Tatil bitti, artık
güzel anılarıyla vakit geçireceğiz ..
Bozdağ’da iki gün kalıp
iyice üşüdükten sonra, Pamukkale’ye gidip termal sularda ısınmak istedik.
Giderken, harita
üzerinden nasıl gideceğimize baktığımızda, yıllardır görmek istediğim ama bir
türlü yol üzerinde olmadığından gidemediğim Birgi’yi gördüm.
Birgi aslında Ödemiş’in
yaylası. Yazın Ödemiş’e göre 5-6 derece serin, kışın da 5-6 derece sıcak olduğu
söyleniyor. Eski ahşap Türk evleriyle ünlü.
İki araba arka arkaya
Birgi’ye girdik. ”Bende şans olsaydı zaten erkek olurdum” sözüne uzaktan selam
çakarak, Çakıroğlu Konağı’nın bir müze olduğunu ve müzelerin Pazartesi günleri
kapalı olduğunu fark ettim. Böylece müzeye dışarıdan bakıp, yanından geçip gitmek
zorunda kaldık.
Ardından durağımız köy
meydanı ve Ulucami oldu. Okuduğum kadarıyla özellikle minberi nedeniyle şaheser
kabul ediliyor. Çivi kullanılmadan ahşaplar geçmeli şekilde inşa edilen bu
camiyi görmeyi çok istiyordum. Ancak tam da o sırada öğlen namazı vaktiydi. Cemaati
rahatsız etmemek için namazın bitmesini bekledik. O sırada el dokuması
çarşaflardan aldım, çocuklar da otlu gözleme ve ayran keyfi yaptılar.
Namaz dağılınca camiye
gittim ama kapı kilitliydi, kapıdaki cep telefonundan hocayı aradığımda ise
Ödemiş’e gitmek üzere yola çıktığını ve geri dönmesinin mümkün olmadığını
söyledi. Yani müze girişiminden sonra cami girişimi de başarısızlıkla
sonuçlanmıştı.
Ama ben moralimi
bozmadım tabii, bu durum bir daha Birgi’ye gelebilmek için kullanılacaktı.
Etrafta biraz
dolaştıktan sonra ara sokaklara daldık eşimle..Evler çok güzeldi, eskiler ve
aslına uygun olarak restore edilenler vardı. Ama benim evlerden çok ilgimi çeken
evlerin kapılarıydı. Ahşap kapıların her biri farklı bir metal kilit mekaniği
ile kilitleniyordu. Bence orası amatör fotoğrafçılar için cennet sayılabilecek
bir yerdi. Ben de bir sürü kapının fotoğrafını çektim ve Pamukkale’ye devam
etmek için arabalarımıza bindik.
Kapılar..
Yolda bu konuyu
düşündüm. Beni neden kapılar ve kilitler etkilemişti bilemedim ama çok keyif
aldım onları incelerken..
Aklıma yıllar önce
yaptığım başka bir gezi geldi.
Dublin’e gitmiştik eşimle..Bu
şehirde bitişik nizam evler ve her evin birbirinden farklı renklerde kapıları
vardı. Çok güzel bir görüntü oluşturuyorlardı.
Renkli kapılar ile
ilgili iki farklı hikaye var.
Bunlardan birincisi,
çok içki içen erkeklerle ilgili. Dublin’li erkekler o kadar çok içiyorlamış ki,
evler de birbirinin aynısı olduğundan, akşam dönerken, kendi evleri yerine
başka evlere giriyorlar ve başka bir kadının yanına yatıp uyuyorlarmış. Kadınlar
da kocalarını kaybetmekten korkarak kapılarını renkli renkli boyayıp, kocaların
doğru eve gelmesini sağlıyorlarmış.
Diğer hikaye ise şöyle..
İngiltere Kraliçesi
Victoria‘nın ölmesi üzerine yas ilan
edilerek bütün kapıların siyaha boyanması
emredilmiş. Dublinliler de asi olduklarından, bırakın kapıları siyaha
boyamayı, normal renkli kapılarını da rengarenk boyamışlar.
Hangi hikaye doğru
bilmem ama, insanın şehrinin, mimarisinin bir karakterinin, bir özelliğinin
olması çok güzel bir duygu olsa gerek.
Bizler yaşadığımız
şehirlerde mimarinin, sadece eski binaların yıkılıp yerine yeni plazalar yapılması olduğunu sanıyoruz değil mi??
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder