31 Temmuz 2012 Salı

Güveçte Patlıcan ve Pirzola Ama Aslında Gerçek ve Doğal Hayat..


Bir önceki yazıda salça ve kuru patlıcan tarifi vermiş ama amacımın yemek tarifi vermek olmadığından bahsetmiştim. Ama yer kalmadığından devamını bu yazıya bırakmıştım.

Köyde hafta sonu olup da kayınbiraderim, eşi ve çocuğu da aramıza katılınca, köy daha da keyifli oldu.

Kayınpederim ve kayınbiraderim bal kovanlarını açıp petekleri aldılar. Bal doldurmak için kaç kavanoz yıkadım bilemiyorum. Gerçi bu bal operasyonundan herkes birkaç arı sokmasıyla nasibini aldı ama, olsun, "Emeksiz yemek, ısırıksız doğal bal" olmuyor.

Günün en keyifli bölümü, kayınvalidemin liderliğinde hazırladığımız güveçti.

Bu yörede peçka tabir edilen ama kuzine ya da maşinga denilen fırınlı sobanın üzerinde, yani odun ateşinde pişirdiğimiz güvecin tarifi şöyle:

Öncelikle belirteyim, et dışında tüm malzemelerin kayınvalidem tarafından yetiştirildiğini ve bu nedenle her şeyin ekstra doğal ve lezzetli olduğunu belirtmek istiyorum.

Önce soğanları ince ince doğruyoruz, karabiberini, tuzunu, kimyonunu, pul biberini  ve yağlı kıymasını ekliyor ve yoğuruyoruz. Yoğurduğumuz bu kıymalı malzemeyi güvecimizin en altına bastırarak yayıyoruz, güvecin altı tamamen bu malzemeyle kaplanacak.

Tercihan şişman patlıcanları soyup tuzlu suda bekletip sıktıktan sonra uzun uzun ve  ince ince doğruyoruz. Kıymalı malzemenin üzerine patlıcanları diziyoruz ve üzerine bir sıra pirzola koyuyoruz. Daha sonra yeniden patlıcan, soyulmuş ve  küçük küçük doğranmış domates, tohumları alınmış ve üç parmak genişliğinde kesilmiş biber, dişlerine ayrılmış bir baş sarımsak da üzerine sırayla konuyor. En üste bir sıra daha pirzola ve doğranmış domates ekliyoruz. Güvecimizin kapağı kapatıyor ve  sobanın üzerine koyuyoruz. Ağır ateşte üç ya da dört saat pişiriyoruz. Aslında kapağa hava almasın diye hamur yoğurup kapatmak da mümkünmüş ama biz hamurla uğraşmaya üşendik.




Güvecin piştiğini şöyle anlıyoruz: Koyduğumuz yedi ya da sekiz tane patlıcanı bir daha görmememiz gerek. Güveç tencerede patlıcanlar tamamen yok olacak ve eriyecekler.

Bugünkü yazı da yemek kitabına döndü, farkındayım ve kusura bakmayın.
Ama aslında gelmeye çalıştığım nokta şu:


Yıllardır iş güç uğruna, gerçek ve doğal hayatı ve tadları tamamen kaçırmışım. Bu tip işleri hep başkalarının yapmasını ve hazıra konmayı beklemişim. Oysa yüzyıllardır büyüklerimiz yazdan her şeyi hazırlamışlar ve kışın da yemişler. Hem emek vermesi keyifli, hem de yıllardır yaptığım mekanik iş ve görevlerden sonra kendimi daha insan ve de kadın hissettim. Büyüklerimiz yüzyıllardır hata yapıyor olamazlar değil mi?

Neyse, zararın neresinden dönülse kardır ..

Haa, kışa Ekşili Kuru Patlıcan Dolması yemeğe bekliyorum..

29 Temmuz 2012 Pazar

Kuru Patlıcan ve Domates Salçası


Perşembe sabahı köye geldim. Kızlardan biri zaten buradaydı, ben de eğitim bitince diğer kızla birlikte soluğu köyde aldım.

Günler benim için Köy Gelini Olmaya Giriş 101 dersi şeklinde geçiyor.
Yıllardır çalışan ve zamanı çok kısıtlı olan biri olduğumdan hafta sonu köye kaçar gibi gelir giderdim. Şimdi bol bol boş ve hatta hafta içi de vaktim olduğundan yıllardır yapmadığım ve hatta yapmayı bilmediğim şeyleri deneme fırsatım oldu bu birkaç günde.

Mesela daha geldiğim gibi dalında olan ve değerlendirilmezse ziyan olacak domates gerçeği ile karşı karşıya kaldım.

Domatesler toplandı ki yaklaşık 20 kilo kadardılar, hepsini küçük küçük doğradım.


Ardından doğranmış domatesleri temiz bir çuvala doldurduk, üzerine de bir kova su koyduk. (Ağırlık yapsın diye) Domatesler yavaş yavaş sularını dışarı bırakmaya başladılar.

O gece sabaha kadar domatesler öylece bekledi. Çuvalın dışına ve domateslerin arasına kaya tuzu attık. Böylece yaklaşmak isteyen böcek ve karıncaları engelledik. Sabah etraf kan gölüne dönmüştü..

Sabah domatesleri kıyma makinesi mantığıyla çalışan bir salça makinesinden geçirdik.

Kabukları, çekirdekleri dışarıda kaldı, etli kısımları da altta. Sonra büyük yoğurt kaplarına doldurduğumuz salça müsveddelerini güneşin alnına geniş tahtalara tahta kaşıkla yaydık. Kurumadan salça olamayacaklardı.

Saatte bir sık sık gidip karıştırdık. Böylece buharlaşmayı artırarak kurumayı çabuklaştırıyorduk.

Gece topladığımız salçaları ertesi sabah yeniden yaydık. Yine sık sık karıştırmaya devam ettik. 2. günün sonunda salçalarımız olmuştu. Boş kavanozlara aktardığımız salçaları bıraktık ve başka limanlara yelken açtık.

Aynı şekilde dalında büyüyen ve hemen kullanılmazsa ziyan olacak patlıcanlar bizi bekliyordu.

İlk görüşte biraz korktum. Yaklaşık 50 adet patlıcan ameliyat edilmek üzere önüme konmuştu.

Hepsini ikiye böldüm. Çok şişman olanlarını kenara ayırdım.

Sonra kabak oyacağı ile oydum hepsini. Sonra da kocaman bir yorgan iğnesiyle patlıcanları ipe dizip kurumak üzere astım. Yaklaşık yarım günümü alan bu operasyonun sonucunda ellerim de simsiyah boyanmıştı. Ama değer, zira kışın soğuk günlerinde bol sumaklı ve etli kuru patlıcan dolması yapmayı Allah kısmet ederse, geriye dönüp “İyi ki oymuşum şu patlıcanları” diyeceğim.



Aslında amacım yazıyı yemek tarifi yazısına çevirmek değil ama, diyeceklerim ne yazık ki devamı bir sonraki yazıya kaldı.

27 Temmuz 2012 Cuma

Cennete Sızma Rehberi ve Bekir Develi

Yıllardır hayalini kurduğum evde Ramazan geçirme konseptinin kısmen de olsa bu sene gerçekleştirebiliyorum.


Beklediğim kadar büyük bir lüks değilmiş, sabah geç kalkamıyorum çünkü ama olsun, yine de güzel.


Üniversiteden beri ilk kez tam olarak iftar programını izleme fırsatım oluyor. Geçen yıllarda eve geç gelip, iftara yemek, sofra hazırlama vb operasyonundan pek de fırsat bulamıyordum.


Özellikle son birkaç senedir bence iftar programlarını sunan kişiler beni ekrana çağırmak yerine, programdan kaçırıyordu. Serdar Tuncer olsun, Senai Demirci olsun, eminim çok iyi niyetli ancak bence yanlış seçimlerdi. TRT 'nin seçimleriyle herkesi kucaklaması gerek bence, sadece belirli bir sınıfı değil. Öyle ya, biz Semih Sergen'in büyülü sesiyle iftar duası yaparak büyüttüğü bir nesiliz.


Yazılarımdan anlamışsınızdır, gezmeye görmeye düşkünümdür, severim.
Bu nedenle TRT de "Gez Göz Arpacık" adlı bir programa denk geldikçe seyretmeye çalışıyordum.






Sevimli, güleryüzlü, entellektüel bir sunucusu vardı, diğer kanallarda gezenler gibi ne snob davranıyor, ne de her yapılan yemeğe atlayarak ya da yaşlı teyzeleri mıncıklayıp sarılarak sevimli olduğunu düşünüyordu. İlişki yönetimi tam kararındaydı.


Ramazan öncesi bir baktım, bu senenin sunucu seçimi Bekir Develi imiş.Yani Gez Göz Arpacık'da beğendiğim sunucu..Ben sadece 107 bölümlük bu seriden haberdarım ama, aslında Bekir Develi bu program dışında 10 tane daha ortalama 15 bölümden programlar sunmuş..


Ama bence dönüm noktası şu :


Geçen sene Bosna'ya Srebrenica'ya Ramazan'da ziyarete gitmiş. Erkeklerin, çocukların, torunların katlediği ve sadece yaşlı kadınların kaldığı bir mezraya uğramış. Gittiği yerde savaşta yıkılan, savaş sonrası elden geçirilip tadil edilen bir cami varmış. Ama camide personel yokmuş ve teyzeler bundan yakınmışlar. Camiye bir imam istediklerini iletmişler.


Derken iftar saati olmuş, Bekir Develi gitmiş, bir ezan okumuş ki, teyzelerin hepsi mest olmuş.

Bekir Develi 2006 larda stand up yapmış, muhafazakar kesimin Cem Yılmaz'ı olarak nam salmış, programının adı Dinli-Yorum imiş. Üstelik dini konuları ti ye alıyormuş. Beni bu yaklaşımıyla direk yakaladı diyebilirim. Örnek mi? 

Cennete sızma rehberi

a) Baba 5 dakika birine bakıp çıkcaz be...
b)İI Sağlık Müdürlüğü'nden geliyoruz, Kevser suyundan örnek alacağız...
c) Abi çay boşlarını alacaktım...

Ya da :


Buraları yıkılıyo / Nur’dan yıkılıyo / Her gün peşime Şeytan takılıyo
İslam'ı seçtim / Tercihim doğru / Yasla başını / Seccadeye doğru

Ben o dönemini takip edemedim ama, şu anda duru Türkçesi ile ama aynı zamanda sevimliliği ve samimiyeti ile diğer sunuculardan net olarak ayrılıp bir adım öne çıktığını rahatlıkla söyleyebilirim. Programlarının birinde Fethiye'deki folklörcülerle şakır şakır İngilizce, başka birinde dünya turuna çıkmış Belçikalılarla şakır şakır Almanca konuşmuştur. 


Şahsen ben laubaliliğin , sululuğun prim yaptığı günümüz program sunuculuğuna seviye getirdiğini düşünüyorum, yolu açık olsun..


25 Temmuz 2012 Çarşamba

Onu Öldüren Seni de Öldürür..


Bu sabah eşim işe gidecekti, bense uyanmaya çalışıyorum gözüm tavanda.

Kartonpiyerde simsiyah bir nokta var, koskoca bir sivrisinek.


Karnı doymuş belli, bizi gece iyice sömürmüş.

Tavan beyaz kartonpiyer ya, pat diye vursan, kırmızı olacak.

Eşim de gitti, aerosol tabir edilen iğrenç kimyasalı aldı eline tavana sıktı, muhtemelen rahmetli o an aramızdan ayrıldı.

Koku iğrenç bir koku, kendimi bildim bileli nefret ederim.

Gözlerimi kapadım, aklıma çocukluğum geldi.

Çanakkale'deyiz, hava sıcak, yaz.

Gece yatacağız, kapı pencere açık, içeride vızır vızır sinekler uçuyor.

Her akşam evde aynı seremoni olurdu.

Annem ya da babam kapıları pencereleri kapatır, içeriye bol bol arerosol sıkardı.

Sonra 15 dk filan beklenir, ardından kapı pencereler açılır ve içerisi havalandırılırdı.

Havalandığına kanaat getirilince de o zehir dolu odaya gönül rahatlığıyla girilir, sabaha kadar mis gibi soluyarak uyunurdu.

O zamanlar sokaklarda ilaçlama yapılmazdı.Şimdi neredeyse her akşam sokaktan bir kamyonetle etrafa ilaç ve zehir saçan, kızlarımın terminolojisiyle  "dumanlı amca" lar geçiyor.

Özellikle yaşadığımız semt olan Ataköy eskiden bataklık olması, halen de içinden Marmara'ya akan dereler olması sebebiyle sineği bol bir yer.

Tüm evlerde bütün pencerelerde sineklik var bu yüzden.

Ama biz çocukken böyle sistematik pencere teli müessesesi yoktu. Uyduruk tül perdeler ve kapılara asılan boncuklu süs mü desem artık onlarla sineklerin girmesi engellenmeye çalışıyordu.




Ama en kötüsü , şu zehirlerin zehir olduğu bilinci yoktu, düşünsenize dediğim gibi rahat rahat zehirli odada uyuyorduk.

Bir de eşimin açıkhavada kullanmaktan kaçınmadığı sıvı sinek kovucular var, direk cildine sürüyor, şaka gibi..Ben en azından çocukların sürmesine engel olmaya çalışıyorum. Ama koca elden gitti gidiyor..

***
Geçen gün arkadaşlar geldi.

Beraber iftar yapacaktık.

Gelirken çiğ köfte getirmişler, yanına yeşillik iyi gider dedik.

Arkadaşım uzun uzun yıkadı, eşim de o kadar yıkamasına gerek olmadığını söyledi.

Arkadaş : 

- Olur mu köyden gelen yeşillikte zirai ilaç olmadığından içinde daha fazla börtü böcek ve yaratık oluyor. O nedenle daha da çok yıkıyorum.
dedi.

İşyerinden bir arkadaşım her yere bol bol çamaşır suyu döktüğünü, içinin böylece çok rahat ettiğini söylerdi.

Ben de ona hep şöyle derdim:

-Mikropları öldürüyorsa, seni de öldürüyor, farkında değil misin?

Aslında hala birşeylerin tam olarak farkına varamıyoruz. Hala aramızda çamaşır suyunun, aeresolün, sadece diğer canlıları öldürdüğünü ama bize birşey yapmadığını düşünenler var. Ve deterjan endüstrisi bundan bizim sağlığımız pahasına bir sürü para kazanıyor.

Bulaşıkları yıkamak için makineye ya da leğene koyduğumuz deterjanı aslında yiyoruz farkında mısınız?

Aslında diyeceğim şu, sırf başkaları kullanıyor diye, sırf reklamı var diye, sırf çamaşırlarımız daha beyaz olacak hava atacağız diye, üzerinde düşünmeden, sorgulamadan, içimize sindirmeden hiçbir şey kullanmamamız gerekiyor.

Sanmayın ki birileri bunları sizin için düşünüyor, beyin-akıl bizim, kullanalım derim..

23 Temmuz 2012 Pazartesi

Ramazan Ayının Kaçınılmaz Klişeleri... Bölüm 2


Önceki yazıda Ramazan ayının klişelerinden bahsetmeye başlamıştık.Ancak baktık ki o kadar çok klişe var ki, tek yazıya sığmadı, devamı bu yazıya diyerek olaysız biçimde dağılmıştık.

Kaldığımız yerden devam..

  • Reklamlarda dede ve babaannelerin illa ki kola içmesi..
  • "Gol yemek orucu bozar mı ?", "Dayak yemek orucu bozar mı ?", "Ayar yesem orucum bozulur mu?" gibi geyiklerin mutlaka yapılması...
  • Yabancı içecek ve gıda firmalarının fırsat bu fırsat diyerek inanç ve duygularımızdan istifadeyle adı Valide Sultan Çorbasına kadar giden bilimum gıda çeşitleri hazırlayıp TVlerde boy boy reklam yapması.
  • Ramazan bayramı'nın ilk gününde "Ay alışmışım oruca, sabah kahvaltı da bir ağır geldi ki sormayın" demenin akabinde baklavaları ikişer ikişer ağza atılması. Akşama kadar bu şekilde devam edip akşam yemeğinin akabinde şişe şişe soda tüketilmesi..
  • İnsanların teravih için fellik fellik jet bir imamın bulunduğu cami araması. Bulunan imamla roportaj ve TV haberi yapılması
  • TV kanallarında istanbul için iftar vaktinden birkaç dakika önce tasavvuf müziği fonuyla çıkan çok hızlı açan gül ve benzeri çiçekler.
  • Oruç tutmadığı için dayak yiyen öğrenci/memur  haberleri.
  • Yerin bilmem kaç metre altinda sahur/iftar yapan maden isçileri ile röportaj yapılması.
  • Davulcu bahşişi alıp gittikten sonra bir davulcunun daha gelip kartını göstererek "Abi aslında esas davulcunuz benim demin gelen davulcu değil dolandırıcıydı" demesi. 
  • Ünlülerin Ramazan Çadırında iftar yapması.
  • Bereket kelimesinin aylık tema olarak benimsenmesi ve yerli yersiz cümlede kullanılması..
  • Hamilelerin mutlaka "Oruç tutsam bebeğe bişey olur mu?" diye sorması..
  • Bir kasabamızda ya da şehrimizde yanlışlıkla 5-10 dakika erken okunan ezan, bunun üzerine orucunu açan ancak sonra yanlışlık olduğunu öğrenince orucum bozuldu mu acaba diye panikleyen insanlar... Bunun çok önemli bir habermiş gibi televizyon kanallarına çıkması. Sonra da  bir yetkilinin çıkıp orucun bozulmadığını açıklamasının illa ki yapılması ve yüreklere su serpilmesi..
  • Mahmutpaşa: Dar gelirlinin bayram alışverişinin tek adresi tadında haber yapılması..
  • Belli bir insan grubunun yıl boyu anlı secdeye değmezken teravih namazına koşturması, bayram günü tekrar başlamak üzere alkolü bırakması, namaza başlaması,ağızdan Allah kelamını düşürmemesi, 11 ay yaptığı her şeye 1 ay karşı çıkması..
  • Başka bir insan grubunun da göze sokarcasına alkol alması, bunu her türlü sosyal medyada ilan edip, marifet olduğunu sanması, oruç tutmanın sağlıksızlığından dem vurması, oruç tutan, orucun lafını eden kimseleri aşağılayıcı bakışlarla taciz etmesi..

Eminim sizin ekleyeceğiniz daha bir sürü klişe daha vardır. Benim aklıma gelenler bunlar. Her ne kadar işten güçten ıvırdan zıvırdan ya da vurdumduymazlıktan, tam hakkını verecek kadar yaşayamasak da Ramazan güzel.Hem belki biz de yeni klişeler oluşmasına katkıda bulunuruz ne dersiniz?

Nice Ramazanlara..

22 Temmuz 2012 Pazar

Ramazan Ayının Kaçınılmaz Klişeleri... Bölüm 1

Birkaç gündür yazı yazmaya ve yayınlamaya fırsatım olmadı.


İftar sahur filan derken düzen denge değişti, uyku saatleri şaştı, yoksa sanmayın ki "Ramazan dolayısıyla kapalıyız.."


İşte aslında yazı başladı bile .."Ramazan dolayısıyla kapalıyız" dan daha öte klişe olur mu?


Hadi buyrun...İşte Ramazan klişeleri..



  • Bizim çocukluğumuzda Nurhan Damcıoğlu ve kantoları..TRT'de İnanç Dünyası ve Semih Sergen'in sesinden iftar duası..
  • Ahmet Özhan'ın o dönemde artık hangi aktris meşhursa onunla çevrilmiş bir TV filmi..
  • Arkadaşlardan sık duyulan "Ay ben Ramazanda bara, klübe gitmem" cümlesi..
  • Normalde oruç tutmadığı halde bilmemne Holding'in iftarına davetli olduğundan o gün oruç tutan insan çeşidi...
  • Ramazan bayramı nedeniyle ayın sonlara doğru artan çikolata ve şekerleme reklamları. Özellikle yaşlı ve yalnız insan motifinin kullanılarak duyguların iyice ajite edilmesi ve bunun nakde tahvil edilmesi...
  • Her gün TV ye bir diyetisyenin çıkması ve Ramazanda ne yenir ne yenmez konularında birbirinin aynı demeçlerin verilmesi.
  • İlla ki "11 ayın sultanı" repliğinin cümle içinde kullanılması.
  • Oruç tutan futbolcuların ''performansı düşer'' diye kadro dışı bırakılması, sonra saatlerce süren spor programlarında bu konunun tartışılması, sonuçta yine bir anlaşmaya varılamaması.
  • Şov amaçlı iftar yemeği veren sanatçılar ve bunu bir marifetmiş gibi yayınlayan TV kanalları..Bu kişiler geri kalan 11 ayda bambaşka bir hayat tarzı içindeyken bir anda en dindar sanatçı oluverirler, özellikle bu sanatçıların bir bölümüne iftarda sahurda ezan okutmak da esastır.
  • Çeşitli gazetelerin diğer zamanlarda yayınladığı açık saçık resimlerden dolayı çocuklarınıza okuyamayacağınız içerikte yayın yapma durumundan kuponla dini kitap verme kampanyalarına geçiş yapmaları.
  • Güllaç..(Ben de bu klişeden kendimi alamıyorum, ilk iftara güllaç yapmıştım ve misafirlerimizle yedik valla..)
  • Mahyalar ve mahya asan kişilerle ilgili TV haberleri..
  • TRT'nin illeri ekranın sağ tarafına sıralayarak iftar vakti gelen ili çek edip listenin yukarısına atması.
  • Öpüşmek, koklaşmak, kocasının oturduğu yere oturmak vb gibi bilimum orucu bozup bozmayacağı düşünülen konularla ilgili  uzmanlara soru sorulması ve soruların uzmanlarca Tanrı Parçacığı ile ilgili soru sorulmuşcasına büyük bir ciddiyetle yanıtlanması.
  • Trafiğin iftara bir saat kala kilit olması, iftar vaktinde ise inler ve cinlerin çift kale maç yapması..
  • TV'de Çağrı filminin muhakkak yayınlanması..


Baktım da liste tahminimden uzun çıktı..Bir sonraki yazıda devam edelim..


18 Temmuz 2012 Çarşamba

Tatilde Nereye Gitsek? Gökçeada..

Bugün kuzenimle gideceğimiz bir iş görüşmemiz vardı.


Malum İstanbul trafik fena, dün akşamdan arabayla bize geldiler, gece bizde kaldılar.


İş görüşmesinden eve döndük, dönerken kuzenimin eşini de işinden aldık, ordayken 3 çocuğu evde yalnız bıraktık, neyse eve dönünce gördük ki, enkaz devralmadık.


Kuzenimin eşi bu sene daha yeni iş değiştirdiğinden, yıllık izni yok. Bu nedenle izne çıkabilmek için sadece bayram tatili opsiyonları var.


Bu nedenle tatil süreleri de kısıtlı.


Bir taraftan nereye gitsek diye görüşüyorlardı ki konu hayatta en sevdiğim konudur.


Kuzenin eşi aslında Fethiye'ye gitmek istiyormuş, hatta kuzenim de, ama bir hafta süreleri olduğundan araba kullan, boynun belin tutulsun, üstelik 2 gün de yolda ziyan et, anlamsız olur dediler.


Kuzenim Bozcaada'yı yeniden teklif etti, eşi beni artık hiçbir kuvvet Bozcaada'ya bir daha götüremez dedi.


Ve... Ta ta ta taaaa...
Aklıma neresi geldi bilin..


Tabii ki Gökçeada..


Hayatımda ilk kez 1979 yılında, hala her sene tatilimizi beraber yaptığım kankam  ve ailelerimizle gitmiştik. Ben 7, o 5 yaşındaydık.


Gökçeada'ya olan sevgim hiç bitmedi. Eşimle ve çocuklarla sık sık gittiğim bir tatil yöresidir.


Çanakkale 'nin ilçesi olan ve ülkemizin en büyük adası olan Gökçeada, aynı zamanda Türkiye'nin en batı noktasıdır.


Gökçeada'ya gitmek aslında Kabatepe limanına varmakla başlar. Eceabat'a yakın olan ve Çanakkale Şehitlikleri tarihi yarımadada yer alan bu bölgede bulunan plaj bana hep çocukluğumda yaptığımız çadır kampını hatırlatır. Hatta adaya geçmek  için vapur sırası beklerken mutlaka burada denize girerim.
Feribot yaklaşık 2 saat sürer ve Gökçeada limanına varırsınız. Limandan Gökçeada ilçe merkezi 10 dakika civarında zaman alır. Biz ne zaman gitsek Kaleköy'de Yakamoz otelde kalırdık, manzarası ve özellikle lokantası çok güzel olan bu otelden, en son aşağı Kaleköy'de apart otelde kalarak vazgeçtik.
Gökçeada'ya arabayla gitmek şarttır. Çünkü birçok köyü ve yüzülecek harika koyları olan ada arabayla gezmekle ancak bitirilebilinir.




Kale'ye çıkıp manzara seyretmeden, Kefaloz'a gidip sörf yapmadan, tuz gölünü görmeden,Laz koyunda yüzmeden,Uğurlu'ya gitmeden denizin tadı çıkmaz.
Ama ben adada nereyi severim diye sorarsanız, denizden başka şeylerden bahsederim.


Rum köyleri..


Hepsi birbirinden enteresan ve değişiktir.


Mesela Tepeköy...Bundan 50 yıl önce 1200 olan köy nüfusu şu an 32. Barba Yorgo'nun girişimiyle köy yeniden canlanmaya başlamış.


Böğürtlenlerin izini sürerek Zeytinli'ye gidebilir ve köyün ünlü dibek kahvesini içebilirsiniz. Madam'ın yeri çok  ünlüdür ama  Nefise Karatay'ın babasının kahvesine de gidebilirsiniz.


Burda Cicirya denen bir hamur yemeği de yapılıyor ama benim bir türlü deneme şansım olmadı. Belki gidince siz deneyebilirsiniz.


Eski Bademli koruma altındaki köylerden biri ve de köylerin içinde en canlı olanı.Yunanistan'dan ve İstanbul'dan gelenler eski evleri restore ederek burada yeni bir hayat kurmuşlar.


Bence Adada en acıklı yer Dereköy. 1950 hane ile Türkiye'nin kalabalık köyü iken şu an köy hayalet köye dönüşmüş.Eski evlerden keçiler çıkıyor. Çamaşırhane görmeye değer.


Bence bu sene tatilde bir de Gökçeada'yı deneyin.Daha önce Vize ile ilgili anlattığım Yavaş Şehir / Citta Slow ünvanını Gökçeada çoktan kazanmış bile..


Taze balıklarla, doğal zeytinyağıyla, badem kurabiyesiyle, organik tarımıyla ve de inanılmaz güzel oğlak etiyle (bazı yerlerde tepsiyle fırında pişirim yaptırabilir, aynı yerde yiyebilirsiniz..) damağınıza da hitap edecek bu adayı  eminim beğeneceksiniz.


İyi tatiller..



16 Temmuz 2012 Pazartesi

Topkapı Sarayı, Sultanahmet, Caferağa Medresesi, Samatya

Ramazan gelmeden, işe başlamadan, vakit varken kızların arzularını sırayla yerine getirmeye çalışıyorum.

Uzun zamandır Topkapı Sarayı’nı yeniden gezmek istiyorlardı. Sanırım Muhteşem Yüzyıl’ın bunda büyük etkisi var.

Kuzenim, ailesi ve de Ankara’da yaşayan samimi arkadaşı/ arkadaşımız da bize katılacaklarını söylediler. Aslında sıcak basmadan sabah erkenden gidecektik, ama onlar ancak öğlen geliriz deyince biz de gezimizi öğlen en sıcak saate erteledik.
Önce İbrahim Paşa Sarayı’nı görmek istedi benimkiler, sarayın önüne kadar gittik, ama el sanatları sergisi/pazarı tadında bir şeyler vardı ve eserin panoramik görüntüsünü almak mümkün olamadı.

İslam Eserleri Müzesi olarak kullanılan bu binayı bir gün ayrıca gezmek üzere sözleşip olaysızca dağıldık.
Ardından her Sultanahmet’e geldiğimizde yaptığımız gibi Sultanahmet Köftecisi’ne gittik. Köfteler süperdi, servis, ortam hepsi harika, ama köfteler benim boğazıma dizildi. İçerde salonu, üst katları da toplarsak en 150 kişi vardır, hiçbir masa boş değil, kapıda gidiş geliş kuyruğu inanılmaz yoğun, ayrıca paket servis yaptıranlar var ve kredi kartı dahi geçmiyor, sadece nakit çalışılıyor.
Köftenin porsiyonunun 11 TL, piyazın da 5 TL olduğunu söylersem, sanırım orada gerçekleştiren performansın yüksekliğini ve köftenin neden boğazıma dizildiğini anlarsınız. (Neden babam bana böyle bir tezgah bırakmadı ki)

Ben Müze Kart kullanıyorum, sorunum yok ama, kızlar 18 yaş altı olduğundan ücretsiz bilet alarak tarihi eserlere girebiliyor ve bilet kuyruğu inanılmazdı. Aslında daha girerken içeride yaşanacakları anlamam lazımdı ama kondurmak istemedim.

Üç dört senedir gitmiyordum sanırım Topkapı Sarayı’na..İnanılmaz güzel düzenlenmiş, o dağınıklık o karmaşa gitmiş, bir senaryo bir düzen olmuş. Hatta yerlere bile direk basılmıyor, camlarla kaplanmış. Hala restorasyonda olan bölümler de var.

Ancak içerisi o kadar kalabalıktı ki, özellikle Mukaddes Emanetler bölümünde ben birçok esere yaklaşamadım bile. Öyle bir izdiham vardı ki inanamazsınız. Kızlar ufak tefek olduklarından aralardan sızıp bana göre daha fazla eser inceleme fırsatı buldular.
Hazine dairesi de üç bölüme ayrılmış. İkinci ve üçüncü bölüme girmek için kapıda kuyruklar var ve güvenlik belli bir sayıda kişiyi içeri alıyor. Sıcaktan ve kalabalıktan üçüncü bölüme girip sadece Kaşıkçı Elması’nı görüp, bu bölümdeki diğer eserleri izleyemedik. Zaten bu arada kuzen ve ekibi de gelmiş bizi Hürrem Hamamı’nda bekliyordu.

Önümüzdeki günlerde bir kez daha gidip eksik kalan bölümleri tamamlamaya karar verdik.

Çıkışta, çay kahve içmeyi çok sevdiğim Caferağa Medresesi’ne gittik. Kalabalık da değildi, süperdi.

Oturduk uzun uzun sohbet ettik. Hasret giderdik. Fikir teatisinde bulunduk.
Bir süre sonra kalktık, Sultanahmet’in denize doğru tarafında değişen çehresini, yeni açılan küçücük rengarenk otelleri, cafeleri restoranları görmek için yürüyüş yaptık.

Samatya Meydan’da açıkhavada, rüzgar sonunda serin serin eserken ızgara sardalya yemek ise günün en keyifli bölümlerinden biriydi. Çocuklar salatayı bile yağmaladılar, o kadar acıkmışlardı demek ki..



Akşam eve dönerken yüzüme yerleşen gülümseme neden diye mi soruyorsunuz? Kuzenimin anlattığı hikayeden dolayı tabii..

Kuzenimin eşinin çok samimi bir arkadaşı var. Arkadaşının babası imammış. Bir gün gelmişler kapısını çalmışlar.

