Bugün yapacak birçok işim vardı.
İnsan tam zamanlı çalışırken meğer ne kadar çok
kendisiyle ilgili işi erteliyor ve öteliyormuş, Pazartesi gününden beri normal
mesaiden çok çalışıyorum ve yapılması gerekenler listesinin yarısına bile
gelemedim.
Artık arabam da yok, ayrılırken iş yerine teslim
ettim, aynı eski günlerdeki gibi toplu taşıma araçlarını kullanıyorum.
Şişli’de yapmam gereken görüşmeden sonra, Bebek’de
bir görüşmem daha olacaktı.
Mecidiyeköy’den otobüse bindim.
Ama direk boğaz hattından gidemedim, zira otobüs
yokmuş.
Ben de ilk gelen Ortaköy otobüsüne bindim, oradan
Bebek’e geçmek kolay olur diye düşündüm.
Otobüs, Levent’ten girip Ulus’tan, Portakal
Yokuşu’ndan Ortaköy’e gitti.
Aman Allah’ım.
Bu yolu gündüz, haftaiçi işgünü olan bir günde, trafiksiz
üstelik otobüsle en az 20 senedir geçmemiştim. (Kadıköy’den üniversiteye
giderken bazen bu Etiler yolunu tercih ederdim.)
Kendimi suçlu hissettim. Sanki babasından gizli sigara
içen küçük bir erkek çocuğu gibi.
Allah’ım, ne psikolojilere sokmuşum kendimi yıllarca.
Ortaköy’e gelince şöyle bir durdum. ”Kızım, kendine
yiyecek bir şeyler al, deniz kıyısına git, orada manzarayı seyrederek ye,
özgürsün artık, acelen yok, normalleş biraz,tadını çıkar. ” dedim kendi kendime.
Durum vahimdi.
Hani yıllarca hapishanede yatan mahkumlar
vardır. Serbest bırakılmadan önce topluma uyum yapsınlar diye psikolojik yardım
alırlar, ama buna rağmen dışarı çıkınca hemen uyum yapamazlar, sudan çıkmış
balık gibi , hatta yeniden suç işlemeye meyilli olurlar.
İşte benim de o anda hissettiğim aynen buydu.
Yedim, içtim, biraz manzarayı seyrettim.
Tekrar otobüse bindim, Bebek’e doğru yola çıktım.
Yol boyunca Kuruçeşme, Arnavutköy, benim için gün içinde,
trafiksiz, kalabalıksız, yabancı yerler gibiydi. Üniversite yıllarında genellikle
Beşiktaş’ta otobüse binerek bu yolu takip edip Bebek’te okul durağında
inerdim.
Doz aşımı denen şey bu olmalıydı.
Doz aşımı denen şey bu olmalıydı.
İşimi hallettikten sonra Bebek’ten ayrılmadan eski
günlerde yaptığım bir şeyi yeniden yaşamak istedim.
1990’lı yılların başında da Bebek Kahve vardı. Ama o
zaman bugünkü gibi ünlülerin gittiği lüks bir mekan değildi. Kapalı dört beş
masası olan kendi halinde bir yerdi, bazen hemen yakındaki okulumuzdan çıkıp orada kahve içerdik.
İşim bitince Bebek Kahve’ye gittim. Bir acı kahve
söyledim. Manzara harikaydı, sanki göl gibiydi deniz, her zamanki gibi, ama kendimi oraya çok yabancı
hissettim. Zaten fazla oturmadan kalkıp eve döndüm.
Kölelikten kurtulmanın ilk günlerinde insan hala
ayağında pranga varmışçasına, yavaş yavaş hareket ediyor.
Ama ben inanıyorum ki, en kısa sürede bu geçiş sürecini
atlatıp, boğazda balık tutan hatta yüzen gençler, kafelerde oturan insanlar, İstinye Park’a gitmeye çalışan Arap turistler gibi suçluluk duymadan, zaten
yaşamaya hakkım olduğunu kabul ederek sokaklarda gönlümce dolaşmaya
başlayacağım.
Başaracağımdan eminim.
Sayfanızı ilk açtığımda beni karşılayan karanfilleri görünce nasıl mutlu oldum anlatamam
YanıtlaSilİnsana olumlu bir enerji veriyor bu güzellik:)
Suçluluk duymadan keyifle bol bol gezmenizi diliyorum:)
O karanfiller kayınvalidemin kendi yetiştirdiği ve mevsiminde mis gibi kokan Osmanlı karanfilleridir. Aslında hiç de profesyonel olmayan bir makineyle çeksem de çok beğendiğimden bir süredir blogumun ana sayfasında kullanıyorum.İyi dilekleriniz için teşekkürler..
Sil