30 Eylül 2012 Pazar

On Ters Beş Düz...

Çok bahsettim, birkaç aydan beri profesyonel çalışma hayatına ara verdim.
Henüz herhangi bir şey yapmıyorum, 17 senenin birikimi varmış üzerimde, öyle bir yorgunluk öyle bir bezginlik ki, bu sürede kendimi şarja takılmış cep telefonu gibi hissediyorum.

Şarj olmam bitince de son performansla çalışacak biri gibi..

Köye gittim, salça yaptım, patlıcan kuruttum, turşu yaptım, yoğurt mayaladım.

Evin tüm işini bir süreden beri ben yapıyorum.

Hayatımda bugüne kadar hiç yapmadığım şeyler var arasında..

Hergün mutlaka 3 çeşit yemek hazırlamak, ütü yapmak, 3 günde  bir evi silip süpürmek, hatta camları silmek.

Belki çoğunuza sıkıcı hatta zor gelecek bu işleri yapmaktan büyük keyif alıyorum.

Sanki kadın olma yeteneğimi birileri elimden almış, yıllardır da geri vermemiş, şimdi geri alınca buldumcuk olmuş gibi aşkla performans gösteriyorum.

Akşam çocuklar okuldan gelince onları karşılamanın ve onlarla beraber akşamüstü kahvaltısı yapmanın keyfi inanın hiç bir şeyde yok.

Ama anlatmak istediğim şey başka..

Evde gardroplar elden geçip, dolaplar yeniden yerleştirilip, günlük ev işleri de bir rutine oturtulunca , yıllardır özlem duyduğum ama yapmaya fırsat bulamadığım başka bir şey aklıma düştü.

Örgü örmek..

Şaşırdınız değil mi?

Daha 4-5 yaşındayken komşumuz ve en samimi arkadaşımın annesi Naciye Teyze, rızkını evde ördüğü el örgüleriyle ve makinada örüp sattığı kazaklarla kazanırdı.

Biz arkadaşımla her gün mutlaka bir araya gelir, bir onlarda bir gün bizde olurduk.

Onlara gittiğimizde annesini dikkatle izler bir sağa bir sola oynatarak makinede ördüğü kazaklara, elbiselere hayranlıkla bakardım.

İlgilendiğimi görünce o küçücük ellerime iki tane şiş ve bir yumak verdi.   
" Bebeğine birşeyler örmek istemez misin? " dedi.

Bilirsiniz, insan küçükken herşeyi daha kolay öğreniyor.

Ben de öğreniverdim şişlerle örgü örmeyi.

Ortaokulda, lisede ,üniversitede hatta çalışmaya ilk başladığım yıllarda, bekar olup, servisle işe gidip geldiğim günlerde, kendime kazak, bere, atkı, hırka örmüşlüğüm çoktur.

Ama araya giren yıllar, evin sorumlulukları, çocuklar derken uzun bir ara vermiştim.

Geçen hafta aklıma çocuklara birşeyler örme hevesi düşüverdi.

Üşenmedim, eve yakın bir alışveriş merkezine gittim.

Öyle ya, son dönemin örgü modasından ve trendlerinden haberim olması için bu fizibilite gezisini yapmam şarttı.

Gezerken, "İşte budur" dediğim yelekle gözgöze geliverdim.

Koyu gri iple örülmüş yeleğin tüm kenarları saç örgüsü tabir edilen örnekle çevrilmişti.

Renk dışında herkes içime sinmişti. Hemen cep telefonuma yeleğin fotoğrafını çektim.

Oradan çıkıp eve oldukça uzak diyebileceğimiz bir dükkana gidip uçuk eflatun ipler aldım. Tam kızların en sevdiği renkten..



Eve gelip hemen başladım örmeğe, arkası bitti bile, soğuklar basmadan bitireyim de kızlar hemen giysin diyorum. İçine beyaz bir body ya da beyaz bir gömlekle harika olacağını tahmin ediyorum.

Dün akşam arkadaşlara oturmaya giderken, aynı çocukluğumum Mustafakemalpaşa'sında güne gidermiş gibi, karton bir çantaya örgümü aldım ve gittim. Arkadaşım " En son ben çocukken anneme gelen misafir teyzeyi örgü örerken gördüm, elinde örgü görmek bana çocukluğumu hatırlattı." dedi.

Sırada yine Naciye Teyze'den öğrendiğim tığ işi var..

Ne dersiniz, iş hayatına dönmeden dantel bir fiskos masası örmeye zaman kalacak mıdır acaba?

28 Eylül 2012 Cuma

Mustafakemalpaşa'da Gastronomi..

Çocukluğunu Mustafakemalpaşa'da yaşayan biri olarak elimde bulunan bazı zenginlikleri oradan ayrılınca anladım.

Her kendini bilmez cahil genç gibi..

Yumurta kabuğundan çıkmış kabuğunu beğenmemiş hesabı.

23 senedir İstanbul'da yaşıyorum ve eskiye bakıp da özlemle andığım şehrime dair birkaç şey var.

Aklınıza Kemalpaşa tatlısı gelmesin hemen, tamam çok güzeldir, İstanbul'da yediklerinizle alakası yoktur, günlük taze peynirden yapılır ..

Ama ben tatlı seven biri olmadığımdan aklımda kalan şeyler başka..

Birisi her tarafta bereket fışkıran verimli topraklar.

Şehrin içinden geçen ve salça fabrikalarına domates taşıyan romorklerden dökülen domateslerden dolayı domates ezmesi dolusu yollar. ( O domateslerin tadını sağolsun kayınvalidem sayesinde o kadar aramıyorum, hala yiyebiliyorum çünkü)

Farkettim ki, orayı hep anmamı sağlayan şey süt ürünleri tartışmasız.

Peynirciden, tatlıcıdan, fazla değil, 250 gr lor peyniri alırsınız mesela. Neden fazla değil biliyor musunuz? O taptaze tadı kaybetmemek için. Ertesi sabah gidip yeniden alırsınız. Tuzsuzdur, fazla alırsanız ertesi güne tadı gider.

Vaktinin büyük bölümünü Trakya'da geçiren biri olarak, o tadı peyniri sütü ünlü Trakya'da dahi bulamıyorum.

Hatta eşim evlendikten sonra bu tadı keşfedince o da hayranı olmuştur. İstanbul'dan güneye tatile giderken sabah erken kalkar, kahvaltı etmez. Hızlıca Mustafakemalpaşa'ya ulaşır, sabah kahvaltısını şehre özel ince uzun oval simit ve taze lor peyniri ile "Çağlayan" parkta çok yapmışlığımız vardır.

Evet bir de simit var.

Simit İstanbul simidi gibi yuvarlak ve kalın değildir. Oval, ince, bol susamlı, çıtır çıtır ve bildiğimiz simide göre serttir.

Bir başka önemli lezzet de  kelle peyniridir.


"O da ne demek?" diyeceksiniz..

Büyük toplar şeklinde yapıldığından ve bu toplara kelle adı verildiğinden peynirin adı da kelle peyniridir. Mihaliç peyniri olarak da anılır. Tuzlu ve serttir, alışık olmayana kokulu gelebilir. Delikli bir peynirdir.

Çocuklukta ağabey dediğim Sabri Bey, Atadan Peynircilik adıyla bu güzel peynir geleneğini son derece modern dizayn edilmiş dükkanında sürdürmektedir.

Çok şey yazdım ama asıl yazma nedenime ancak gelebildik..

Geçen hafta Kırklareli Vize 'ye gitmiştik. Sonunda Vize  "yavaş şehir-cittaslow" ünvanını aldı.  Bu vesileyle İstanbul'a sadece 140 km uzaklıktaki bu güzel kasabaya bir hafta sonu gidin derim. (Cittaslow nedir diye merak edenler için)

Neyse, Vize'den dönüşte yoldan Manda Yoğurdu aldık.

Çocukluğumda her perşembe pazar kurulur, köylüler alışveriş yapmaya "Paşa" ya gelirdi. 1980'lerden bahsediyorum. Yani katkı maddesi vb kavramlarının olmadığı günlerden. 

Babamın ahbapları da  bakraçlarda kendi yaptıkları manda yoğurtlarını getirirdi.
Manda sütü yoğun bir hayvan. Bu nedenle kaymağı ve yoğurdu çok farklı ve yoğun oluyor. Kaymağı yaklaşık bir parmak kalınlığında ve sapsarı.


Yoğurdu yerken neredeyse peynir gibi keserek yiyorsunuz o kadar yoğun.

Geçen hafta Trakya'dan aldığımız yoğurt çocukluğumun gerçek manda yoğurdundan farklıydı, aynı tadı bulamadım, ama ona rağmen çocuklar ilk defa denedikleri bu yoğurda bayıldılar ve inanamadılar.

Manda su seviyor, su birikintilerinde yuvarlanmak istiyor. Bu nedenle su azaldıkça ve kuraklık arttıkça manda yetiştiriciliği de azalıyor. İstanbul'da Ayazağa'da manda yetiştirildiğini gördüm, sahi acaba orada da yoğurt satılıyor mudur? Bir bakmak lazım.

Sonuç olarak sizlere tavsiyem şudur:

Tatile güneye arabayla giderken, Mustafakemalpaşa'yı es geçmek yerine Karacabey Harası'ndan hemen sonra şehrin içine girin.
Lor, kelle peyniri alın. Simitle, peynir ve  lorla dere kıyısında kahvaltı yapın. Kahvaltı saati değilse güzel köftenin tadına bakın. Üzerine de Manda kaymaklı Kemalpaşa Tatlısı yiyin. Emin olun yeniden gitmek isteyeceksiniz.

26 Eylül 2012 Çarşamba

Mehmet Erdem..Sevdiğimiz Şarkılar..

Bir önceki yazıda hayatın anlamını sorgularken adını vermeyen bir okuyucum yazıma " Herkes Aynı Hayatta " adlı parçanın ne kadar uyacağını söylemişti.
Çok da haklıydı, zaten yazıya hemen parçanın linkini ekledim.

O zaman aklıma geldi ki aslında ben uzun zamandır yazmam gereken birisini yazmamışım.

Mehmet Erdem'i..

Duydunuz mu, tanır mısınız?

Aslında çoğunuz biliyorsunuzdur..En azından "Hakim Bey"'i..Sezen Aksu'nun bu harika parçasını bilirdik ama Merhmet Erdem'in  sesiyle yeniden hatırladık, sevdik. (Sezen Aksu ve Zülfü Livaneli versiyonlarını da dinleyebilirsiniz)

Ama radyolarda en çok "Hakim Bey" çalsa da, bence " Herkes Aynı Hayatta" kendisinin en iyi parçasıdır.

"Sınıf" adlı dizi için yapılan bu parça çok çok "ağır" bir parçadır bence..

Nereden başlasam bilmiyorum, Mehmet Erdem'in CV o kadar kabarık ki..

Aslen Malatyalı olan Mehmet Erdem Manisa'da  büyümüş, liseye İzmir Fen Lisesi'ne gitmiş.(Tevellüt 1978)

Ardından çoğu Fen Liseliler gibi Boğaziçi Üniversitesi..Makina Mühendisliği okumuş..




Boğaziçi'nde okurken, Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu'na girmiş.

Oradan da Kardeş Türküler'e..

Dinlerken belki size çok klişe ama, Chris Rea dinliyormuş gibi gelecek.

Ya da bana öyle geldi, bilmiyorum.

Öyle oktavı çok geniş, acayip güçlü bir sesi var filan diyemeyeceğim.

Hatta şarkı söylemekten çok konuşuyormuş gibi..

Ama o kadar etkileyici, o kadar buğulu bir ses ki..Mendilleri hazırda bulundurmakta fayda var.

Leonard Cohen'e de benzetenler var sanıyorum. Bence her ikisi de isabetli benzetmeler.

"Kalbim Seni Seçti" dizisinin müziklerinin, "Leyla ile Mecnun"'un "Yalan"'ının onun tarafından söylendiğini duysanız ne dersiniz bilmiyorum. Polis ve Avrupa Avrupa dizi - film müziklerinde de onun emeği var.

Ama ben kendisine Altın Portakal getiren "Deli Deli Olma" film müziklerinin hakikaten kariyerinin üst noktası olduğuna inananlardanım.

Şerif Sezer ve Tarık Akan'ın devleştiği bu iç burucu filmde o müzikler olmasaydı film o film olamazdı bence..

Biraz da neşeli şeylerden bahsedelim.Her fırsatta dile getirdiğim ve fena halde hayranı olduğum " Çalgı Çengi" filminin müzikleri de onun elinden çıkmıştır.