-Hoca efendi, lütfen gel, annemiz çok hasta, ölüyor, gel annemin  başında dua et ki kadıncağız huzur içinde ölsün.
Adamcağız kalkmış gitmiş, oturmuş, duasını etmiş, ama bakmış vaziyet de hakikaten kötü, çaktırmamış, duası bitince kalkmış.
Evine dönerken tam kapıda hasta yakınlarına:
-Şimdiden başınız sağolsun.
Demiş.

***
İstanbul her zaman, her saat, her yeriyle hep güzel..

14 Temmuz 2012 Cumartesi

Üç Beş Sekiz..

Eeee, kızlar 10 yaşını bitiriyor, aylardan yaz, üstelik tatilim, evdeyim, çalışmıyorum . Bu durumda çocukların eğitimi konusunu her yonden ele almanın zamanı geldi de geçiyor.


Bizim zamanımızda eğer gençseniz, yazlığınız da yoksa yaz tatilinde yapılması gerekenlerin başında eğer 3 kişi iseniz 3-5-8, eğer 4 kişi iseniz de King oynamak gelirdi.


İlk defa kuzenim ve ben Datça Aktur'da yaz tatilinde öğrenmiştik 3-5-8 oynamayı.


Daha sonra değerli eşim her 3-5-8 ya da King oynadığınızda beni uyuz ettiğinden, çünkü tüm oyunları kazandığından uzun zamandır oynadığım bir oyun değil.


Benim adımı hatırlamakta bazen güçlük çeken eşim, maşallah 52 lik destenin tümünü, hem de her elde, teker teker nasıl ezberliyor ben bir anlasam. Hayır, insan eğer böyle bir potansiyeli varsa gidip King'de filan değil daha paraya tahvil edilebilecek birşeyde kullansa daha iyi değil mi ? Neyse mevzu bu değil.


Geçen hafta kızlar köyde, eşim onların yanında, evde yalnızım, gece saat 11.15 telefon çaldı.
Arayan kuzenimdi, gecenin bu saatinde hayatta aramaz genelde, 10.30 gibi uyur çünkü..
Açtım telefonu, bir taraftan endişeliyim birşey mi oldu diye ...
Açtım :
-Bir şey soracağım , 3-5-8 nasıl oynanıyordu ? dedi..


Uzun zamandır oynamadığımdan hemen hatırlayamadım, hatırlayıp döneyim dedim kendisine bir taraftan gülerek..


3-5-8, King'e giriş olarak tabir edilen, tek deste 52 lik ile oynanan bir koz oyunudur. 3 kişi ile oynanır.






Kağıtların tümü tek tek dağıtılır, kalan 4 kağıt yere kapalı olarak konur.


İlk kağıt verilen kişi 3 çü , ardından gelen 5çi , kağıdı dağıtan da 8 ci olur. 8 ci olan kozu seçer, söyler, elindeki en kötü 4 kağıdı seçer, yere kapalı koyar ve yerdeki kağıtları alır. Bu değişimde rol alan kağıtları diğer iki oyuncu göremez. 3 çü söylenen koza göre 3 el, 5 çi söylenen koza göre 5 el, 8 ci de söylediği koza gore 8 el almak durumundadır.


El bittiğinde örneğin 3 çü 2 el aldıysa -1, 5 el aldıysa artı 2 olarak kapatır.


Sonraki elin başında eli artı ile kapatanlar, eksi ile kapatanlardan kağıt ister. Örneğin 5 çi eksi 3 ile kapattıysa, artı ile el kapatanlar ona mesela sinek 2 verir. O elinde sinek kağıtlardan en büyük ne varsa vermek zorundadır.


Bu nedenle eli eksi kapatanlar bir sonraki ele oldukça dezavantajı başlarlar.


Allah'tan 4 elde bir af çıkar da, dezavantajlar ve avantajlar ortadan kalkar.


Bugün evimize döndüğümüz, iskambil destemize kavuştuğumuzu göre, e boş zamanımız da var, 3-5-8 ' e giriş (UBS 101) dersine başlayabiliriz.


Eğer bu konuda performans beklenen düzey olursa, zannımca önümüzdeki yaz da King 101 dersine başlarız gibime geliyor.


Haydi bakalım, şeytanımız bol olsun...

12 Temmuz 2012 Perşembe

Denizcilerin ve Denizin Tek Taşı : Deniz Fenerleri


Dün evdeyken gözüm televizyona takıldı, TRT Belgesel kanalında deniz fenerleriyle ilgili bir belgesel vardı.

Oldum olayı bayılırım deniz fenerlerine. Çok özel yapılar olduklarını düşünürüm.

Herhangi bir trafik işaretinin olmadığı, tehlikeli noktaları, geçitleri, dönemeçleri, yakın şehirleri ve kasabaları, demiryolu geçitlerini, toprak kaymalarını işaret eden levhaların bulunmadığı bir karayolu düşünebilir misiniz?

Karayollarında bu tür uyarıcı, rehberlik edici işaretlerin var olmasının gerektiği gibi denizdeki vasıtalara yol gösterecek, tehlikeleri belirtecek bir deniz fenerinin varlığı da şarttır. Deniz fenerinin ışığı, denizcilere limanın girişini aydınlatır. Denizde bulundukları yeri, yakın sahilin durumunu belirtir. Onları, kayalıklar, sığ geçitler ve benzeri tehlikelere karşı uyarır.



