Olaylara hep ironik taraftan
baktık ama biraz da eğri oturup doğru konuşmanın zamanı geldi. Viyana 2011 yılı
nüfus sayımına göre nüfusu 1.9 milyon olan bir şehir. Yani küçük bir şehir
denemez. Ama şehrin altı örümcek ağı gibi metroyla kaplı.
İnsanlar saat 17.00'de ne olursa olsun, işinden çıkıyor. Ulaşım çok konforlu olduğundan 15 dakika içinde evine varıyor. 17.30'da bisikletine binmiş ya da köpeğini almış, kulağına walkmanini takmış, dışarı çıkmış sporunu yapıyor oluyor.
Oraları görünce, ömrün boşa geçtiğine, anlamsızca harcandığına inanmaya başlıyor insan..
İnsanlar saat 17.00'de ne olursa olsun, işinden çıkıyor. Ulaşım çok konforlu olduğundan 15 dakika içinde evine varıyor. 17.30'da bisikletine binmiş ya da köpeğini almış, kulağına walkmanini takmış, dışarı çıkmış sporunu yapıyor oluyor.
Bizi düşündüm o sırada. Saat 17'
de işten çıkmak bir yana, daha yeni yeni çalışmaya başlıyoruz biz o saatlerde. Ortalama çıkış
saatimiz 19.00. Benim bir şey diyecek durumum yok ama, bir de işiniz eve uzaksa,
İstanbul trafiğiyle en iyi ihtimal saat 21.00'de evdesiniz.
Ne büyük enerji ve zaman kaybı. Biz
ulus olarak çok çalışıyoruz ama verimli çalışmıyoruz. Şehrimizin ülkemizin
altyapısı bize konforlu hayat sunamıyor. Bu nedenle yaratıcılığımız
örseleniyor. Bu nedenle bizden ne köy oluyor ne de kasaba..Oraları görünce, ömrün boşa geçtiğine, anlamsızca harcandığına inanmaya başlıyor insan..
Okulda geçirilen saat bizim ülkemize göre çok az. Çocuklar
okuldan öğlen çıkıyor, akşama kadar spor yapıyor, parklarda bahçelerde koşuyor,
cambaz gibi iki ağaç arasına ip gerip üzerinde yürüyorlar, banklarda parende
atıyorlar. Yani çocukluklarını yaşıyorlar.
Bizim çocuklarımız da sabahtan
akşama kadar kapalı odalarda, bilgi bombardımanına tutulduklarından, spor yapmayı
bırakın, yürümekten acizler. Soluk benizleriyle, bedensel yetenekleri yaşlarının gerektirdiğinin çok gerisinde..
Biliyorsunuz, her ayın ilk Pazar
günü Avrupa’daki tüm devlet müzeleri ücretsiz. Biz de farkında olmadan,
gezimizi bu tarihe denk getirmişiz.
Bu nedenle, Pazar günümüzü müzelerde
geçirdik. Sizler de eğer yurt dışı gezi planı yapıyorsanız aklınızda olsun.
Size özellikle Gustav Klimt
sergisiyle ilgili detaylı bilgiyi başka bir yazıda anlatacağım. Ama Viyana’ya gidecek herkese,
mümkün olduğunca müze gezmek için bütçe ve zaman ayırmasını önereceğim. Hatta Museumsquartier
diye anılan bölgede bir iki gün harcayabilirsiniz.
Haa, bir de şunu söyleyeyim. Sokakta
gezerken bir bisiklet festivaline rastladık. Orada dolaşırken de Türk
gençlerle karşılaştık. Eşim hemen onlara nerede güzel bir şnitzel
yiyebileceğimizi sordu. (Figsmüller faciasını daha önce anlatmıştım size ). Ee,
Viyana’ya gelip de şnitzel yememek olmaz mantığı var tabii.. Gençler de bize Centimeter
diye bir yeri tavsiye ettiler. http://www.centimeter.at/
Fiyatlar oldukça uygun, porsiyonlar doyurucu, lezzet de gayet güzel. Özellikle
yan masamızda oturan Japonların siparişi gelince gözlerime inanamadım. Keşke
ortam karanlık ve gece olmasaydı da fotoğraf çekebilseydim. 3 kişi için gelen servis tabağı, orta boy bir
inşaat el arabası şeklindeydi ve içinde, menüdeki her çeşitten bir iki parça
vardı. İnşallah bir dahaki sefere kalabalık bir grupla oraya gidip el
arabasıyla sipariş vermek istiyorum..( Ay şu an düşününce kalabalık olmasak da,
ben tek başıma yermişim gibi geldi.)
Ertesi sabah, Viyana’yı bırakıp,
otobüse binerek Bratislava’ya gittik. Viyana ile Bratislava’nın arası sadece 60
km. İşin komiği otobüste 10 kişiydik ve bunun 8 kişisi Türk’tü. Şaka gibi..
Neyse, Bratislava’ya yaklaşınca,
çantamdan pasaportumu çıkarttım. Eee, sınırdan geçerken, herhalde pasaport kontrolü
yaparlardı.
Ama hiç de öyle olmadı. Sınırdan
geçip, Slovakya’ya, dolayısıyla Bratislava’ya geliverdik. Kimse de pasaport
filan sormadı.
Bratislava anılarına da sonraki
yazıda devam edelim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder