14 Kasım' da  Güney Kutbu'na varıyor. (Hikayenin devamı da trajik. Amundsen, 16 Haziran 1928'de, kaza geçiren arkadaşını aramak amacıyla Kuzey Kutbu'na uçuyor. Kendisinden bir daha haber alınamıyor. Kuzey Buz Denizi'ne düştüğü sanılıyor.)


Buraya kadarki kısım kitabi bilgi kısmı. Gelelim bu konuya neden el attığımıza..


Amundsen daha sonra anılarını yazmış herkes gibi. Anıların arasında buzullarda kayarak yaşanan hayati tehlikeler, donma tehlikesi atlatmalar gibi oranın doğasının  getirdiği zor ama normal durumlar var.

Ama bunun yanı sıra, stres ve olumsuz koşullar altındaki tüm küçük  grupların yaşadığı kavgalar, hatta yumruklaşmalar da yer alıyor.


Fakat Amundsen, bu gerginliğe, tartışma ortamına, yaşanan sıkıntılara karşı mottolarından birisini şöyle açıklıyor:


“Her bir karar öncesinde ekipte herkesin düşüncesini mutlaka aldım.”(işte ileri seviyede demokrasi anlayışı )

Diğeri ise herkesin hayatının her aşamasında, işinde, evinde, ailesinde, arkadaşlıklarında , hatta çocuklarıyla olan ilişkilerinde değerlendirebileceği bir bakış açısı :


“Başarının önündeki en büyük engel ihanettir.”


Her birimiz, hayatlarımızdaki kendi “Kurtuluş Savaşlarımızı“ hayatımızdaki başka birilerinin ihaneti yüzünden kaybetmedik mi zaten??

19 Şubat 2012 Pazar

Kırmızı Kapak ve Gerçek Dostlar..

Perşembe günü uzun süren bir toplantıya gittim.
Çıkışta kızları keman/ piyano  dersinden topladım.

Tam eve gideceğiz, aklıma geldi, kızlara pizza teklif ettim. Birkaç gündür pizza diye sayıklıyorlardı.
Yolumuzdan döndük, evimize yakın bir pizzacıya gittik.

Siparişimizi verdik. Beklerken de karşılıklı sohbet ettik.
Telefonum masada duruyordu. Eşimin daha önce bana alıp hediye ettiği telefon kapağı gözüme ilişti. Çok sevdiğim kırmızı kapak bayağı bir kirlenmişti.

Her annede olduğu gibi benim çantamda da kolonyalı mendil vardı.  Hemen bir tane çıkardım, telefon kapağını silmeye başladım.
Ay bir de ne göreyim, bazı yerleri tükenmez kalem lekesi olmuş.

Bastıra bastıra silmeye devam ettim.
O sırada da telefonum acı acı çalmaya başladı.

Canım arkadaşlarımdan birisiydi arayan.
Açtım hemen..

-İyi misin? dedi.”İyiyim” dedim. Sesi çok endişeli geliyordu.
-Ne oldu ki? dedim.

-Zor durumda olduğunu sandım, gülerek açtığına sevindim. Ama yanında biri varsa çaktırma, her şey yolunda değil mi?
Telefonumu silerken, ekran kilidini yapmamışım. Chat uygulaması açık kalmış. Ben telefonu silerken, leke çıksın diye bastırdıkça, abuk sabuk harflere basıp durmuşum. Chat uygulamasından arkadaşıma saçma sapan şeyler yazmışım farkında olmadan.


O da  zor durumda olduğumu düşünmüş. Rahat rahat derdimi anlatamadığımı, bu nedenle o anlamsız şeyler yazarak şifreli bir biçimde yardım istediğime karar vermiş.
Canım benim..

-Kızım, ödüm patladı, başına bir şey geldi sandım.
Dedi.

Sevildiğini, birisinin senin için endişelendiğini görmek ne güzel. Aynı anda başka bir arkadaşıma da

ddddDDDDD
DDDDDDdddd

D
D
d
d
d
D

yazmışım, ama o mesela, bu durumu hiç ciddiye almamış.
“Normaldir, bu sanırım onun (benim yani) kendini ifade şekli, canı sıkkın galiba, dddddd demiş, neyse geçer. “ filan diyerek hiççç oralı olmamış.


Gerçek dostlarınızın sizi ne kadar sevdiğini test etmek istiyorsanız, chatinize anlamsız şeyler yazın.
“İlk sizi arayan sizindir. Diğerleriyse zaten hiç -sizin- olmamıştır.” derim.

17 Şubat 2012 Cuma

Kıvanç Tatlıtuğ'a İhanet ...


Dün bir arkadaşım aradı.
Mardin’de yaşıyor.

İşten güçten konuştuk biraz.
Daha önce Mardin’e iki kez gittim. Hayran olunmayacak bir şehir değil biliyorsunuz. Rüya alemi..Herkese mutlaka tavsiye ederim. Bu arada arkadaşım da beni Mardin’de  gayet iyi ağırlamıştı. Kulakları çınlasın.

“Yine gel.” Dedi.
“Gelirim“ dedim , ama bir şartla….

“Elinizde onlardan başka da  var mı ?” dedim.

“Ne?” dedi.
***
Durun en baştan anlatayım.

Daha önce de bahsettim. Televizyonla çok aram yok. Sadece bir dizim var devamlı izlediğim, onun dışında herşeyi bölük pörçük izliyorum.
Muhteşem Yüzyıl’ı seyrediyorum. Birkaç haftadır da önemli rollerden birinde birisi var ki , yani öyle böyle değil.

Aslında beni tanıyanlar bilir, iflah olmaz bir Kıvanç Tatlıtuğ hayranıyım ama, ne olduysa artık, bu genç adam onun tahtını yıktı benim gözümde. Yani resmen Kıvanç’a ihanet ediyorum ama, ne yapalım..
Behram Paşa, yani Adnan Koç..Gerçi geçen hafta İbrahim Paşa harcayıverdi onu ve diziden ayrılmak zorunda kaldı ama olsun, ben unutmayacağım, unutturmayacağım.

Adnan Koç ilk defa dizide dikkatimi çekti, arkasından “bu kimdir” diye şöyle bir araştırdım. Mardin’li. 1981 doğumlu.2006 yılında TRT tarafından yapılan ses yarışmasında birinci olmuş. Aslen Türk Sanat Müziği sanatçısı, albümü var. 12 tane de filmde oynamış.
Ama bir çoğumuz onu ilk defa Behram Paşa rolüyle fark ettik. Ya da ben en azından ben ilk defa orda gördüm.

İşin şakası bir yana  yakışıklı filan ama, beni asıl etkileyen, neredeyse nesli tükenmekte olan erkek Türk Sanat Müziği sanatçı ailesine  böylesine faydalı bir eser olarak katılmış  olması. Kendisi halen İstanbul’da bir kulüpte haftada iki gece sahne alıyormuş, bunun yanında da Radyo Alaturka’da haftada bir saat program yapıyormuş.(Annemin evine de yakınmış sahne aldığı yer, acaba bir akşam kızları anneme bırakıp gitsek mi?)
Elimizi salladığımızda popçuya çarptığı bir dönemde, bu yolu seçmiş olmasından dolayı kendisini tebrik ediyorum.

Az önce Mardinli sanatçılar hakkında bir araştırma yaptım da, sanırım, oranın havasından suyundan, hakikaten daha çok fazla sanatçı çıkmış Mardin’den..
Mardinlileri sanatçı, zanaatkar kılan, Arap lehçesiyle okunan sabah ezanını, ışıklandırılmış Ulucami’ye bakarak dinlemenin verdiği huzur mudur acaba?

16 Şubat 2012 Perşembe

Yağlı Ekmek ve Murphy Kuralları


Dün akşam Defne yine etamininin başına geçti.
İğnesi, ipliği, önünde örnek resmi, dikkatlice işliyor.

Bir ara dedi ki:
-Hangi delikten geçirecek olsam, sanki inat gibi o delik daha küçük diğerlerinden..


“Hah” dedim. "Her zaman neye el atarsan  o iş ters gider."
"Murphy (Mörfi diye okunur) Kuralları’na giriş dersine hoş geldiniz."

Murphy kurallarını hepiniz duymuşsunuzdur. Hatta cümle içinde de sık sık kullanırız çoğumuz. Peki bilir misiniz? Bu konu nedir? Murphy kimdir?

Hiç merak edip de araştırdığınız oldu mu?
Bilenler beni bağışlasın, onlar için sıkıcı olacak. Ama biraz bahsetmek istiyorum.


1917 doğumlu Edward A. Murphy Jr. ABD Hava Kuvvetlerinde 1949'da roketler üzerine deney yapan mühendislerden biriydi. Deneylerden birinde pilot üzerinde 16 değişik noktaya akselometre (serbest uzayda konum ölçmek için kullanılan bir sensör) takılması gerekiyordu. Sensör bir yapıştırıcı ile ancak iki türlü takılabiliyordu ve çalışanlardan birisi 16 sensörün tamamını da yanlış takmayı becermişti. (Pes ama artık )

Bunun üzerine Murphy, daha sonra kanun olarak nitelendirilecek ilk söylemlerini bir basın toplantısında açıkladı.


Murphy Kanunları'nın temeli şu söze dayanır:


"Eğer bir işi halletmek için birden fazla olasılık varsa ve bu olasılıklardan biri istenmeyen sonuçlar veya felaket doğuracaksa; kesinlikle bu olasılık gerçekleşecektir."


Bu anlayış, bu tarihten sonra modern teknikte analitik hataları önleme stratejisi olarak kullanılır.


Eğer üşenmez de Google ‘da Murphy Kurallarını aratmaya kalkarsanız, karşınıza 1001 çeşit kural çıkar.  Bunların tümünün hakikaten Murphy kuralları olduğunu sanmayın. İnsanların karşısına çıkan her tersliği Murphy’ye mal etmeye çalıştıklarını hayretle göreceksiniz. Bu nedenle herkesin başka bir Murphy kanunları listesi vardır.


Murphy'nin asıl kuralları ise aslında ana hatlarıyla aşağıdaki gibi özetlenebilir.

  1. Bir şeyin ters gitme olasılığı varsa, ters gidecektir.
  2. Bir şeyin birkaç şekilde ters gitme olasılığı varsa, hep en kötü sonuç doğuracak şekilde ters gidecektir.
  3. Bir şeyin ters gidebileceği olasılıkları engelleseniz bile, anında yeni bir olasılık ortaya çıkacaktır.
  4. Bir şeyin olma olasılığı, isteme olasılığı ile ters orantılıdır.
  5. Er ya da geç olası en kötü koşullar zincirlemesi hayata geçecektir.
  6. Ne zaman bir şeyden vazgeçseniz, vazgeçtiğiniz o şey size geri gelir.
  7. Olmuyorsa zorlayın, kırılırsa zaten değişmesi gerekirdi.
  8. Ne kadar beklersen bekle istenmediği zaman gelecektir.
  9. Çözülen her problem yeni problemler yaratır.
Geçen gün nişanlısı pilot olan bir iş arkadaşım söylüyordu. Bu havacılık  konusu  o kadar hassas bir konu ki, havanın soğukluk derecesine göre uçağın yıkandığı alkolun saflık derecesinin 1-2 derece hatalı ayarlanması bile bir uçağın düşmesine yol açmış.


Bu nedenle Murphy’nin psikopata bağlayıp her şeyin en olumsuz tarafını düşünmesini anlayışla karşılıyor ve saygı duyuyorum.
Bana garip gelen konu ise adamcağızın yaklaşık 70 sene kadar yaşaması. Zira her gün binlerce insan adamın kulağını çınlatmış. Nasıl katlanmış bilemiyorum.

Siz ne düşünürsünüz? 

Hakikaten ekmeğin yağlı kısmının yere bakarak düşme olasılığı, yerdeki halının ne kadar pahalı olduğuyla doğru orantılı mıdır?

14 Şubat 2012 Salı

Sevgililer Günü ve Gamze Akbaş..


Ya dayanamayacağım , yazacağım 14 Şubat “Sevgililer Günü “hakkında..
Yazmayayım , yazmayayım dedim ama..Yok olmadı..
“Mübarek “ Sevgililer Günü sanırım bugün yine çılgınca kutlanıyor.
Yani ben kutlamıyorum, etrafımda da şenlikler düzenleyen görmedim ama , gazeteler ,Twitter vb.ortalık yıkılıyor.Demek ki gün, anlam ve önemini hala koruyor.
***
Beni tanıyanlar ,ailem, çalışma arkadaşlarım,dostlarım bilirler.
Özel günlerden hoşlanmam. Özel gün hediyelerinden de.Deliye her gün özel .Ama eğer illa ki hediye olacaksa da, kişiye özel ,üzerinde düşünülmüş olmalı.Yani bana gömlek , parfüm vb alınacağına mümkünse hiçbir şey alınmasın.Öyle ya alınma zorunluluğu yok, ama :
“Kararlıyım , mutlaka alacağım, , para cebime battı, harcamasam ölürüm, özellikle bugün alayım ki , böylece çarpı iki para da harcayabileyim” diyenler için de bana özel ,üzerinde düşünülmüş bir hediye olmasını tercih ederim.
Çok klişe olacak ama, benim düşüncem şudur: Misal bugün Sevgililer Günü..Eşim bana kalkıp çiçek alsa kıllanırım.”Ay bizimki de sıradan bir adam olmuş, ay zavallı bir sürü de para vermiştir, sen bütün sene alma , alma , çiçek almayı akıl edeme, bugün etrafa bakınca aklına gelsin ,başkalarından gör, kolaya kaç , al “ diye geçiririm içimden.
Oysa mesela , 29 Şubatta çiçek alsın , gelsin , canımı yesin.
Aynı şekilde Anneler Günü, Babalar günü..
İstatistikleri okumuşsunuzdur ? 2011 yılında , tüm yıl boyunca millet olarak en fazla para harcadığımız gün Babalar Günü imiş.Ya , o kadar babalara yalakalık için yapıldığı belli ki.Yani düşünüyorum, düşünüyorum, aklımdan başka bir şey geçmiyor:
 “Kaz gelen yerden tavuk esirgememe “durumu..
Sen bütün sene babana  karşı gel, kötü davran, arkasından iş çevir, sarılıp sıcak bir öpücük kondurma , sonra babalar gününde hediye al.Çok riyakarca gelmiyor mu?
Ben evlenme yıldönümümü unutan kocaya kızmam , evlilikte her günü evlenme yıldönümü gibi geçirmeyenlere kızarım.(kızım sana söylüyorum,gelinim sen anla :)
Bu durum neye benziyor biliyor musunuz? 1929 Amerika Büyük Buhran’dan sonra Coca Cola’nın harcamaları ve satışları artırabilmek için , acilen kendi renklerinde bir Noel Baba konsepti uydurmasına …Yani hala bugün aklımızda beliren Noel Baba formatı , 1930 yılında vücuda getirilmiş bir konsept.
Yani sonuç olarak , Sevgililer Günü’nün tamamen ticari kaygılarla oluşturulmuş bir gün olduğuna inanıyor,bu vesile ile St.Valentine’a da Allah’tan rahmet diliyorum.
Yok ben illa ki , bugünü en içten dileklerimle kutlayacak ,sevdiceğime bir hediye alacağım diyenlere ise bir önerim var.

Gamze Akbaş için  bir tüp kan verelim , hissedeceğimiz o yüce duyguyu da sevdiceğimize hediye edelim.Onun “seyahate” çıkıp oğlundan ayrılmasına izin vermeyelim.


En kötü gününüz Sevgililer Günü gibi olsun..
Not : Gamze Akbaş lösemi.28 yaşında ve henüz 3 yaşında bir oğlu var.Onu kurtarabilmek için donör olalım,hepimiz en yakın tıp fakültesine gidip bir tüp kan verelim.

Seven..Yedi Büyük Günah..

Yedi olayını tuttum ben..

Dünyanın yedi harikasından sonra başka bir “yedi” ye geçeyim dedim.
“Bu ne ola ki ?” dediğinizi duyar gibiyim.

Yıllar önce seyrettiğim bir film vardı. Eşim askerdi, samimi bir arkadaşımla (onun eşi de aynı anda askerdeydi) kız kıza gidip çok beğendiğimizi hatırlıyorum. Tahminen çoğunuz  bu filmi seyretmişsinizdir. (Yaşı tutanlar, zira film 1995 yapımı )
Seven..

Brad Pitt, Morgan Freeman ve Gwyneth Paltrow’un başrollerde oynadığı bu film Hıristiyanlıkta geçen yedi büyük günahı işlemektedir.
Hıristiyanlık'ın 7 ölümcül günahını işleyenleri kendi vahşi yöntemleriyle öldüren bir seri katili ve onun peşindeki iki polis dedektifinin çabalarını konu alan, Hollywood yapımı bir gerilimdir. Sürekli yağmur yağan bir şehir, küf rengi tonlar, karanlık mekanlarda çekilen sahneleri ile sinema klasikleri arasında gösterilmektedir.

Filmi izleyenler için tekrar olacak ama, gelin beraberce hatırlayalım bu büyük günahları..
Superbia: Kibir, kendini beğenmişlik

Avaritia: Açgözlülük

Luxuria: Şehvet düşkünlüğü

Invidia: Kıskançlık, hasetlik

Gula: Oburluk

Ira: Öfke, yıkıcılık, gazap etmek

Acedia: Tembellik, miskinlik

***
En son din olan Müslümanlıkta da son Peygamber Hz.Muhammed  7 büyük günahtan bahsederek aşağıdaki davranışları bize yasaklamıştır.

Allah'a Şirk Koşmak
Sihir büyü yapmakCana Kıymak,adam öldürmek

Yetim malı yemek

Faiz yemek (Ben bunu banka faizi değil, tefeci faiz sistemi olarak yorumluyorum)
Savaştan kaçmak.

Namuslu bir kadına iftira atmak.
***

Diğer bir ilahi din olan Musevilikte de, yasaklanan büyük günahlar Müslümanlıkla çok büyük benzerlikler göstermektedir.
Puta tapmak (Allah’a ortak koşmak),

Boş ve yalan yere yemin etmek,
Cumartesi günü çalışmak,

Hırsızlık yapmak,
Haksız yere adam öldürmek,

Nikahlanmadığı yabancı kadınla zina yapmak,
Ana babaya saygısızlık göstermek,

Rüşvet,
Dolandırıcılık ve tefecilik ile elde edilen faiz ve kumar paralarını almak,

Putlara kurban kesmek,
Kesmeden öldürülen hayvanları yemek, domuz eti yemek .

***
Gelmek istediğim nokta şu: 

Hepimizin belki birbirimizden kendimize göre bir dinimiz, inancımız, Peygamberimiz var. Ama dinimiz ve Peygamberimizin adı farklı da olsa, öncelikle Allah’ımız tek. Allah tüm Peygamberlerine ve onlar aracılığıyla  bize aynı davranışları  yapmamızı ve yapmamamızı öğütlemiş. Ve eğer tüm maddeleri okuduysanız, aslında tüm emirler çok akılcı, eğer aile terbiyemiz, zekamız normal ortalamadaysa, aklımızla bulabileceğimiz doğruları içermekte.

Evrensel doğrulardan ve akılcılıktan hiç ayrılmamamız dileğiyle..

İlginizi Çekebilir;

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...