Dünyanın en ünlü feneri, dünyanın yedi harikasından biri olan ve Mısır’da bulunan İskenderiye Feneridir. Ünlü Bilgin Arşimet bu kuleye metalik çukur aynalar monte etmiş olup bu nedenle yaklaşık 50 km görüş alanı sağlanmıştır. Bu muazzam eser 14. Yüzyılda bir depremde yıkılmıştır.


Dünyanın  en eski fenerinin ise Çanakkale’de MÖ 7.yüzyılda o zamanki adıyla Sigeum Burnunda yapıldığına dair kayıtlara rastlanmıştır.
Roma imparatorluğunun çöküşü ardından, denizlerdeki denetimin yok olması deniz ticaret yollarındaki güveni ortadan kaldırmış, denizaşırı ticarette önemli bir daralma meydana gelmiştir. Antik çağdan beri çalışmakta olan birçok deniz feneri Ortaçağda bakımsızlık yüzünde harap olmuştur.



Üzerinde odun veya kömür ateşi yakılan çok sayıda fener 17. ve 18. yüzyıllar boyunca Avrupa kıyılarındaki değişik yerlere inşa edilmiştir. 19.cu yüzyılda deniz ticaretinin yoğunlaşmasıyla birlikte, çok sayıda deniz feneri inşa edilmiştir.



Bugün dünyada çeşitli ülkelerde toplam olarak 25.000 kadar deniz feneri olduğu söylenmektedir. Günümüzde yapılan deniz fenerleri, birkaç bölümden meydana gelmektedir.



Bu bölümler; fener, fenerin işletilmesini sağlayan dış bölüm, yakıt anbarı, sarnıç, depolar, fenerci odası, diğer oturma bölümleri.

Deniz fenerlerinde ilk zamanlarda ateş, reçineli odunlar veya madensel yağlar yakılarak ışık vermeleri sağlanıyordu. Daha sonra deniz fenerleri hafif madenden yapılarak içlerinde ışığı güçlendirmek için, ayna ve mercek bulunup kullanıldı.

Günümüzde son zamanlarda, otomatik deniz fenerleri de yapılmıştır. Bunlardan bazısı dışarıdan kumandalıdır. Deniz kıyısından idare edilerek yanıp söndürülebilir. Bazısı da doğrudan doğruya şamandıra üzerinde bulunur. 

Tamamen otomatik olup, bunların özel bölümünde bulunan bir maden, sabahleyin güneş doğunca sıcaklığın etkisiyle genişler ve otomatik olarak feneri söndürür. Akşam güneş batınca veya sisli ve çok bulutlu havalarda maden küçülerek, bir sübapı açar. Böylece fenerin yanmasını sağlar.

Fenerlerden kimisinin ışığı sürekli yanar.

Bazısının ise, yanıp söner. Bu yanıp sönenler de iki çeşittir. Birincisinde fenerlerin yanık ve sönük olduğu müddetler birbirine eşittir. İkincisinde fenerin sönük olduğu süre, yanık olduğu süreden daha uzundur.

Üçüncü uygulama sınıfına giren bir başka fener çeşidi daha vardır ki, bu fenerde, ışık, karanlık devreden sonra, ard arda birkaç defa yanıp söner. Özel olarak, yanyana bulunan deniz fenerlerinin, ayrı ayrı şekillerde ışık vermesi sağlanır. Bu şekilde gemiciler, ışığın biçimine bakmak suretiyle feneri tanırlar. Bugüne kadar tüm fenerlerin aynı ışığı verdiklerini düşünürdüm. Oysa denizcilerin nerede olduklarını anlayabilmeleri için her fener birbirinden farklı çakıyormuş. Denizciler de ellerindeki listeden nerede olduklarını anlayabiliyorlarmış.

Belgeselde benim en fazla dikkatimi çeken konu şu oldu. Türkiye’de fenerlerin bakımı ailelerde babadan oğula geçmekte. Bu hep böyle olmuş. Ancak fenerler genellikle şehir merkezlerinin uzağında, ıssız yerlerde olduğundan, belgeselde konuşan tüm fener bekçilerinin ve eşlerinin, yalnızlıktan dem vurduklarını gördüm. Bazıları çocuklarını okutacak okul bile bulamadıklarından karı koca yalnız yaşamışlar, çocukları büyüklerine bırakmışlar.

Bir görevli erken yaşta ölünce eşi devlete başvurarak işin kendisine verilmesini istemiş. Hanımefendi kızlarını da burada yetiştirmiş. Şimdi yetişkin olan kızlarından birinin konuşmasında da ana motif yalnızlıktı.

Bugün teknolojiden dolayı deniz fenerleri eski işlevselliğini taşımasa da varlıklarını sürdürmekte.

Örneğin Bozcaada’da her akşam gün batımında Polente feneri dolar taşar, yalnızlık yoktur orada tam tersine kalabalık vardır.

Kumluca’daki Gelidonya Feneri ise o muhteşem manzarasıyla bize Özgür Kız karakterini kazandırmıştır.

İstanbul Yeşilköy’deki fener ise hem Ulaştırma Bakanı’nın özel misafirhanesi olarak hizmet etmekte, hem de çok pahalı bir balık lokantası olarak faaliyetine devam etmektedir.

Hangimiz Özgürlük Heykeli’nin olmadığı bir New York düşünebiliriz ki?

İlginizi Çekebilir;

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...