Albümünde kıyıda köşede kalmış olarak tabir ettiği mesela Fikret Kızılok'un "Bir Harmanım Bu Akşam" gibi parçaları yorumlamış. Kendisi o kadar alçakgönüllü ki, "Bazı şarkıların defterleri dürülmüştür,Üzerlerine hiçbir şey ekleyemezsiniz. O şarkılara dokunmuyoruz. Kıyıda köşede kalmış şarkılara yer verdik." demiş.

Dinleyip değer vermeyi haketmeyenler arasında öne çıkıyor zannımca..Ama bana inanmayın kendiniz karar verin derim..

Not : An itibarıyla kendisinin uyuşturucu kullanmak ve satmak sebebiyle mahkemesinin devam ettiğini öğrendim. Sanatçı kişiliğine saygı duymakla beraber bu yönünün kendisine olan takdirimi sekteye uğrattığını itiraf etmek zorundayım.

24 Eylül 2012 Pazartesi

Bi Çay Koyayım Bari..

Sabah gazeteleri okurken sevdiğim bir yazarın ilk defa kendi kurallarının dışına çıkarak kişisel bir yazı yazdığını gördüm. (Melis Alphan)


Yazıda yazar, 7 yaşında okula başladığı günden beri kolej sınavı, üniversite sınavı, iş bulmak, evlenmek, güzel bir araba sahibi olmak, güzel bir ev sahibi olmak gibi amaçlar uğruna kendine hiç nefes alma fırsatı vermediğini, ama son üç haftadır es verme döneminde anlatıyor.

Toplum tarafından kabul edilmek ve sevilmek için bunları yapmanın şart olduğuna inanmış hep.

Bu sürede eline telefon, bilgisayar almadığını, gazete okumadığını ekliyor.
Ve şimdi bu üç haftanın sonunda, insanın kendini dinlemesinin ve fişi çekmesinin ne kadar önemli olduğunu farkettiğini söylüyor.

Çok haklı.

Yaklaşık üç aydır benim de yaptığım bu aslında..

Sahi nedir aslında hayatın anlamı?

Hiç düşündünüz mü ?

Hayat nedir sahiden?

En basit şekliyle hayatı, canlı organizmanın canlılık faaliyetini sürmesi, görme , işitme, doku organlarını kullanabilmesi, fiziksel hareketlerini yerine getirebilmesi ve yaşamsal fonksiyonlarında bir durma yaşamaması olarak tanımlayabiliriz.

Bu durumda "hayatın anlamı" sorunsalının tek çözümü vardır, o da ölümdür aslında..

Yaşadıkları hayattan (zengin, fakir, zeki, aptal, güzel, çirkin) bağımsız olarak her insan ölür ve bu sorun da böylece çözülmüş olur.

Her insan hayatının değişik dönemlerinde kendine " Hayatın anlamı ne? " diye mutlaka sormuştur..

Bu sorulara farklı bakış açılarıyla, farklı insanlardan, farklı cevaplar gelir hep..Kısaca sıralarsak :


  • Çok para kazanmak.
  • Mevki sahibi olmak
  • Başkalarıyla rekabet halinde olmak
  • Düşmanlardan intikam almak
  • Güç kazanmak ve gücü kullanmak
  • Sonraki nesillere maddi ya da manevi güzel miraslar bırakabilmek
  • Ünlü olmak
  • Çocuk sahibi olmak
  • Hayatı sorgulamak
  • Başkalarının hayatından ders çıkarmak
  • Diğer insanlara doğru rol model olmak
  • Başkalarıyla ve doğayla barış içinde yaşamak
  • Aşık olmak
  • Erdemli olmaya çalışmak
  • Başka insanlara hizmet etmek
  • Daha adil bir dünya için çalışmak
  • İç huzuru yakalamak
  • Ölümden sonra cennete ulaşmak
  • Tanrı`ya hizmet etmek
 

Dediğim gibi herkesin listesinde farklı maddeler olabilir..Kişilerin aile yapısı, eğitimi, tecrübelerine bağlı olarak, birbirinden bağımsız pek çok değişkenin etkisi sonucu, aynı olayları bile farklı yorumlamaları mümkündür.

Önemli olan sorunun cevabını bulmuş olabilmektir. Zira hadisenin en zor kısmı bulmak. Gerisi kolay..

Anonim bir yazarın dediği gibi (mertsertdert) "Belki ayyaş için 70'liktir, dindar için ibadettir, entel için bienaldir, çapkın için ortamdır, basketçi için smaçtır, futbolcu için rövaşatadır, tenisçi için ace'dir, boksör için nakavttır, sanatçı için alkıştır, zengin için paradır, fakir için geçimdir, ihtiyar için huzurdur, genç için aşktır... "

Gördüğüm kadarıyla çözmek için çaba harcayanlar sonunda cevabı bulamıyorlar ve bu nedenle istatistiki olarak  psikiyatrik hastaların % 30 i bundan dolayı tedavi görüyor.

Haa, bana sorarsanız, henüz bir cevabım yok, hala arıyorum. Ama her şeyin başının sevgi olduğu konusunda ciddi şüphelerim var..

Son nefesimizi verirken sormaya başlayıp, pişman olmamak adına, üzerinde şimdiden düşünün derim..

Not : Bir okuyucumun önerisi..Bu yazıyı okurken fonda da Mehmet Erdem'in "Herkes Aynı Hayatta" parçasını dinlemek bir başka oluyor..

http://fizy.com/#s/3wosne




21 Eylül 2012 Cuma

Yağmurlu Günlerde...

Bu sabah yağmura uyandık.


Aslında kışı sevmem ama ne yalan söyleyeyim, bu yaz hava o kadar sıcaktı ki, hele Ramazanda köyde oruçluyken "Bu kış hiç soğuktan şikayet etmeyeceğim" diye söz verdim kendi kendime..

Bu nedenle yağmurun, soğuğun kışın tadı nasıl çıkarılır diye düşünüp sizinle de paylaşmaya karar verdim.

Genelde bizler, yani İstanbullular kışın AVM gezmeye gideriz.

Biraz alışveriş, biraz yemek, sonra da bir film, oldu size kış gezisi.

Ben oldum olası AVM sevmedim, bu nedenle önerilerim AVM lerden oluşmayacak.

Önerilerim tek olanlar , çift olanlar ve çocuk sahibi olanlar şeklinde üç farklı kategori altında incelenebilir.

Aslında yağmurda evde oturmak çok zevkli.

Güzel bir kahve-çay yapıp, dizinize battaniye çekip, üzerine de mır mır mırıldayan bir kedi koyarsanız, bence dünyanın en mutlu insanısınız.


Eğer kedi yerine sevgili (Eş de burada sevgili kategorisinde değerlendirilmektedir.) varsa o anın tadına doyum olmaz.

Bu durumda ister müzik açılır, ister TV ya da DVD seyredilir, bazı gençler tasvip etmiyorum ama PlayStation filan oynar, ama en doğrusu kuşların çinko damı gagalama sorunsalını sorgulamaktır. (Bkz : Yeni Türkü-Bahar Şarkısı)

Evde yalnızken uzun zamandır ellemediğiniz dolapları yeniden düzenlemek, giyilmeyen kıyafetleri ayırmak, çekmeceleri yerleştirmek de hoş bir alternatif olabilir.

Ama "Ben ev işi yapamam, canım istemiyor." diyenlerdenseniz, elinize bir kitap alıp, biraz okuyup ardından uyuklamak da zevkli olabilir.

Eğer evde bir sevdiğiniz varsa size tavsiyem onunla beraber yemek pişirip sonra da afiyetle beraberce yemek olacaktır. Sevdiğiniz derken, illa gönül ilişkisi olması şart değil, ben annemle evde oturup kızkıza yemek yapıp beraber yemeği o kadar özledim ki..Canım annem, 15 senedir hep yanımızda ya koca ya çocuklar oluyor, çocuklar olunca da ilgili onlara kayıyor, çok bozuluyorum.

Böyle özel günler için annelerden, anneannelerden, babaannelerden özel yemeklere ait yemek tarifleri listesi oluşturmaya başlamakta fayda var.

Aynı apartmanda yıllardır oturduğunuz ama ilişkinizin merhaba demekten öteye gitmediği bir komşunuza kek yapıp oturmaya gitmeye ne dersiniz? Belki de bu sayede yepyeni bir dostluğun temelllerini atacaksınız..


Çocuklarla vakit geçirmeye gelince, mesela sizin, eşinizin, anne ve babanızın, kayınvalidenizin, kayınpederinizin gençlik ve düğün fotoğrafları ortaya çıkarılarak, beraberce bakılabilir ve baktıkça hatırlanan anılar çocuklara aktarılabilir.

Evde eskimiş tişörtler kıyafetler kullanılarak yeni renkli neşeli kostümler hazırlanıp ailecek drama çalışması denenebilir.

Yapımı kolay, ama çocukların sevdiği bir yemek seçilerek ve çocuklardan yardım alarak ailecek o yemek pişirilebilinir.

Çocuklara Okey, King, Üç Beş Sekiz gibi oyunlar öğretilerek kutu oyunları dışında başka dünyaların da olduğu fikri aşılanabilir.

Babaların yapacağı evdeki küçük tamiratlara ailecek ortak olunabilinir ya da montaj bekleyen bir ev eşyası varsa beraberce montaj yapılabilir.

Çocukların eski bir fotoğrafı, renkli fotokopi ile büyütülerek arkasına karton yapıştırılarak ve kesilerek harika bir Puzzle yapılabilir.

Kendimi durduramıyorum, yazdıkça yazıyorum. Eminim sizin benden daha yaratıcı ve özel fikirleriniz vardır, bana ne oluyorsa?

Keyifli günlere..

http://fizy.com/#s/1cynkl

19 Eylül 2012 Çarşamba

Yeni Sosyal Paylaşım Sitesi...Pinterest..

Birkaç gündür acı üstüne acı geliyor biliyorsunuz.

Yazsam mı yazmasam mı, yazdığımı koysam mı koymasam mı modundayım hep, bir taraftan da okurlarımdan "Millet ne derdinde, sen aşk meşk yazıyorsun." şeklinde mailler geliyor, ne yapacağımı şaşırdım.

Haklılar aslında, ama keşke ben yazmayınca tüm sorunlar hallolsa..

E, Sinan Çetin gibi yaratıcı değilim, konuyla ilgili fikir ve polemik de üretemiyorum ki onları yazayım..

Bu nedenle de affınıza sığınarak kendi meşrebimce yazmaya devam edeceğim.

***
Bir süre önce bir arkadaştan duymuştum adını.

Pinterest..

Aslında her gün eline bilgisayar alıp üç beş dakika bişiler bakmaya çalışan bir insanım.

Adını ilk arkadaştan duyup hayli utanmıştım.

O zamanlar girmek için davetiye gerekiyordu, girememiştim.

Oraya buraya saldırıp davetiye de isteyemediğimden kuyruğumu apışarama alıp, dizimi kırıp oturmuştum.

Gün oldu devran döndü, davetiye zorunluluğu kalktı, ben de şu Pinterest ne menem şeymiş, bakma fırsatı buldum.

Ne zamandır yazacaktım ama kısmet bu güneymiş.

Çok sade bir şekilde anlatmak gerekirse "Görsel paylaşım sağlayan bir site" diyebiliriz.



İster kendi çektiğiniz fotoğrafları koyabiliyorsunuz, isterseniz biriktirdiğiniz görselleri paylaşabiliyorsunuz.

Kendi sayfanız var ve bu sayfada kendi görsellerinizi ya da başkalarının koyduğu ve beğendiğiniz görselleri paylaşabiliyorsunuz.

Dezavantajı halen İngilizce olması, bana Twitter'ın ilk zamanını hatırlattı, biliyorsunuz Türkiye'de Facebook'un ezici ağırlığı, Twitter'ın uzun süre İngilizce'de ısrar etmesinden kaynaklanıyordu. Ne zaman Türkçe'ye geçtiler, patlama yaşadılar. Ben aynı durumun Pinterest'de de yaşanacağını tahmin ediyorum.

Yanlış saymadıysam 33 kategori var.

Örnek vermek gerekirse, hayvanlar, el sanatları, yeme içme, bahçe, tarih, saç ve güzellik, ev dekorasyonu vb vb.

Ben tabii ki anasayfamı kedilerle doldurdum, beni tanıyanlar için şaşırtıcı olmadığını umuyorum.

Yeme içme sayfası çok tehlikeli, ben yemek saatinden hemen önce baktım ve sonuçları hiç iyi olmadı.

Sizlere de açken bakmanızı önermiyorum.

Ama erken emekli olmayı isteyip el işleri sayfasına takılmak isteyen insanlar tanıyorum. Ya da sırf o el işlerinden yapmak için İngilizceyi sökmek isteyen arkadaş annelerimiz var.

Diğer uyarım da, açmadan önce elinize cep telefonunuz alın ve yarım saate kurun, sonra siteye girin.

Yoksa bir bataklığa saplanır gider, saatlerin nasıl geçtiğini anlayamazsınız.

Ben gezmek istediğim ya da gezdiğim yerlerin fotoğraflarını görmek adına yararlandım diyebilirim.

Siteye girenler beni onaylayacaktır, sanki kadınlar erkeklere göre daha fazlaymış gibi içeride.

Umarım bu durum ileride siteyi yemek-saç-baş-rimel-ayakkabı sitesine çevirmez.

Firmaların Facebook reklamlarından istedikleri performansı alamadığı ve artık Pinterest'i kullanacağı söyleniyor.

Öte yandan eğer bir şeyler üretip satan bir kişiyseniz iseniz Pinterest'i satış mecrası olarak da rahatça kullanabilirsiniz.

Sonuç olarak bizi, Twitter, Facebook gibi bloke edecek bir sosyal medya daha geliyor, hatta geldi.

Siz de kendi gözlerinizle bir bakalım, siz ne karar vereceksiniz.





17 Eylül 2012 Pazartesi

Birbirimize Birkaç Aşk Kadar Geç Kalmış Olmasaydık..

Aslında elden geldiğince dizi seyretmemeye çalışıyorum ama, fanatiği olduğum bir iki dizi var.

Ama çocukların sevdiği bazı diziler de var ve ben bazen zorla da olsa o dizilere maruz kalabiliyorum.

Bunlardan biri de "Hayatımın Rolü"

Aslında Haluk Bilginer 'i çok severim. Diziyi bilmiyorum güzel mi, değil mi...Ama tartışmasız bir şey var ki, o da romantik sahnelerde çalan "Alev Alev"..Ben hayatımda her dinlediğimde mutlaka çok etkilediğim bunun gibi birkaç şarkı daha biliyorum.Birisi tartışmasız Careless Whisper..Şebnem Ferah'ın neredeyse birçok şarkısı.."Sil Baştan" filan...

***
Feridun Düzağaç özel bir insan..
Yüzüne bakınca gözlerinin altındaki torbaları görüyorsunuz ilk önce..
Gittikçe yaşlandığını..
Ama 2003 yılındaki "Orijinal Altyazılı" albümünde yer alan "Alev Alev" hiç yaşlanmıyor.


"Alev alev yanıyorum
Buzlarım çözülüyor aşka
Gardım düşüyor, tutamıyorum
Korkuyorum bakışların çarpınca bana
Birbirimize birkaç aşk kadar geç kalmış olmasaydık
Hep yanlış gidenlerin ardından yorulmasaydık
Sen ışığını arayan güzel günebakan
Ben tozuna dumanına hasret bir enkaz
Alev alev yandığım doğru
Küllerinden doğar mıyım sana doğru
Kendimi arıyorken olmaktan korktuğum Yerdeyim
Sendeyim
Al beni
Ne
Yaparsan
Yap!.."

"Al beni ne yaparsan yap.." "Kendimi arıyorken korkmaktan olduğum yerdeyim, sendeyim..", "Birbirimize birkaç aşk kadar geç kalmış olmasaydık.." 

Nasıl sözlerdir bunlar yarabbim..

Hele o kemanlar..Hele o piyano..

Bu şarkıdan sonra duygulanıp, acılanıp arabesk müzik değil,  şöyle sağlam bir klasik müzik parçasını,  Bolero, Albinoni 'nin Addagio'sunu filan dinlemek geliyor benim içimden..Chopin de olur..

Feridun Düzağaç'ın çok albümü, çok şarkısı var.

Ama bunun gibisi yok. Belki,bir ihtimal "Beni Bırakma.." 

"Ben şöhret olmayı değil, kızımın babası olmayı seçtim" demiş..



Umarım o mutsuz yüzü, gerçekten mutsuz ve üzgün olduğundan değil, sadece o yazdığı güzel şarkılardan dolayıdır.





13 Eylül 2012 Perşembe

Son Midilli Yazısı..Molyvos,Petra,Eressos,Sigri ve Kalloni..

Fazla uzadı haklısınız, bugün son Midilli yazısıyla karşınızdayım.

Yediğim içtiğim dışında gezdiklerimi de biraz anlatayım..

Ada çok büyük bir ada ve Gökçeada, Bozcaada gibi tek şehir merkezi yok. Birden fazla merkez olduğundan, biz de etrafı görebilmek için birden fazla yerde kalmayı arzu ettik.

Şehir merkezini saymıyorum.

Orayı mecburen herkes tekneyle geçerken ya da uçaktan inerken bir şekilde görür ve kısaca gezer.

Bizim yüzme molalarını hesaba katmazsak yatıya kaldığımız ilk durak adanın en turistik yeri olan Molyvos.

Molyvos yolu gerçekten zor bir yol.

Bir taraf uçurum, bir taraf dağ, iki aracın anca zor geçtiği bir yoldan gidiyorsunuz. Ben Datça'dan alışkınım ama alışkın olmayanı bozabilecek bir yol. Adı mollardan gelen şehir, adanın en turistik ve en güzel şehri aslında.

Gecesi ayrı gündüzü ayrı güzel. Özellikle kale gece ışıklandırılınca büyülü oluyor. Şansımıza Molyvos'da körfeze karşı frappe mizi içerken dolunay da vardı ve manzaraya doyum olmuyordu. Şehirde sıra sıra restoranlar, hediyelik eşya dükkanları ve kafeler var. O kadar popüler bir mekan ki, taa ünversiteden tanıdığım birileriyle karşılaştım..

Biz Molyvos'da değil hemen birkaç km yakınındaki Eftalou'da kaldık.
Eftalou'da sıra sıra oteller var, zaten şehrin içinde son derece lüks evler burada Yunan sosyetesinin tatil yaptığını belli ettiğinden Molyvos'ta daha kötü otellerde iki kat para verip kalmaktansa Eftalou'yu tercih ettik.

Hemen yakında Petra denen bir yerleşim yeri var.

Plajları ve taşlık yollarıyla beraber, yüksek bir kayanın tepesinde yer alan kilisesiyle anılıyor.

Sahildeki kadınlar kooperatifinden önceki yazılarımda bahsetmiştim. Çarşısı da hoş ve sevimli, Molyvos'a gelmişken Petra'yı da görmek lazım.

Adada en çok nereyi beğendin diye sorarsanız cevabım direk Sigri olur. Sigri doğası, konumu tümü gereği çok özel bir yer ve Osmanlı da bunun farkında olarak davranmış. Kaleler, çeşmeler yaptırmış. Ama ilginçtir ki, şu anda halk geçmişini en fazla reddeden ve en soğuk, en asık suratlı Midillililer olarak karşımıza çıktılar. Yine de teknede yatarmış gibi denize yakın uyuduğumuz harikülade balkonlu pansiyonumuzdan izlediğimiz dolunay ve yıldızlar insanların sevimsizliğini bana hemen unutturdu. İlerde imkanım olsa Sigri'den yazlık alırım.

Eressos çok güzel ve Molyvos gibi de fazla sosyetik bir yer değil. Benim favorim Eressos mu Molyvos mu derseniz, Eressos olur.

Buranın doğası denizi  havası kadar ünlü başka bir yönü var. Adanın Yunanca ismi olan Lezbos'un size çağrıştırdığı konu.

Ünlü kadın şair hayatını Sappho bu şehirde geçirmiş. Aristokrat bir ailenin kızı olan Sappho bir kadına olan aşkı ile kaydedilen en eski lezbiyen ilişkiyi bu adada yaşamış.


Ondan aldıkları ilhamla birçok lezbiyen çift tatil yapmak için Eressos'u seçiyorlar.

Sokakta yürürken, restoranda otururken , denizde yüzerken her yerde değişik enstantanelerle karşılaşıyorsunuz.

Son olarak adanın tam kalbi gibi bir yerde konumlanmış Kalloni'den bahsedeceğim.

Kalloni adadaki büyük körfezin dibinde yer alan, balık, karides gibi deniz hayvanlarının yatağı olan, ancak denizi yüzmeye uygun olmayan bir yerleşim yeri.

Tam merkezde olduğundan her tarafı gezmek isteyenlerin konaklamak için seçtiği bir yer. Şehir merkezindeki en az 10 banka şubesi şehrin zenginliğini, toprağın verimliliğini, her şeyi ispatlıyor.

Bugün de güzel bir tatil ve gezi döneminin de sonuna gelmiş bulunuyoruz.

Başka bir gezide başka yemek ve anılarla buluşmak üzere, en güzel günler, en güzel geceler sizlerin olsun diyorum.



11 Eylül 2012 Salı

Tuzda Sardalya, Göbek Marul Yatağında Kuzu Haşlama ve Nazar Duası


Geçen yazıda Çanakkale Sardalyasında kalmıştık.

Rahmetli dayım her sene elleriyle kilolarca sardalya alır,iri tuzla bir sıra tuz bir sıra sardalya tuzlar, tenekeye basar ağzını lehimlerdi.

Biz de kışın tuzlanmış sardalyaları bir gece önceden temizleyip sirkeye basıp tuzunu atmasını bekler ertesi gün afiyetle yerdik.

Ama Midilli'de Kalloni Sardalyası diye bir kavram var. O gün tutulmuş en küçük sardalyalar derin bir kaba konuyor ve üstüne çıkacak kadar tuz ekleniyor. 8-10 saat sonra tuzundan ayırılıyor, temizleniyor ve işte harika bir iştah açıcı. Balık tuzun etkisiyle pişiyor ve afiyetle yeniyor.


Eğer İstanbul'da o kadar taze ve küçük sardalya bulabilirsem ben de deneyeyim diyorum.

Mutfaktan bahsedip Petra'daki kadınlar kooperitifinden söz etmemek olmaz.
Hemen çarşı girişinde üst katta yer alan kadınlar kooperatifinde yediğim yemekleri hayatım boyunca unutmam sanırım mümkün olmayacak.

Türk ve Yunan mutfağının çoğu ortak olan harika zeytinyağlı yemeklerinin tümünün en kaliteki şekilde yapıldıklarını düşünün. Ama bir de bunlara peynir ve maydanozla börek içi gibi hazırlanan için kabak çiçeğine doldurulmuş ve zeytinyağından kızarmışını ekleyin. Börekleri filan anlatmıyorum bile..

Ama kendimi anlatmak zorunda olduğum bir yemek var.

Göbek marul yatağında terbiyeli kuzu haşlama..

Adada yetiştirilen kuzu haşlanıyor. Oldukça büyük parçalar halinde..
Sonra yumurta ve limonla yapılan terbiye etin suyuna karıştırılıyor.

Daha sonra kaşık marul bu güzel et suyunda biraz yumuşatılıp tabağın altına koyuluyor üzerine haşlanmış etimiz oturtuluyor ve terbiyeli et suyu da tabağa ekleniyor.

Hayatımda yediğim en güzel yemeklerden biriydi.

Ama evde yapsam becerebilir miyim bilmiyorum. Kooperatifte bizim gibi yemekleri beğenenler evlerinde aynısından yapabilsinler diye kartpostallar basılmış ve arkasına da yemek tarifleri yazılmış. Ben de bu tarifi kartpostalları okumak yoluyla anlatabildim, yoksa nerede bende tadına bakarak nasıl yapıldığını anlayacak beceri.

Örnek olması bakımından 8 kişi, herkes etli bir yemek, ortaya kalamar, ahtapot,börekler zeytinyağlılar, 55 EUR civarında bir hesap ödedik ki, o yemekleri o porsiyon büyüklüğünde ve o lezzette 8 kişi yesek burada herhalde en az 400-500 TL öderdik.

Son gün gelmeden önce Apothikes denen yerleşim yerinde bir yemek yedik. Tabii ki balık. Yine bir aile lokantası, karı koca işletiyorlar, bir kelime bile İngilizce bilmiyorlar, biz de Rumca. Ama kuş dili vücut dili bir şekilde her yerde anlaştık dükkan sahipleriyle..

Kızlardan biri merdivenlerden inerken terliği kaydı düştü ve poposuyla merdivenleri saydı.

Tabii ki canı çok acıdı ve çok ağladı. Hemen buz filan koyduk.

Neyse, bir süre sonra lokantanın sahibi teyze geldi, Rumca birşeyler söyledi, biz anlamadık tabii..

Sonra kızı bir sandalyeye oturttu, kendisi de yanına oturdu, aynı bizler gibi ama kendi dinine göre dua okumaya başladı. Bir taraftan da kızın acıyan yerini okşuyordu. Okudu, okudu ve gitti.

O kadar etkilendim, o kadar hoşuma gitti ki anlatamam.

Bu da hayatımın en güzel anıları arasında yer aldı.

9 Eylül 2012 Pazar

Sardalya, Kalamar, Kurutulmuş Ahtopot..Midilli..

Benim gibi boğazına düşkün birinin gidip yediklerini anlatmaması mümkün değil takdir edersiniz ki..


Avrupa ülkelerine yapılan gezilerde insan hem yiyeceklerin lezzetli olmamasından hem de bazı başka hassasiyetlerden ötürü aç kalıyor.

Ama Midilli gezisi tam bir gastronomik geziydi bizim için.

En az bizim kadar yemekten zevk alan ve damak tadı kuvvetli arkadaşlar da yanımızda olunca tatilin yeme içme bölümü de en azından deniz ve doğa kadar tatminkar oldu.

Aslında yemeklere geçmeden önce şunu söyleyeyim.

Midilli yüzölçümü çok büyük bir ada ve konumu itibarıyla denizinin ve girinti çıkıntılarıyla koylarının güzelliği sürpriz değildi gitmeden önce. Ama ben yine de bu kadar güzel olabileceğini öngörmemiştim. On günde bitmeyeceğini, hala gitmek isteyeceğim, göremediğim koylar kalacağını tahmin edememiştim. Bu on günde, aynı denizde üstüste yüzmedik, bu arada onu belirteyim.

Bir kere bizde olmayan önemli bir hizmet var. Her koyda mutlaka duş, mutlaka giyinme kabini ve güneşten korunmanız için en güzel gölgelikler olan ağaçlar. Tabii ki bunların hiçbiri ücretli değil.

Biz burada sosyetik beachlerde şezlonga, duşa, gölgeye para verip kalabalıktan üstüste altalta güneşlenmeye alışkın olduğumuzdan, sakin koylarda, bazen sizden başka kimsenin olmadığı koylarda mayonuzu değiştirebileceğiniz kabini, duşu görünce, yanımızda götürdüğümüz atıştırmalıkları, ağaçların altına serdiğimiz örtümüzün üzerinde keyifle yiyebilince açıkçası çok mutlu oldum.

Gittiğiniz yer ada olunca, üstelik size de çok yakın bir ada olunca, deniz ürünlerini de seven biriyseniz, tatil cennete dönüşüyor.

Neredeyse her akşam balık yedik.

Aklınıza hiç öyle bizim Cunda'daki, Bodrum'daki, Çeşme'deki gibi sosyetik, çok para verdiğiniz ama farklı tadlar bulamadığınız sıradan balık lokantaları gelmesin.

Biz bilinmedik bir koyda, bilinmedik bir köyde, aileler tarafından işletilen tahta masalı, kağıt örtülü ama yaşlı teyzeler tarafından harika yemekler hazırlanan yerleri tercih ettik. Herkese mutlaka oturmadan önce siparişleri verip daha sonra toplam rakam üzerinden pazarlık yapılmasını öneririm. Eşim ve ondan da beter bir pazarlıkçı olan arkadaşım sayesinde Midilli'nin turizm gelirlerinde 2012 yazında kesin düşüş yaşanmıştır.

Neyse, börülcesi, zeytinyağlı yaprak sarması, favası olan yani bizim gibi olan yerlerden bahsediyorum.

Bizim gibi olmayan kısım ise şu:

Burda bulmanın pek mümkün olmadığı bulunsa da servet ödenen barbunyalar.
Bizde çok görünsün diye bol una bulanarak kızartılan kalamarlar yerine bütün ama unsuz, sadece kendi tadını alabileceğiniz şekilde kızartılmış rüya gibi kalamarlar.

Kendi yakaladıkları ve dükkanlarında asarak kuruttukları, sonradan ızgara edilip masanıza getirilen ahtapotlar.

Adını bilmediğiniz ama on dakika önce denizden çıkan ve çıtır çıtır kızarmış çeşit çeşit balıklar..

Ve tabii ki sardalya..

Midilli'nin milli balığı..İçi ve pulu temizlenmeden, taze taze ızgarada pişen ve pişince ellerinizle derisini içini temizleyip yediğiniz sardalyalar..

Ben Çanakkale'de büyümüş biri olarak sardalya kültürüne aşinayım.




Bir sonraki yazıda devam edeceğiz mecburen...

7 Eylül 2012 Cuma

Seyyar Satıcı, Yol Kıyısı Mabedleri, Acil Durum Kiliseleri...Midilli..

Biz hiç bir zaman tatile gittiğimizde önceden yer ayırtmıyoruz.

Öyle ya, görmeden parasını ödediğimiz yeri belki sevmeyeceğiz ve hemen terketmek isteyeceğiz ..

Bu nedenle 10 gün içinde 4 farklı yerde kaldık. Yer aramak pazarlık ederken kaybedilen 15-20 dakikadan fazla bir sıkıntı yaratmadı. Ama gidecek herkese mutlaka pazarlık yapmalarını öneriyorum. Bu konuya muhtemelen sonra döneceğiz.

Yüzölçümü çok büyük olan adada her yeri görebilmek için değişik yerlerde kalmamız şarttı.

Fakat gördüm ki, ortak nokta şu: 

Her sabah bizim alışık olduğumuz şekilde hoparlörlü seyyar satıcılar arabayla balık satıyorlar. Hatta bağırma tarzları o kadar aynı ki, Rumca anlamasak da adamın en azından bir şey sattığını hissedebiliyorsunuz.

Ada dediğim gibi büyük bir ada. Eski zamanların Datça yoluna benzeyen virajlı ve dar yollarla kaplı. Doğa hem daha iyisine izin vermemiş, hem bence gerek de yok, doğayı katletmenin manası da..

Çok yaygın şekilde motorsiklet kullanılıyor, motorsikleti olmayanlar da ya Smart, ya da benzer hatchback arabaları..

Motorsiklet kullananlara bakıldığından Türk olduklarını düşünüyorsunuz, zira neredeyse hiçbirinde kask filan yok, onlara bir şey olmuyor. Yani öyle düşünüyorlar..Aynı Türkler gibi.

Diyeceğim ama tüm virajlarda küçük kilisecikler, haçlar filan var.
Bunların ne olduklarını daha sonradan öğrendim.

O virajda kazadan ölen kişinin anısına ailesi tarafından küçük mabedler dikiliyor içine de ölen kişinin sevdiği bazı malzemeler konuyor. Mesela ben bir tanesinde boş bir neskafe kutusu gördüm.




Bana ilginç gelen başka bir konu şu oldu.

Her kumsalda, her plajda, her koyun ağılında, her iskelede, her tepede, kısaca her yerde küçük kilisecikler görüyorsunuz. İşin ilginci ben bu kiliselere giren çıkan insan neredeyse hiç görmedim. Yunanlıların neden ekonomik krizde olduğunu sorgularken, bence ülke toplamındaki  kilisecik maliyelerinin toplamının da dikkate alınması mantıklı olabilir.





Haa, kriz ve ekonomi demişken, adada turlarken uzaktan pitoresk görüntüsüyle bizi etkileyen bir yerleşim yeri oldu. Adı Andissa..Üstelik köyün yanından geçerken kocaman bir tabela  var. "Köy meydanımızı görmeden gitmeyin" anlamında bir yazı bu.

Bizim de ilgimizi çekti içeriye girelim dedik.

Bir kere hakikaten güzel bir manzara var. Hakim bir tepede konumlanmış..

Köy meydanında ise aynı bizim gibi çınar ağacı, dibinde lokantalar vb.

Ama asıl ilginç olan şu: AB yani Avrupa Birliği sadece bu yerleşim yerine 19.000.000 EUR hibe vermiş.Yanlış duymadınız, tam 19 milyon EUR. Bu parayla evler restore edilmiş, yenilenmiş, okul binası elden geçirilmiş, meydan yeniden düzenlenmiş vb vb.

Bizim Bozcaada ya da Gökçeada'ya o sihirli dokunuşu hayal ettim de, gerçekten biz neden bundan yararlanamıyoruz diye insan üzülüyor..

Zaten tatil boyunca çok düşündüm. Bu adada yaşayanlar ne yer ne içer diye..Öyle ya dağın başında bir köy, tarla yok tapa yok, belki biraz zeytinlik, belki birkaç balık..

Ama yetmez. Evler, arabalar hepsi o kadar lüks ki.

Geldiğim nokta şu oldu..Yunanlılar çalışmadan yatarak AB den yardım alıp bizden çok daha refah bir hayat yaşamaya alışmış, şimdi çalışmak falan zor geliyor onlara..Ya da AB diyor ki içinden, "Bizim vatandaşımızın gidip güzel bir tatil yapabileceği bir ada olsun, vatandaşımız da keyfine baksın.."
Bilemiyorum.




Yaz Sıcağı, Milli İçecek ve Frappé..Midilli..

Tüm dostlardan özür diliyorum..

Çok uzun zaman oldu, bu kadar es vereceğimi ben de bilmiyordum.

Zira gittiğim yerlerde hem internet bağlantım olur, hem de asıl önemlisi vaktim olur sanmıştım.

Fakat kendimi kaptırınca tatilin rehavetine, güzelliğine, çocuklarla ve eşimle 24 saat beraber olabilmenin keyfine, çok ihmal ettim sizleri ve blogumu..

Biz bayram tatiliyle yıllık iznimizi birleştirdik, taaa yıl başından planlanmış bir tarihti, ama planlanamayan benim işten ayrılmam ve eşimin işinde meydana gelen son dakika gelişmeleriydi.

Böylece baştan izne hiç çıkamayacağız gibi oldu, sonra çıkabileceğimiz belli oldu ama önceden planlanan Balkan turu patladı ve biz sonuç itibarıyla B planı olan Yunan Adalarına geçtik.

Daha doğrusu yola Yunan Adaları diye çıktık ama sadece bir adada takılıp kaldık..

Çünkü programda yer alan ilk ada olan Midilli adasına o kadar hayran kaldık ki, ikincisine geçmeyi düşünmedik bile..

Size anlatacağım çok çok şey var, ama sırayla..

Bugün, kızların "Anne hadi hemen yapalım.. "diye ısrar ettikleri Frappé konusundan başlamak istiyorum..

Zira daha eve bugün geldik ama kirliler makineye atılmadan, yerler tozlar silinmeden, internet açılmadan, her şeyden önce ve ilk olarak Frappé yaptık..




Frappé kahve bir soğuk kahve türü. Üstü köpük kaplı bu soğuk kahve, hazır kahveden yapılan popüler bir yaz içeceği..

Frappe ilk olarak 1957 yılında Selanik'te yapılmış. Nestlé firması için çalışmakta olan Yannis Dritsas, çocuklar için çikolatalı pratik bir içecek  tanıtımı yaparken, yanında çalışan Dimitris Vakondios bu yöntemi standart hazır kahveyi sıcak su yerine soğuk su ile hazırlamak için kullanmış.. Böylece, tesadüfen de olsa Frappe'yi bulmuş..


Bu tarihten sonra Yunanlılar Frappe'yi ulusal kahve içecekleri olarak benimsemişler...

Biz bugün Frappé'mizi şöyle yaptık :
- Bir kaba ya da karıştırıcıya, 2 tatlı kaşığı hazır kahve ve istediğimiz kadar şeker koyduktan sonra, 4-5 tatlı kaşığı su ekleyip çalkaladık..(Tatlı Orta Acı zevkinize göre şekerini siz ayarlayın.. )
- Uzun bir cam bardağın dibine bir kaç tane buz kübü koyup, çalkaladığımız karışımı bunların üzerine yavaşça döktük.
- Bardağa çok az soğuk süt ekleyip, kalan kısım için soğuk su ilave ettik..


Hazırlanışında küçük farklılar yaparak değişik Frappe'ler yaratmak mümkün. Bir Frappe, su yerine tamamen süt kullanarak hazırlanabilir. Dondurma veya krema eklenerek hazırlanan Frappe'ler de bulunmaktadır. Ayrıca, Kahlúa, Baileys Irish Cream gibi içecekler de Frappe'ye eklenebilir.

Yunanistanda herkes her gün içermiş ve  hemen hemen herkes bu kahveyi yapmayı da bilirmiş...

Kritik olan detaylar şunlar:
Kafaya dikerek içmemekte fayda var..Yavaş yavaş içilen bir kahveymiş....Ayrıca uykusuz bırakma özelliği var sanırım her kahve gibi..


Yunanistan'da özel çırpıcı aparatı olduğunu da duydum ama benim gözüme ilişmedi..

Hadi bakalım herkese afiyet olsun..




İlginizi Çekebilir;

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...